Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum(163): Cihangir İslam, Durmuş Yılmaz, Garo Paylan, Kemal Can & Gamze Taşcıer ile muhalefet

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

İrfan Bozan: Medyascope.tv Açık Oturumu’ndan iyi akşamlar. Bu Açık Oturum’da, “Muhalefet ne yapıyor, ne yapabilir?” sorusuna yanıt arayacağız. Farklı muhalefet partilerinden dört milletvekili konuğumuz var. Konuklarımız kimler olacak? Stüdyoda Kemal Can var. İstanbul’dan Cihangir İslam, Ankara’dan HDP milletvekili Garo Paylan, CHP milletvekili Gamze Taşcıer ve İYİ Parti milletvekili Durmuş Yılmaz olacak. Onlarla muhalefeti konuşacağız. Ancak öncelikle Cihangir İslam ile başlamak istiyoruz. Cihangir İslam geçen hafta Türkiye gündemine oturdu desek yeridir. Mecliste yaptığı bir konuşma, iktidarın tepkisini çekti. Peki, önce hemen bir bakalım, bu konuşma neydi? 4 dakikalık bu konuşmanın ardından Cihangir İslam sorularımızı yanıtlayacak. Şimdi Cihangir İslam’ın geçen hafta Meclis’te yaptığı konuşmayı ekrana getiriyoruz.

İslam: Ama siz yaptıklarınızdan hicap bile duymuyorsunuz. İçinizden kaçı 15 Temmuz’da sokaktaydı? El kaldırın bakayım, kaç kişi?… Hiç mi?… Zannedilir ki çatışmalar doğruyla yanlış arasında yapılır. Ortada bir çatışma varsa

Başkan – Sayın milletvekilleri, hatibi dinleyelim.

İslam: Susturun…

Başkan: Sayın milletvekilleri, lütfen hatibi dinleyin.

İslam: Ortada bir çatışma varsa… Aziz milletim, bakın, bakın, konuşturmuyorlar görüyorsunuz.

Başkan: Ben konuşmak isteyene söz veririm, merak etmeyin. Hatibi dinleyelim, lütfen.

İslam: Ortada bir çatışma varsa bu illa doğru ile yanlışın çatışması değildir; doğru ile yanlış çatışır, yanlış ile yanlış da çatışır; bâtıl ile bâtıl da çatışır. 15 Temmuz akşamı iki bâtılın çatışmasını seyrettik biz bu ülkede.

Recep Özel: Hadi oradan! Lüzumsuz!

İslam: Neydi? Menfaat kavgasıydı. Devleti parsellediniz ve bunun hesabını vermediniz. Allah için bunlara İslamcı falan demeyin, bunlar Makyavelist, bunlar oportünist, bunlar beceriksiz, bunlar dünyaya yapıştılar ve acısını şimdi milletten çıkartıyorlar, değerli arkadaşlarım.

Ne oldu 15 Temmuz’da? Burada 4 parti aslanlar gibi imza verdi. Yenikapı’ya giderken HDP’den kurtuldunuz. Anayasa’yı referanduma götürürken CHP’den kurtuldunuz; ama bugün MHP’ye ihtiyacınız olduğu için MHP’yle yan yana duruyorsunuz. Siz kadir kıymet bilmez, siyaseten nankörsünüz, nankör.

Recep Özel: Sensin nankör!

İslam: 15 Temmuz bahâne. Bütün muhaliflerinizi, dürüst insanları, hakkı söyleyenleri, zulmünüzü yüzünüze söyleyenleri tasfiye ediyorsunuz.

Recep Özel: Parmağını sallama, o parmağını sallama!

İslam: Bakın, “liberal” “komünist” “milliyetçi” “Türkçü” “irticacı” diyerek geçmişte çok şeyler yapıldı bu ülkede. Ha, şimdi de siz uydurdunuz, FETÖ’cü, iltisaklı, irtibatlı. Nedir FETÖ? FETÖ’cü nedir?

Alparslan Kuytul’u niye içeri attınız? Ha, sıra öbür cemaatlerde mi? Nakşilerde mi, Kadirilerde mi? KHK’yle sivil ölüye çevirdiğiniz insanların şimdi, bununla, bu utanç vesikasıyla üzerlerine beton dökmek istiyorsunuz. Anayasa’yı ve en temel haklarımızı ihlâl ediyorsunuz.

Bak, sağlık çalışanlarının çalışmasını engelleyeceksiniz; sizden beklenir, şaşırmıyoruz. Müsle var ya müsle, müsle sizin işiniz; hainler mezarlığı sizin icadınız; müsadere de sizin sanatınız değerli arkadaşlar.

Zulmediyorsunuz ve zalimsiniz. Bunu her dem suratınıza haykıracağız.

Recep Özel:  Sen nesin? Sen hainsin!

İslam: Bunu niye yapıyorsunuz, biliyor musunuz? Bunu şunun için yapıyorsunuz: “O ne derse o” diyorsunuz, şundan vazgeçin.

Yelda Gökcan: 15 Temmuz gecesi sen neredeydin? Onu açıkla.

İslam: Ya, benim gibi, sizin gibi, buradaki arkadaşlar gibi âciz bir kula kulluk ediyorsunuz, en çok aldanana kulluk ediyorsunuz; Allah’a kulluk etmiyorsunuz, âciz bir kula kulluk ediyorsunuz.

Başkan: Karşılıklı konuşmayın değerli arkadaşlar.

