Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Nazilerin İslamiyet ve Müslümanlarla ilişkilerinin ilginç ayrıntıları

Hitler’in Hıristiyanlıkla arası hiç iyi değildi. Buna karşılık İslam’a karşı belli bir yakınlığı vardı. Nazi rejimi yüz binlerce Müslüman askerin Almanya için savaşmasını sağladı. Alman radyo kanalı Deutschlandfunk’a konuşan tarihçi David Motadel’e göre bu ittifakın gerisinde ideolojik saiklerden çok “askeri hesaplar” rol oynuyordu. Andreas Main’in yaptığı ve 20 Şubat 2018’de yayınlanan söyleşiyi Levent Tayla çevirdi.

motadel
David Motadel

Andreas Main: Burada tuhaf bir ittifaktan söz ediyoruz. Bu, Nazilerle Müslümanların ittifakı. Genç bir tarihçi bu konuyu araştırdı. Adı David Motadel. Kendisi 1981 yılında Detmold’de dünyaya gelmiş. İranlı ve Alman ebeveynleri nedeniyle farlı dini topluluklarla iç içe yaşamış. Bugün İngiltere’de London School of Economics’te (LSE) uluslararası tarih dersi veriyor. Nazilerin Müslümanlarla yaptığı ittifak üzerine yazdığı kitap ilk olarak ABD’de ve İngiltere’de yayınlandı. Üç yıl sonra da Almanca olarak raflardaki yerini aldı. Kitabın adı: “Peygamber ve Führer için. İslam dünyası ve Üçüncü Reich”
En önemli Nasyonal Sosyalizm araştırmacılarından biri olan Ian Kershaw kitabı “olağanüstü” diye tanımlıyor. Yayınevi de –haklı olarak- bu ifadeyi kitabın tanıtımı için kullanmış. İnsanın kanını donduracak kadar heyecan verici bir kitap bu. Özellikle de sade ve nesnel bir anlatımı olduğu için. Şu anda David Motadel’e bağlandık. Merhaba ve hoş geldiniz Bay Motadel.

Merhaba Bay Main.

Main: Bay Motadel hemen bodoslamadan dalalım meseleye. Bugünün neo Nazileri Yahudilerden de sarı, siyah ve kahverengi ırktan da ve bu arada tabi Müslümanlardan da nefret ediyor. Bu durumda özleriyle çelişmiyorlar mı? Üçüncü Reich adı verilen dönemin önde gelen Nazileri Müslümanlara hayranlık duyuyormuş. Dünya tersine mi döndü?
Motadel: Evet, bazı Nazi önderleri, tabi başta Hitler ve Himmler olmak üzere İslam’a hayranlık duyuyordu. Birçok kez İslam’a yönelik sempatilerini ifade etmişlerdi. Örneğin Hitler savaş yıllarında Katolik Kilisesi’ni eleştiriyor, bunun karşısında İslam’ı olumlu bir örnek olarak gösteriyordu.
Katolikliği zayıf, yumuşamış bir din olarak görürken, İslam’ı güçlü, saldırgan, savaşçı bir din olarak görüyordu. Yani İslam’a yönelik belirli bir hayranlığı vardı.

“Müslümanlara pragmatik yaklaşım”

Kulağa inanılır gibi gelmiyor. Irkçı bir diktatörlük İslam’la içli dışlı bir rota çiziyor. Naziler ırk çılgınlığını bir kenara bırakmayı nasıl başardılar?
Doğru, savaştan önce Hitler ve tabii Himmler ve diğer Nazi önde gelenleri Hintliler ve Araplar gibi Avrupalı olmayan halklara karşı son derece aşağılayıcı sözler sarf ediyordu. Ama savaş döneminde Nazi rejimi bu noktada şaşırtıcı ölçüde pragmatik davrandı. Prensip olarak Türkler, İranlılar, Araplar, eğer Yahudi değillerse, daha savaştan önce özenle her tür resmi ırkçı aşağılamanın dışında tutuldular. Almanların ırk temelli yasaları kendi ülkelerinin vatandaşlarını etkilememesi için Tahran, Ankara ve Kahire hükümetleri devreye girmişlerdi. Savaş sırasında Almanlar benzer bir pragmatik yaklaşımı Balkanlar’da yaşayan Müslümanlara ve Sovyetler Birliği’nde yaşayan Türklere karşı da uyguladılar.
Toplam olarak bakılırsa, savaş sırasında Müslümanları “Mihver” safına çekme çabalarının gerisinde ideolojik motiflerden çok, stratejik ve pragmatik sebepler vardı. Yani İslam Nazi rejimi için hedefe ulaştıran bir araçtı.

hitler-huseyni
Adolf Hitler Kudüs Müftüsü Muhammed Emin el Hüseyni ile

“Askeri hesap: Müslümanları harekete geçirmek”

Bu pragmatik sebeplere daha ayrıntılı olarak geçmeden önce daha yüzeysel bir soru sorayım: Kim kimi daha çok seviyordu? Müslümanlar mı Nazileri, yoksa Naziler mi Müslümanları?
İki tarafı da genellemek mümkün değil tabii. Öncelikle şunu göz önünde bulundurmak gerek: İkinci Dünya Savaşı’nın doruk noktasında, yani 1941-42 yıllarında Alman orduları Balkanlar’da, Kuzey Afrika’da, Kırım’da ve Kafkaslar’da Müslümanların yaşadığı bölgelere girmişler, Ortadoğu ve Orta Asya’da da yaklaşmışlardı. İşte bu dönemde Berlin İslam’ın politik önemini fark etmeye başladı. Nazi rejimi giderek daha fazla ölçüde, Müslümanları sözde ortak düşmanlarına, yani İngiliz İmparatorluğu’na, Sovyetler Birliği’ne, ABD’ye ve Yahudilere karşı harekete geçirmeye çalışıyordu. Bu politikanın sebebi pragmatik çıkarlardı. Alman orduları çarpıştıkları bölgelerin birçoğunda Müslüman halklarla karşı karşıyaydılar. Aynı zamanda da – hatta muhtemelen bu daha önemli bir gerekçe- 1941’de askeri durum kötüleşmeye başlamıştı. Yıldırım Savaşı özellikle Sovyetler cephesinde başarısızlığa uğramıştı. Alman birlikleri giderek daha fazla baskı altına giriyordu. Kıta Avrupa’sında da partizan savaşları yükseliyordu. Berlin ise, kısa vadeli askeri hesaplarla yeni ittifaklar kurmaya çalışıyordu. Müslümanlar da bu çabaların bir parçasıydı. Kurnazca denebilecek bir İslam politikası sayesinde Müslüman müttefikler kazanmak da, destekleri harekete geçirmenin bir yoluydu.

“Yahudiler Müslüman kılığına giriyordu”

Peki sohbetin girişini tamamladık sayılır. Konuşmaya devam edeceğiz. David Motadel, Nazi yönetimiyle Müslümanların önde gelenlerinin bu kadar yakınlaştıklarına inanamayanlar için kitabınızdan birkaç alıntı çıkardık. Yanıma oturan Rainer Delventhal, SS’lerin lideri de olan Heinrich Himmel’in 1944 Ocağında, Silezya’daki bir manevra alanında Bosna’dan gelen bir grup subayı karşılarken söylediklerini okuyacak:
“Her şey gün gibi ortada! Müslümanları ve biz Almanları Avrupa’da ve bütün dünyada birbirimizden ayıran ne olabilir ki? Ortak hedeflere sahibiz. Ortak bir yaşam için, ortak hedeflerden ve ortak ideallerden daha sağlam bir zemin olabilir mi? Almanya 200 yıldan beri İslam’la hiçbir sürtüşme yaşamadı.”
Ve Himmler şöyle devam ediyor: Almanların ve Müslümanların ortak düşmanları varmış. Bunlar “Bolşevikler, İngilizler, Amerikalılar ve tabii hepsini yöneten Yahudilermiş.” Birkaç gün sonraysa NSDAP’nin Irk Politikaları Dairesi’nin bir toplantısında aynı Himmler şunları söylüyordu: “Belirtmeliyim ki İslam’a hiçbir şekilde karşı değilim. İslam kendi birliğindeki insanlara, eğer savaşırlarsa ve savaşta şehit olurlarsa cenneti vaat ediyor. Bu askerlere çok yakın gelen bir din.”
Hitler’in dinle arasının olmadığı herkesin bildiği bir şey. Oysa İslam’a karşı hayranlığını sık sık dile getirdi. Hitler’in sözlerinde bu durum ifadesini şöyle buluyordu.
David Motadel, siz on yılı aşkın bir süredir bu ilişkiyi inceliyorsunuz. İslam’ın gözündeki Nazi imajı büyük ölçüde tek taraflıydı. Muhtemelen bu imaj gerçeklerle de örtüşüyordu, ama bir yandan da deforme olmuştu. Hangi noktalarda gerçeklere uyuyordu, hangi noktalarda uymuyordu?