İslam: Bakın, size şimdi milletten bana gelen mesajları aktaracağım.

Recep Özel:  O parmağı indir, parmağı!

İslam:Bize neden bunları daha önce söylemediniz, bizi niye daha önce uyarmadınız?” diye aktaracağım. Beddua alıyorsunuz.

Recep Özel:  O seansları sen mi yaptın?

İslam: “Ocakları sönsün.” diyor insanlar size, “Soyları kurusun.” diyor insanlar size, “Allah belalarını versin.” diyor insanlar size.

Başkan:  Sayın İslam… Sayın İslam…

İslam: İleride toplum içine çıkamayacaksınız.

Başkan: Sayın İslam… Lütfen konuşmanıza temiz bir dille devam edin Sayın İslam.

İslam: Siyaseten sonunuz yakın, biz geliyoruz. Gideceksiniz, gideceksiniz, gideceksiniz!

Bozan: Saadet Partisi İstanbul Milletvekili Prof. Dr. Cihangir İslam’ın Meclis’teki konuşması böyleydi. Cihangir İslam şu anda Skype bağlantısıyla karşımızda. Cihangir İslam, iyi akşamlar Galiba hatta değilmiş. Kemal Can, Cihangir İslam’ın bu konuşması iktidar çevrelerinden çok tepki aldı. Bu konuşmada onları bu kadar rahatsız edecek ne vardı?

Kemal Can: Bu ülkede galiba en temel şey, siyasette geri gelmesi ve aslında etkili olması önemli olan bir yeni unsurun, doğrudan vicdana konuşan bir içeriği olması. Yani somut olgular ya da bir ifşa faaliyetinden çok, gerek o salonda olanların, gerek dinleyen bütün AK Partililerin ve AK Parti iktidarına destek veren herkesin doğrudan vicdanına ve kendi hesaplaşmasına onları yöneltecek bir ayna efekti yarattı. Galiba AK Partilileri en çok kızdıran da aynada gördükleri şey oldu. Cihangir İslam’ın tuttuğu aynada gördükleri görüntüye feveranla karşılık verdiler; ama ben merak ediyorum, tabii muhtemelen Cihangir İslam da anlatır…

Cihangir İslam: İrfan Bey…

Cihangir Hocam, evet bağlantıda bir sorun oldu. Kemal Can bir yorum yaptı ve “Biraz AK Partililere ayna tuttu ve vicdanlara seslendi” dedi. Kuşkusuz sizden duymak isteriz. Konuşmanız iktidar çevrelerini çok ürküttü. Neden?

İslam: Kime ne etkisi oldu, bunu bilmiyorum ama şunu söyleyebilirim: Ben hem KHK’lıyım, hem milletvekiliyim, hem milletin bir ferdiyim. Hem 15 Temmuz’da sokağa çıkmış bir insanım. Hem AK Parti ile, hem söz konusu cemaatle herhangi bir ilişkim olmamış. Ben bu özellikleri taşıyan birisi olarak olaya baktığımda, gördüğüm tabloyu tarif ettim o akşam. Zaten o gün, daha doğrusu bir gün önce şöyle bir şey oldu: İYİ Parti, FETÖ’nün siyasî ayağının açığa çıkartılması hususunda bir önerge verdi, biz de destekledik. Fakat AK Parti ve MHP oylarıyla bu önerge reddedildi. Çok enteresan değil mi? Yani FETÖ’nün siyasî ayağını istiyoruz. Zaten bu bir anlamda istifhamlara yol açtı. Bir de, 701 numaralı KHK’nın kanunlaşması hâdisesi gündeme geldi ki o da şu demekti: Düşünün, kalınca bir kitap dolusu isim listesi var ve siz bu isim listesini alıyorsunuz, kanunla yasaklı hale getiriyorsunuz. Canlı canlı gömdüğünüz insanların üzerine, yetmezmiş gibi bir de beton döküyorsunuz, onların hayatla irtibatını kesiyorsunuz. Bütün bunları ortaya koyduğumuzda, evet, öyle bir konuşma çıktı ve ben o konuşmamın arkasındayım. Bunları söyleyebilirim.

Burada herhalde iktidar çevrelerini rahatsız eden “bâtılla bâtılın savaşı” benzetmeniz. Burada tam olarak neyi kastettiniz, açmanızı rica edeceğim.

İslam: Bâtıl nedir? Ben önce onu sorayım. Bâtıl, geçersiz, boş, hükümsüz, doğru olmayan, yanlış demek. Tabii bu kelimelere takılmayalım. Gelin 15 Temmuz’dan sonra biz 17/25’e dönelim: 17/25’te ne oldu? Aslında o güne kadar devleti yönetirken ortaklık yapan –o gün bunu söylüyordum kürsüden– dönemin AK Parti iktidarı ve söz konusu cemaatin ilişkisinin gayrimeşru bir ilişki olduğunu söylüyorum. Bu ikisinin de bu davranışı yanlıştır.

İrfan Bey, şöyle düşününüz: Ben bir hekim, bir cerrah olduğumdan bu örnek üzerinden gidelim: Bana bir hasta geliyor ve bana güveniyor, kendi ameliyatını bana emanet ediyor. Ben de onun ameliyatına girerken yanıma, hastanın haberi olmaksızın, bu konuda, yönetme konusunda ehliyeti ve liyâkati olmayan birini alıyorum; ameliyat konusunda örneğimize teşmil edersek, bu ameliyatı birlikte yapıyoruz ve ortaya bir komplikasyon çıkıyor. Bu, ölüm olabilir, ağır sakatlık olabilir, hafif sakatlık olabilir. Bunun sorumlusu kimdir? Yetkiyi ve ehliyeti elinde bulunduran hekim midir? Yoksa ona yardım eden midir? Hepimizin anlayacağı gibi ikisidir. Ama birincil sorumlu kimdir? Elbette ki oradaki söz konusu hekim, söz konusu doktordur.

Bu örnekten hareketle ben şunu diyebilirim ki, bu memnu, yasak, gayrimeşru ortaklığın, yönetimdeki bu gayrimeşru ilişkinin birincil sorumlusu AK Parti iktidarıdır. AK Parti sadece KHK’larla bu konuyu örtbas etmek üzere, KHK’larla yüzbinlerin üzerinde insanı işlerinden attı. Milyonları açlığa ve sefalete sürükledi ve kimin ne olduğunu da bilmiyoruz. Böyle de bir sorun var. Kim suçlu, kim suçsuz, bunu da bilmiyoruz. Böyle bir kaos oluşturarak, âdeta kendi siyasî sorumluluğunu gömmek istiyor.

Bakın, 17/25’te başlayan bu iki tarafın yanlış ilişkisi –“bâtıl”’ demekle onu kastediyorum– 15 Temmuz’a kadar uzadı. 15 Temmuz akşamı ne oldu? Ordunun içinden çıkan ve çeteleşen bir grup, meşru iktidarı, AK Parti iktidarını devirmek istedi. Yine aynı figürler… AK Parti idarede yanlış yaptı, ordu içinde çetelenen insanlar da kendi ellerine verilen yetkileri kötüye kullandı ve meşru iktidarı devirmeye çalıştı. Bakın, millet henüz yok ortada. Yani, demek istiyorum ki bu ikisinin çatışması bizi 15 Temmuz’a sürükledi. 15 Temmuz’da biz millet olarak sokağa çıktık. Bakın, milleti işin içine katsaydım, üç özneden bahsetmek zorunda kalırdım. Ben burada o çatışmanın öznelerinden bahsediyorum. Biz o akşam sokağa çıktık; ben de Üsküdar’da, Kanaat Lokantası önündeydim. Hatta Kısıklı’ya, Sayın Cumhurbaşkanı’nın evinin oraya kadar motosikletimle gittim, durum orada nasıl diye bir kolaçan ettim. Oralar da sâkindi, tekrar Üsküdar merkeze döndüm. Biz milletçe bu gafil yöneticileri bir uçurumun kenarından çektik aldık o gece. Bütün söylemek istediğim budur. Bunun siyasî hesabı millete verilmelidir. Benim söylediğim bu.

Cihangir İslam, yayınımıza katıldığınız için çok teşekkürler.

İslam: İyi yayınlar diliyorum. Hem size hem oradaki katılımcı arkadaşlarıma selamlarımı saygılarımı sunuyorum. Sağolun.

Teşekkürler, iyi akşamlar. Aslında bu konuşmasından bir süre sonra, Cihangir İslam partisi Saadet Partisi’nin Bağcılar’daki bir etkinliğine katıldı. O etkinlikte yaptığı bir konuşma vardı, oradan bir bölüm ekranlara getireceğiz şimdi. Daha sonra da, İYİ Parti milletvekili Durmuş Yılmaz’a ulaşmaya çalışıyoruz, ondan da “Muhalefet ne yapmalı?” sorusuna yanıt aramaya çalışacağız. Şimdi o video geliyor ekrana.

Cihangir İslam: Gördünüz ve şahit oldunuz ki hakkı söylemenin bedeli ağırdır. Ama bedeli ağır diye biz hakkı söylemekten vazgeçmeyeceğiz. Sizlere, bütün İstanbullulara, bütün vatandaşlarıma gerçekten teşekkür ediyorum. Bizlere güvendiniz, bizlere vekâlet verdiniz. Bizleri Ankara’ya, Meclis’e gönderdiniz; sizlerin sözünü, sizlerin dertlerini, sıkıntılarını iletelim, dünyaya, Türkiye’ye haykıralım diye gönderdiniz.

Ne yaparız, bu yolculuğun sonu nerede biter gerçekten bilmiyorum. Gaybı bilmiyorum. Ama her zaman söylediğimi bir defa daha tekrar etmek istiyorum: Her zamanda ve her zeminde hakkı haykırmaya, hakkı söylemeye devam edeceğiz. Size sadece bunun sözünü veriyorum değerli izleyiciler.

Merhaba tekrar, Medyascope.tv Açık Oturumuna devam ediyoruz. İYİ Parti milletvekili Durmuş Yılmaz şu an hattımızda. Durmuş Yılmaz, iyi akşamlar.

Durmuş Yılmaz: İyi akşamlar.

Az önce Cihangir İslam konuğumuzdu. Geçen hafta Meclis’te yaptığı konuşmasına siz de attığınız tweet’le, “Gerçekleri söylemeye devam edin lütfen” diye destek verdiniz. Burada aslında bir muhalefet tarzı vardı ve bu iktidarı çok rahatsız etti. Size ayrıca ekonomiyi de soracağım, ama önce şuradan başlayalım: Cihangir İslam’ın söyledikleri iktidarı neden rahatsız etti Sayın Yılmaz?