Doğrusunu isterseniz hiçbir noktada tam anlamıyla uymuyordu. Savaş yılarında tabii ki ara sıra çatışmalar çıkıyordu. Nazi rejiminin Müslümanları müttefik olarak kazanma çabaları kesinlikle doğrusal bir çizgi izlemiyordu. Berlin’deki bürokratlar ve belki de kimi Nazi önderleri tarafından tasarlanan Alman politikasının cephedeki gerçeklerle pek alakası yoktu zaten.
Çok bilinen ve kitapta da ele aldığım şöyle bir örnek var: SS hücum kıtaları Sovyetlerin işgalinden sonraki ilk aylarda, özellikle savaş mahkûmlarından binlerce Müslümanı, sünnetleri yüzünden Yahudi sandıkları için öldürdü. Sonunda Milli Güvenlik Dairesi başkanı Reinhard Heydrich doğu cephesindeki SS komutanlarını uyarmak zorunda kaldı.
Buna rağmen, Almanlar cephelerde çok farklı dini ve etnik grupla karşı karşıya geliyordu. Bu gruplar arasında Müslüman Romanlar ya da İslam’a geçmiş Yahudiler de vardı. Müslümanların Yahudilerle karışık halde yaşadığı bölgelerde birçok Yahudi din değiştirerek hayata kalmaya çalışıyordu. Balkanlar’ın başkenti sayılan Saraybosna’da bile Alman işgalinden sonraki 1941 Nisan ve Ekimi arasındaki birkaç ayda Yahudilerin yüzde 20’si İslam’a ya da Katolikliğe geçti. Çoğunluğu da diğer sebeplerin yanı sıra, sünnet nedeniyle İslam’ı tercih etti. Bir diğer kısmı Müslüman kılığında kaçmayı başardı. Kadınlar da erkekler de Müslüman çarşafına gizleniyordu.

“Müslümanlar Müslüman oldukları için kovuşturulmuyordu”

Nazi rejimine kurban giden Müslümanların çoğu, Müslüman oldukları için kovuşturulmuyordu.
Doğru. Yahudilerin aksine Müslümanlar dinleri nedeniyle, yani Müslüman oldukları için kovuşturulmadılar. Bu da tabi dikkate almamız gereken önemli bir fark.

Naziler açısından, sizin de belirttiğiniz gibi müttefik arama çabaları, basite indirgeyerek söylersek, Nazi rejimi için ölecek asker arama çabasıydı.
Kesinlikle öyle. Gerek Wehrmacht gerekse Waffen SS 1941’den itibaren yüz binlerce gönüllü Müslümanı askere aldı. Bunların arasında Bosnalılar, Arnavutlar, Kırım Tatarları ve Kafkaslardan ve Orta Asya’dan Müslümanlar vardı. Kaba bir ifadeyle söylemek gerekirse, bu yolla Alman kanından tasarruf edilmeye, yani Doğu Cephesi’ndeki kayıplar dengelenmeye çalışılıyordu. Sonunda bütün cephelerde Müslümanlar kullanılmaya başlandı. Stalingrad’da, Varşova’da, sonlara doğru Berlin’de, kısacası her yerde.