Yılmaz: Ben iktidarın neden rahatsız olduğu üzerine konuşmak istemem. Benim bildiğim ve söylemem gereken şu: Biz artık şahıslar üzerinden muhalefet yapmayı ve konuşmayı çok doğru bulmuyoruz. Prensiplerden ve değerler üzerinden muhalefet yapmamız lazım. Ali hakkında şunu, Veli hakkında bunu söylemek değil. Ortada birtakım değerler var, o değerlerin üzerinden siyaset yapmamız lâzım. Onu yaptığımız sürece de birbirimizi anlayabileceğimizi düşünüyorum. Dolayısıyla da burada öne çıkan şey sıfatlar. Ali değil, Veli değil; fakat Ali’nin, Veli’nin temsil ettiği sıfatlar. Yani ortada bir yolsuzluk mu var, bir aldatış mı var, yalan söyleme mi var, karşı tarafa hakaret ya da olayı çarpıtma mı var? Bizim prensipler üzerinden siyaset yapmamız lazım. Yoksa “Ali şöyle söyledi, Veli böyle söyledi” beni çok ırgalamıyor, üzerinde durmaya değer bulmuyorum. Değerler, prensipler, metodoloji üzerinden siyaset yapmamız lâzım ve karşı tarafı eleştirirken de bu çerçeveden bakarak eleştirmemiz lâzım. Karşı taraf da bizi bu şekilde eleştirirse ortaya bir diyalog çıkar. O diyalog çerçevesinde de şu anda ülkeye yapabileceğimiz en güzel iyiliği yapmış oluruz.

Peki Sayın Yılmaz, uzun süre Türkiye’nin önemli bir ekonomik kurumunun, Merkez Bankası’nın başkanlığını yaptınız. Şu an yaşadığımız ekonomik sıkıntılar var. Muhalefetin, bu ekonominin kötülüğünü yeterince kullanmadığına dair iddialar var. Buna katılıyor musunuz? Eğer katılıyor ya da katılmıyorsanız, muhalefet, ekonominin kötülüğü üzerinden nasıl bir muhalefet stratejisi geliştirilebilir?

Yılmaz: Ben bu eleştiriye katılmıyorum. Şahsen ben her platformda ne söylenmesi gerekirse kendi perspektifimden söylüyorum. Ama ortam öyle bir iletişim ortamı, öyle bir şey ki, bizim söylediklerimiz maalesef gerek yazılı basında, gerek görsel medyada, gerekse sosyal medyada çok fazla yer bulmuyor. Ben şahsen söylenmesi gerekeni söylüyorum.

Dün İstanbul’da TÜSİAD ve Koç Üniversitesi’nin düzenlediği “Türkiye’de Enflasyon Gelişmeleri” konusunda bir toplantı vardı. Beni o toplantıya ana konuşmacı olarak davet ettiler. O toplantıda, Türkiye’de enflasyon nerede başlamıştır, nereye geldik konusu ele alındı. 2002’de AK Parti iktidara geldiğinde enflasyon neydi, neyi devraldılar? Ama bugün geldikleri noktada 2002’ye geri döndük biz. Ben bunu orada açık ve net olarak söyledim. Nerede hata yapıldığını kendi perspektifimden söyledim. Ama bugün basına baktığımda, maalesef sadece bir-iki yerde ve bir internet sitesinde bunun haberi vardı, onun dışında bir şey yoktu. Dolayısıyla bu iddialara katılmıyorum. Ben şahsen, gerekeni her ortamda söylüyorum. Plan Bütçe Komisyonu’nda da bunu söylüyorum; ama maalesef bu basında yer bulmuyor. Zaten sıkıntı da buradan kaynaklanıyor.

Peki, efendim bu ambargo nasıl delinir? Zira bir seçim sürecine giriyoruz. Siz mesela İYİ Parti olarak hükümetin çerçevesini çizdiği bu medya ambargosunu nasıl deleceksiniz? Ne yapacaksınız?

Yılmaz: Bunun kolay olduğunu zannetmiyorum. Ama dediğim gibi, biz dolaylı yoldan, yazılı, görsel ve sosyal medya üzerinden ulaşamıyorsak sahaya çıkacağız, vatandaşla sıcak temasta bulunacağız. Kapalı salon toplantılarıyla, sokakta yapacağımız temaslarla, sıkacağımız elle bunu anlatmaya gayret edeceğiz.

Mesela, Pazartesi günü Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın bütçesi görüşülürken, biz Kamu Özel İşbirliği çerçevesinde yapılan yatırımları, verilen garantilerin 2019 yılında ekonomiye getireceği yükü sorduk. Israrlarımız sonucu gecenin bir saatinde –herhalde ilgili bakanın zaafına geldi– bize bir liste vermek durumunda kaldı. Biz de bunu kamuoyu ile paylaştık. Paylaştığımız bu bilgiyle ulaşabildiğimiz yere kadar ulaştık ve vatandaş bunlarla ilgili bilgi sahibi oldu. Bu bir ekonomik ve siyasî tercih. Biz bu siyasî tercihin çok pahalı olduğunu; ileride, uzun vadede kamu ve maliye açısından bir alan bırakmayacağı ve bütçenin üzerinde çok büyük bir kısıt yapacağı konusunda toplumu bilgilendirdik. Ama bundan sonra bunun nasıl devam edeceği konusundaki tercih Türk Milleti’nin. Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı’nın, Kamu Özel İşbirliğiyle 41,5 milyar TL’lik bir yatırım portföyü var. O portföyün içerisinde verilen garantiler şu anda 2016, 2017, 2018 ve 2019’daki toplam bütçeden yapılan ve yapılacak olan ödemelerin toplamı 8 milyar TL’nin üzerinde. Yani ilk 4 yılda toplam yatırımın 5’te 1’i kadar bir yük binmiş. Bunların ortalama vadesi 8 yıldan 23-24 yıla kadar değişiyor.

Bu tabii gelecek için büyük bir yük demek. Durmuş Yılmaz, yayınımıza katıldığınız için çok teşekkürler, iyi akşamlar.

Yılmaz: Ben teşekkür ederim. İyi akşamlar.

Kemal Can, şunu sormak istiyorum: Burada sık sık muhalefet temsilcilerini konuk ettiğimizde şöyle bir yakınma hali var:Medya ambargosu ile karşı karşıyayız, sesimizi duyuramıyoruz. Biz aslında iyi muhalefet yapıyoruz”. Bu haklı bir gerekçe midir, yoksa bir bahane olarak mı sunuluyor?

Kemal Can: Haklı bir gerekçe. Bunu somut olarak görüyoruz. Hakikaten, şu anda, değil “iktidar yanlısı” diye etiketlenecek medya, normal, ana akım diyebileceğimiz veya daha önce böyle isimlendirilen medya açısından bile artık muhalefete kapalılık söz konusu. Kamu yayıncılığı alanı zaten önemli ölçüde kapandı. Standart uygulamalar anlamında da sesleri duyulamıyor. Bu çok açık. Bu, ölçülebilen ve görülebilen bir şey. Ama sormaya da herkesin hakkı var. Belki Durmuş Yılmaz kendi açısından doğru bir şey söylüyor; o, uzmanlık alanıyla ilgili birtakım veriler paylaşıyor, görüşlerini ifade ediyor. Benim de bazılarına sınırlı kanallardan ulaşabildiğim kadarıyla böyle bir çaba gösteriyor. Belki kişiler bazında bu söylenemez; ama genel olarak, muhalefet partilerinin “Bu ambargo olmasa siz ne diyeceksiniz?” sorusuna verilecek cevapta biraz zorlanabileceklerini düşünüyorum açıkçası. Spesifik birtakım meselelerde, mesela Durmuş Yılmaz’ın ekonomi uzmanlığı olduğu gibi veya biraz sonra bağlanacak Gamze Hanım’ın kendi alanıyla ilgili ve Meclis’te aktif çalışan bazı milletvekillerinin spesifik alanlardaki çabaları dışında, genel bir politik perspektif olarak, bir ortak strateji olarak, bir muhalefet sözü üretme anlamında –bu blokaj kalksa bile– yeterince etkili olup olamayacaklarına ilişkin bir sorgulamaya ihtiyaç var. Yani haklılar, “Tamam, biz sözümüzü aktaramıyoruz; ama aktarılmaya değer sözler üretiyoruz” meselesinde de eleştirilere bir bakmaları, kendilerini yeniden bir özeleştiriye tâbi tutmaları da gerekiyor diye düşünüyorum.

Aslında bu durumda kuşkusuz ne kadar kıymetli söz söyleseler de, herhalde bunun bir şekilde topluma ulaşmama ihtimali yüksek.

Can: Bazı meseleler var ki, mesela referandum kampanyaları sırasında da bu eşitsizlik vardı. Ama kamuoyunda o rahatsızlığın konuşulur olması, bir gündem haline gelmesiyle birlikte, o barajlar hayatın içinde kalktı. Şimdi ekonomi de biraz böyle bir mesele.

Algılar açık.

Can: Tabii. Perdeleyerek saklanabilecek şeyin bir sınırı var. Sonsuza kadar bütün algıyı yönetemezsiniz. Bir de hayat var, alan var. Dolayısıyla, orada bence daha kuvvetli söz, iddia ve siyasete perspektif kazandırma anlamında, muhalefetin eksikleri olduğunu da kabul etmeniz lâzım. Sadece aktarım sorunundan bahsedemeyiz. Aktarılacak içerikle ilgili sorunu tartışmaktan vazgeçemeyiz.

Peki. Şimdi bir milletvekiline gideceğiz. Gamze Taşcıer, kendisi CHP Ankara Milletvekili. Aslında biz onu milletvekili olmasının ötesinde, daha çok bir uçak haberiyle tanıdık diyelim. Zira yaptığı müthiş bir habercilikti aslında. Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın aldığı, kimilerine göre kendisine hediye edildiğini söylediği, kimilerine göre de alındığı söylenen Katar Emiri’nin eski uçağı. Muhtemelen izlemiş de olabilirsiniz, Gamze Taşcıer bunu bir videoda tane tane anlattı. Şimdi o videoyu izleyelim. Ardından da Gamze Hanım ile bu muhalefet tarzını konuşacağız. Şimdi o video ekrana geliyor.

Taşcıer: “Uçan Saray” ile ilgili sorduğumuz yazılı sorulara henüz bir cevap alamadık. Biz de sorularımızı görsel olarak sormaya karar verdik. Katar Emiri, uçaklarından biri olan B747-8 model uçağını satmaya karar veriyor. THY Şubat ayında, envanterinde bulunmayan aynı model için pilot arayışına giriyor ve ilanı çıkıyor. Bu, bugün edindiğimiz bir bilgi. Burada yetkililere şunu soruyoruz: Bu ilanın, pilot alımının bu olayın kurgusuyla bir ilgisi var mıdır, yok mudur?