“250 bin Müslüman Nazilerin hizmetinde”

Wehrmacht’ta ve Waffen SS’te en fazla kaç Müslüman görev yaptı?
Sayılar çok fazla değişiklik gösterdiği için kesin istatistiklere, kesin sayılara ulaşamıyoruz. Ama en yoğun olduğu zamanlarda 250 bin kadar, yani on binlerce Müslüman Wehrmacht ve Waffen SS için savaştı. İşin ilginç yanı bu askerlere bir hayli taviz verilmiş olması. İslami ritüellere ve ibadetlere, namaz gibi helal (ya da koşer) et kesimi gibi uygulamalara bu birliklerde izin veriliyordu. Bu tür hayvan kesimi, çok belirgin bir örnektir. Çünkü Almanya’daki Yahudi karşıtları için bu hep büyük bir mesele olagelmişti. 19. yüzyıldan itibaren bu tür koşer et kesim işi Yahudilere karşı kullanılan bir tartışma olageldi. 1933 yılında Nazi rejiminin çıkardığı ilk yasalardan biri, İmparatorluk Hayvanları Koruma Yasası adı altında bu kesimleri yasaklamaya yönelikti. 1941 yılında Wehrmacht ve Waffen SS’teki Müslümanların helal et kesimi yapabilmeleri için bu yasak kaldırıldı.

“Savaşan tüm taraflar Müslümanları askere almaya çalıştı”

Ama resmin tam olarak ortaya çıkması için şunu da belirtmek gerek. Müslümanları askere almaya çalışan yalnızca Naziler değildi. Aynı şeyi rakipleri de yaptı.
Evet, savaşın sonlarına doğru gerçekten bir Müslüman momentumu oluştu. Bütün güçler, savaşın bütün büyük güçleri Müslümanları askere almaya çalıştı. Bunların arasında İngilizler, Fransızlar ve Sovyetler de vardı. Yani İslam dünyasında destek arayan sadece Nazi rejimi değildi. Mussolini de daha 1937’de kendisini Müslümanların koruyucusu ilan etti. Mihverin diğer bir üyesi olan Japonya da İslam politikaları aracılığıyla Asya’daki Müslümanları İngilizlere, Hollandalılara, Çin’e ve Sovyetler Birliği’ne karşı harekete geçirmeye çabaladı. Ama müttefikler de aynı çaba içindeydi. Amerikan birlikleri Kuzey Afrika’ya çıktığında, Amerikan propagandası Rommel’in ordusuna karşı cihat çağrısında bulunmuştu. Londra da benzer propagandalardan yararlanmayı denedi. Hatta iki savaş arasında İslam’ı vahşice bastırmış olan Kremlin bile, Stalin’in 1927’de çıkardığı din yasaları aracılığıyla İslam’ı ve diğer dinleri baskı altına almış olmasına rağmen, 1942’de bu politikayı değiştirdi. Yeni camiler inşa edildi, İslam Kongresi düzenlendi, Alman propaganda aygıtının “Stalin’in Kızıl Müftüsü” adını taktığı Sovyet Müslümanları Müftüsü Abdurrahman Rasulev, Müslümanları defalarca Alman işgalcilerine karşı kutsal savaşa çağırdı. Ama unutmamamız gerekir ki, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Müslümanların çoğu – sayıları 20 milyonu buluyordu- Stalin’in İslam’ı bu kadar sert yöntemlerle ezmiş olması nedeniyle bu yeni politikaya sıcak bakmadı. Nazi rejimi de Kafkasları ve Kırım’ı işgal ettikten sonra bunu ustalıkla kullandı. Alman işgalciler, Sovyet egemenliğinin altını oyma umuduyla camiler yaptılar, yıkılmış olan Kuran kurslarını yeniden açtılar. Bu her yerde karşılaştığımız bir politika, yani diğer Müslüman bölgelerinde de bir İslam politikası uygulandı. Müslüman din adamları kullanıldı. Alman propagandacıları Kuran’ı ve dini metinleri politize ederek, cihat gibi İslami emirleri kullanarak Müslümanları müttefiklere karşı şiddet uygulamaları için kışkırttılar. Aynı zamanda Alman askerleri bu bölgelerdeki Müslümanlara karşı iyi davranmak zorundaydı. Hatta Wehrmacht 1941’de Alman Askerlerinin savaş bölgesindeki Müslümanlarla ilişkilerinde hata yapmamaları için “Der Islam” adıyla bir bülten yayımladı.