Katar Emiri, uçağın satışı için İsviçre merkezli bir firmaya satış yetkisi veriyor. Şirket, ikinci el uçak sitesine ilanını veriyor. Ağustos ayında, İngiliz basınında ilanın haberleri çıkıyor. İçerisinde, ameliyat yapılabilecek küçük bir hastanesi olan ultra lüks VIP uçağın, 4 milyar 240 milyon lira değerinde olduğu iddia ediliyor.

Yine bugün ulaştığımız bir bilgiye göre, Ağustos ayında Fransız basını Katar Emiri’nin uçağının bir devlet başkanına satıldığını iddia ediyor. Eylül ayında, THY haber sitesinde uçağın Türkiye tarafından satın alındığı ve 12 Eylül’de Türkiye’ye iniş yapacağı yazılıyor. Biz uçağın rotasını takip ettik. B747-8 model uçak 11 Eylül’de İsviçre’nin Basel kentinden havalanıyor ve 12 Eylül günü Türkiye saatiyle 00.19’da Sabiha Gökçen Havaalanı’na iniş yapıyor.

İsviçre merkezli şirket yetkilisi görüşmelerimiz sonucu uçağın satıldığını bize teyit etti. Kendi internet sitesine de, uçağın fotoğrafının üzerine “SATILDI” ibaresini ekledi.

Şimdi buradan sorumuzu tekrarlıyoruz: Bu uçak satın mı alındı, hediye mi edildi?

Az önceki videoyu hazırlayan isim Cumhuriyet Halk Partisi’nden Gamze Taşcıer şu an karşımızda. Gamze Hanım, iyi akşamlar.

Gamze Taşcıer: İyi akşamlar, iyi yayınlar diliyorum.

Teşekkür ediyoruz. Videonuz epey ilgi gördü. Öncelikle, şunu sorayım: Neden böyle bir video hazırlama ihtiyacı duymuştunuz?

Taşcıer: Birazdan daha ayrıntıya gireceğiz, ama maalesef muhalefet yapma alanlarımız o kadar kısıtlandı ki, biz de kendimizce farkındalık yaratmak anlamında yöntemler buluyoruz diyelim. Bir de, bazen bir mesajı vermek istediğiniz zaman, bir metin okunmuyor ya da çok karmaşık gelebiliyor. Onun için de yurttaşların daha rahat anlayabilmesi için bir özetleme yöntemi düşündük ve böyle bir video çektik. O da dediğiniz gibi hem haberin bilinirliğini artırdı hem de çok ilgi gördü. Sosyal medya üzerinden milyonun üzerinde bir izlenme oranıyla karşılaştık. Bu çok önemli bir şey. Demek ki, doğru muhalefet yöntemini keşfettiğimiz zaman, aslında birçok kişiye de daha rahat ulaşabiliyoruz.

Burada herhalde kritik kelime “doğru muhalefet”. İktidara mesafeli olan kesimler, genel bir algı olarak, Türkiye’de muhalefetin kapasitesini hep sorgular bir haldeler. Bu konuda muhalefete mikrofon çevirdiğimizde de medya ambargosu öne çıkartılıyor. Ama anladığım kadarıyla, siz bu yöntemle bu ambargoyu aşmış durumdasınız. Peki, o zaman “Doğru muhalefet nasıl olmalı?” sorusuna ne yanıt verirsiniz?

Taşcıer: Aslında şöyle söyleyeyim: Muhalefet etme yöntemlerini analiz ederken, önce nasıl bir ortamda muhalefet ettiğimize bir bakmamız lâzım. Şunu da özellikle belirteyim: Ben muhalefetin Türkiye tablosunu doğru okuyamadığını ya da eksik okuduğunu düşünmüyorum. Tabii, öyle bir ortam ki, artık bir iktidarın devletleştiği, yasamanın zayıflatıldığı, yürütmenin tek bir kişiye bağlandığı, yargının doğrudan ya da dolaylı olarak yürütmenin emrine verildiği bir baskı ortamından bahsediyoruz. Yürütmeyle birlikte, güvenlik güçlerinin uyguladığı fizikî baskı var. Bir de bu son, özellikle dün yaşadığımız KHK’larla ihraç edilen akademisyenlerin, devlet memurlarının dışında, “güvenlik soruşturması” adı altında, Damokles’in kılıcı gibi vatandaşın üzerinde bir psikolojik baskının olduğu bir ortamdan bahsediyoruz.

Yine, medyanın tekelleştiği, tek bir sesten haber yaptığı, hatta kıskanılacak bir şekilde propaganda aracına dönüştüğü bir ortamdan bahsediyoruz. Bugün belki basının bu konuda pek haber yapmadığı; özellikle sağ seçmen dediğimiz muhafazakâr seçmenin iletişim anlamında televizyonu kullandığı; sol seçmenin de internet ve sosyal medyayı kullandığı ile ilgili bir araştırma yayınlandı. Sosyal medya kullananların %65’inin “Bir şey yazarsam başıma bir şey gelir” endişesini taşıdığı ve baskı hissetiği –istibdat dönemi diyebiliriz buna– böyle bir ortamda muhalefet yapmaktan bahsediyoruz. Şüphesiz, Meclis o anlamda muhalefetin ayaklarından sadece bir tanesi. Ama bizleri destekleyen sivil toplum kuruluşlarının, meslek odalarının, derneklerin varlığı da muhalefeti güçlendirecek olan etkenlerin başında geliyor açıkçası. Bizler her platformda sesimizi duyurmaya çalışıyoruz; ama bazen bu duyurmada yetersiz kaldığımız zaman, kendimizce farkındalık yaratacak birkaç örnek bulmaya çalışıyoruz. Uçak haberi bunlardan bir tanesi.