“Allah’a ve Adolf Efendi’ye şükür!”

Bay Motadel bu meseleye şu ana kadar daha çok Nazilerin gözlükleriyle baktık. Biraz da İslam gözlüğünü takalım. Müslüman taraf sizin anlattığınız bu yaklaşımlara nasıl tepki verdi? Almanların safında savaşan Müslüman Askerlerin cepheden yazdıkları mektuplar konuya ışık tutuyor. Reiner Delventhal 1942 yılında Kırım Tatarları tarafından yazılmış mektuplardan alıntılar okuyacak:
“Allah’a ve Adolf Efendi’ye şükürler olsun, halimiz iyi. Allah’ın yardımıyla, değil bir yıl, on yıl bile dayanırız bu savaşa. Allah ve Adolf Efendi Alman ordusuna kuvvet versin, zafer kazanalım. Adolf Efendi’nin sağlığı için Allah’a gece gündüz dua ediyoruz. Allah’a şükür yakında, bizi vatanımızdan bir köpek gibi süren bu cani Bolşeviklerden kurtuluyoruz.
Bay Motadel, sizce Alman propagandası Müslümanlar arasında ne ölçüde verimli topraklar buldu kendisine?

Bu mektuplar gerçekten de kimi askerlerin bütün umudunu Almanlara bağladığını gösteriyor. Bir yandan da güçlü bir dindarlığı sergiliyor. Ama yine de bu mektupları belli bir dikkatle okumamız gerek. Bir kere, Sovyetler Birliği’nde on yıllarca süren polis devletinin gözetimi yüzünden Müslüman askerler arasında hiç kuşkusuz bir oto sansür mevcuttu. Yani askerler, yazdıkları mektupların Almanlar tarafından okunacağını hesap ediyorlardı. Öte yandan, cepheden yazılan bu mektupların çok azı savaşın sonunu görebildi. Benim değerlendirdiğim bu mektupların hepsi Kırım Tararları tarafından ve henüz savaşın sürdüğü ve Almanların nispeten başarılı olduğu dönemde yazılmıştı. Dolayısıyla bu mektuplar aracılığıyla tüm Müslümanların Naziler hakkında ne düşündüğünü kestirmek mümkün değil.
Genel olarak şu söylenebilir: Alman ordusu tarafından askere alınan Müslümanların çoğu dini motiflerle hareket etmiyordu. Çoğu esir kamplarından kurtarılıp askere alınmıştı ve kamplardaki açlıktan ve salgın hastalıklardan kurtulmak daha önemliydi. Ve çoğu sadece, sırtlarına geçirdikleri bir Alman üniformasının onları hayatta tutacağını umuyordu. Bir bütün olarak yapılan propagandalar ve Alman politikası Müslümanlar arasında Berlin’in umut ettiğinden daha az başarılı oluyordu. Zaten bunlar çok geç, ta 1941-42’lerde başladı. O zaman da askeri durum değişmeye başlamıştı, Almanya savaşın başında olduğu kadar güçlü değildi. Aynı zamanda Alman politikasının inandırıcılığı yoktu.
Müslümanların çoğu sadece savaş bağlamında askere alındıklarının ya da desteklerinin arandığının bilincindeydi. Bununla birlikte on binlerce Müslüman’ın Alman ordusunda savaştığını ve birçok Müslüman’ın Almanlara umut bağladığını, onları kurtarıcı olarak algıladığını görmemiz gerek.

Açıkça söyleyeyim, kitabınızı, zaman darlığı nedeniylede, birkaç bölümünü hızla okuyup geçmek istiyordum, ama bunu yapamadım. Kitabın her bir ayrıntısını okudum. Açıklamalar bölümü bile 150 sayfa. Siz çağdaşlarınızın, araştırmalarınıza kuşkuyla bakacaklarından korktuğunuz için mi bu kadar titiz bir çalışma yaptınız?
Evet konu oldukça hassas. Bunun nedeni de hem Müslümanlarla Yahudiler arasındaki ilişkilerin, hem de Almanya’da İslam’ın tarihinin birçok kesim tarafından politize edilecek ve kullanılacak bir konu olması. Bu yüzden olabildiğince sağlam ve net bir araştırma yapmak istedim. Ayrıca bu bilimsel bir çalışma ve açıklamaların bu kadar uzun olması çok özel bir durum değil.

huseyni
Kudüs Müftüsü Muhammed Emin el Hüseyni, Müslüman askerlerden oluşan bir Alman birliğini selamlıyor

“Kudüs Müftüsü’nün Berlin’de yaptığı İslam propagandası”

Almanlarla Müslümanlar arasındaki bu tuhaf ittifaktan çok az insanın haberi vardır. Naziler ve kilise arasındaki ilişkinin aksine bu ilişkinin bu kadar az bilinmesini nasıl açıklıyorsunuz?
Bu gerçekten şaşırtıcı. Hele de Müslümanların savaş sırasında Almanlarla karşı karşıya kalan en büyük gruplardan biri olduğu düşünülünce. Ama şunu da belirtmek gerek, tarihçiler son yıllarda Almanya ve İslam dünyasındaki ilişkilerle giderek daha çok ilgileniyor. Ama, yapılan çalışmaların büyük çoğunluğu Arap âlemine ve özellikle de Kudüs Müftüsü ile olan işbirliğine yönelik.

Muhammed Emin el Hüseyni’den söz ediyorsunuz.
Evet doğru.

Kaba bir tabirle sürekli Adolf Hitler’in kucağında oturduğu için Kudüs Müftüsü çok ünlüydü.
Her halde bunu çok isterdi. En önemli işbirlikçilerden biriydi. İki savaş arasında Emin el Hüseyni Filistin’de çok güçlüydü. 1921 yılında da İngiliz manda yönetimi onu Kudüs Müftüsü tayin etti. Buna rağmen kısa süre sonra Filistin’deki mandası egemenliğinin ve Filistin’e yönelen Siyonist göçün en önemli düşmanı haline geldi. Savaş sırasında Berlin’e geldi ve Almanların İslam propagandasına katıldı. El Hüseyni’nin Berlin’deki faaliyetleri hakkında birçok araştırma yapıldı. Ama bu biyografik çalışmaların sorunu müftünün Berlin üzerindeki etkisini abartmaları. Sonunda etkisi iyice sınırlanmıştı, hedefi ise Almanlardan Araplara ve –onun için daha önemlisi- Filistin’in bağımsızlığına yönelik kimi ayrıcalıklar ve garantiler koparabilmekti. Sınırları bu noktada sona eriyordu. Berlin’de yaptığı öneriler çoğunlukla, Almanların önerileriyle örtüştüğünde kabul görüyordu sadece. Ama bir propaganda aygıtı olarak Almanlar açısından Arap dünyasında önemliydi. Özellikle de onun Alman radyosu Deutsche Rundfunk’ta yaptığı konuşmalar ve propaganda programları Almanların Arap dünyasına yönelik sürdürdükleri İslam politikasına Yahudi düşmanı bir hava veriyordu.

“Din politikaya alet edilebilir”

İster Müslüman, ister Yahudi, Hıristiyan ya da dinsiz olalım, din ve politika arasındaki işbirliği bize ne öğretiyor?
Ne mi öğretiyor? Dinin politikaya ve dinle hiç ilgisi olmayan dünyevi meselelere kolaylıkla alet edilebilir olduğunu öğretiyor. Nazilerin yapmak istediği tam da buydu işte. Sırf Naziler de değil, savaşa katılan bütün güçler İslam’ı kullanmaya çalıştı. Son olarak Soğuk Savaş sırasında da Batı, İslami anti komünist hareketleri destekledi. Bu Afganistan’daki mücahitlerin desteklenmesine, Amerikalıların sadece Stringer roketleri değil, dini propaganda materyalleri dağıtmasına kadar sürüp gitti.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.