Yine geçtiğimiz günlerde bebek bezi zammına bir altın kurdele takarak ilginç bir hale dönüştürdüğümüz haber, havuz medyası diye tabir edeceğimiz kanallarda bile –her ne kadar stokçuları hedef alarak yaptıkları bir haber olsa da– haber olabilecek nitelikte bir farkındalık yaratabildik. Şüphesiz, sesimizi duyurma anlamında bir özeleştiri de yapmak gerekiyor. Ama tek başına bir siyasî partiye muhalefet etme görevini vermediğimiz sürece, daha başarılı sonuçlar elde edeceğimize inanıyorum açıkçası.

Peki, partiniz aslında ana muhalefet sıfatını taşıyan bir parti. Ondan, diğer muhalefet partilerinin sürükleyicisi olması, daha önde olması bekleniyor — ki referandum sürecinde biz buna tanıklık ettik. Referandumda “Hayır”ın motor gücü Cumhuriyet Halk Partisi idi. Bu, herkesin kabul ettiği bir gerçek. Ama ondan sonra bir ivme düşüşü yaşandığına dair genel bir görüş var. Bu durumda partinizin muhalefetsiz olduğuna, motivasyonsuz olduğuna dair neden böyle bir algı var? Bu yanlış bir algı mıdır? Yanlış bir algı değilse de bu neden kaynaklanıyor?

Taşcıer: Ben yanlış bir algı olduğunu düşünüyorum. Çünkü 16 Nisan Referandumu’nda toplumun %50’si, demokraside, insan haklarında, özgürlük anlamında ortak bir payda bulduğu için bir araya geldi. %50’nin oy verdiği ve “Hayır Bloku”nun içerisinde olan partiler, belki günlük hayatta hiçbir şekilde bir araya gelemeyecek olan partiler. Ama ortak payda anlamında bir araya geldikleri için ben bunu son derece kıymetli buluyorum. Diyeceksiniz ki “Bu sonrasında devam etti mi?” Elbette ki ettiğine inanıyorum.

Son yaşadığımız, “Emeklilikte Yaşa Takılanlar” sorununun Meclis’teki mücadelesinde, yine bu “Hayır” bileşenleri olarak addettiğimiz İYİ Parti’nin, HDP’nin, Saadet Partisi’nin de katkısıyla, parlamentoda “EYT” için ciddi bir mücadele verildi. Tabii MHP’yi muhalefet olarak sayamıyorum. Çünkü söylemlerinde bize katılıyorlar, verdiğimiz önergeleri destekliyorlar. Ancak Parlamento’daki oylamada ya Genel Kurul’da bulunmamayı tercih ediyorlar ya da oylarının rengini iktidarla birlikte kullanma yönünde bir tercih yapıyorlar. Dolayısıyla ben ortaklaşılan ve demokrasi anlamında iyi ve güzel olan her şeyde bu %50 Bloku’nun bir araya gelebileceğine olan inancımı devam ettiriyorum. Bu anlamda tabii bizlere de sorumluluk düşüyor. Özellikle ana muhalefet partisine çok ciddi bir görev düşüyor. Gerçi, yeni yasayla birlikte “ana muhalefet kavramı” da ortadan kalktı, ama –ikinci büyük parti diyelim– ikinci büyük parti olarak da Cumhuriyet Halk Partisi’ne çok ciddi bir sorumluluk düşüyor. Bize düşen de toplumun ortaklaştığı temel noktalarda bu farkındalığı yaratabilecek muhalefet yöntemlerini bulmak olsa gerek.

Yerel seçimler yaklaşıyor, beş ay var. CHP ya da muhalefet, neleri ön plana çıkarmalı ki iktidarı geriletebilsin ve özelikle İstanbul, Ankara gibi göz önünde olan kentleri alabilsin?

Taşcıer: Öncelikle, aslında çok derinden hissedilen bir ekonomik kriz söz konusu. Her ne kadar bu seçimleri erkene alarak gizlemeye çalışsalar da gittikçe derinleşen ve artık bu kadar baskı ortamına rağmen toplumun seslendirdiği, dillendirdiği, şikâyet ettiği bir krizden bahsediyoruz. Bu tabii ki bir avantaj. Tabii bunun bir dezavantajı da olabilir. Baskı ortamından dolayı bir bağımlılık yaratıldı, Yani mevcut iktidar tarafından toplum giderek yoksullaştırıldı, yapılan yardımlar bir lütuf gibi gösterilerek toplumun bu yardımlara bağımlılığı sağlandı. Bunu kırmamız lazım. Bunun bir lütuf değil, bir hak olduğu noktasında, gerekirse kapı kapı, sokak sokak bu mücadeleyi vermemiz lâzım. Gerçi birçok yurttaşımız bize “Biz sizi sokakta görmek istiyoruz” diyorlar. Ama sesimizi duyuracağınız alan çok az olduğu için, sokak çalışmalarımızı bile bir şekilde gösteremiyoruz. Programa gelmeden önce Aile, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın bütçesini görüşmeye gittik. Kendimizin, partimizin, arkadaşlarımızın tüm konuşmalarını canlı yayına almak istediğimizde bile Komisyon Başkanı tarafından arkadaşlarımıza müdahale edildiği bir ortamdan bahsediyoruz. Yani iyice boğazımızın sıkıldığı bir ortamdayız. Ama buna rağmen umut hiçbir zaman kaybedilmez. Umudumuzu yitirmeden, azim ve inançla, sesimizi duyurabildiğimiz tüm kesimlere duyurmaya çalışacağız.

Gamze Taşcıer, yayınımıza katıldığınız için çok çok teşekkürler.

Taşcıer: Ben teşekkür ediyorum, iyi yayınlar diliyorum.

Teşekkürler. Kemal Can, bu ekonomik krizin muhalefete bir alan açtığı söylenir durur. Peki, muhalefet bu ekonomik krizi muhalefet argümanı olarak iyi kullanabiliyor mu?

Can: Bence kullanamıyor. Bir kere, krizin isimlendirilmesi sürecinde, yani “Brunson hâdisesi” ile başlayan kur şokuyla özdeşleştirilerek ve o dönem muhalefet, iktidarın bu özdeşleşmeye imkân verecek çıkışlarına, ya sessiz kalarak ya destek vererek, krizin isimlendirilmesi aşamasında gündemi kaptırdı. Bu, aslında 24 Haziran sürecinde kriz ihtimalinin politikleştirilmesi açısından da kaptırılmış bir şeydi; ama iktidar, bir dış ekonomik saldırı ya da ekonomik savaş argümanı etrafında, krizi bir haricî problem gibi konumlamayı becerdi. Hatta dolaylı olarak o kur şokunun Brunson’ın bırakılmasıyla şimdi geçici olarak gerilemesi, yani 7,5 TL’ye çıkan doların 5,5 TL’ye gelmesi, zafer havasında sunulabildi. Halbuki yılbaşı itibariyle bakıldığında hâlâ çok ciddi bir değer kaybı var.

%20’ye yakın bir değer kaybı var.

 Can: Ama 5,00 TL’nin üzerinde tutulan dolar bir zafer gibi sunuldu. Bu isimlendirme ve gündemi biçimlendirme meselesinde tabii ki muhalefetin sesini ve sözünü aktaramaması kısmı var; ama pozisyonlanma sorunu da var. Bu isimlendirmede evet, “Bir dış saldırı karşısında bu siyaset-üstü bir meseledir” dediğiniz anda, o isimlendirme…

Bu da muhalefetin biraz hassas olduğu bir nokta mı? Dışarıdan kaynaklı bir şey söylendiği zaman, “Aman ben ülke olarak savunma durumuna geçmeliyim” diyerek muhalefetin bu anlamda sıraya dizilme gibi bir durum var herhalde, değil mi?

Can: İşte orada, milliyetçi damar üzerinden, zaten referandum sürecinden itibaren, hatta ittifakın kurulmasıyla, 15 Temmuz’la da başlayan bu “yerli ve milli” meselesi üzerinden kurulan bir baskıyı aşamama durumu var. Gamze Hanım’ın dediği gibi %50’nin birlikte davranmasından gelen bir ivme var. Ama o %50’nin bir arada durmasını zorlaştıran, sürekli üzerlerinde hissettikleri bir mahcup birliktelik halinde devam etmesini zorunlu kılan bir baskı da var. Dolayısıyla bu yumuşak karna oynayarak, politika üretmelerini zorlaştıran…

Erdoğan da buraya oynuyor.

Can: Tabii. Sadece kanallarını tıkayarak değil, politika kurma alanlarını da kapatarak siyaset kuruyor. Ve burada da mahcup davranış ya da siyaset kurmaktan imtina etmek ya da gelebilecek suçlamalardan korunmak için zayıf pozisyon almak, sonuçta kullanılabilir görünen imkânları da kullanamamaya neden oluyor.

Muhalefet, “Şunu söylersem acaba dış güçlerle aynı pozisyonda olur muyum?” sorusunu sordukça, herhalde…

Can: “Yan yanalık” meselelerinde de aynı şey yaşanıyor. Kurulan ittifak sorununda aynı şey yaşandı. Muhtemelen şimdi yine seçim gündeminde benzer bir sorunla karşı karşıya gelinecek. Ana muhalefet bunları cesaretle aşamadığı takdirde, medya barajlarını aşsa bile zorlanacak. Bir de küçük nokta; mesela referandumda “Evet” çıkmasına rağmen muhalefet blokunun genel olarak bir moralsizlik ve çöküntü içerisine girmediği, motivasyonunun devam ettiğini izledik. Hatta kaybedilmiş bir referandum olmasına rağmen bir başarı gözüyle bakılabilmesi mümkün oldu. Ama 24 Haziran’da aşağı yukarı aynı rakamlarla çıkan bir sonuca rağmen, üstelik de AK Parti’nin oy kaybıyla sonuçlanmasına rağmen, aynı havayı görmüyoruz. Bunun bir karşılığı ve nedeni var. Bunun üzerine biraz kafa yorulması lazım.

Anladım. Şimdi bir başka milletvekiline kulak vereceğiz. Halkların Demokratik Partisi milletvekili Garo Paylan. O da Meclis’te sık sık bireysel muhalefetiyle duyduğumuz bir isim. Garo Paylan’ın Çorlu’da meydana gelen tren kazasıyla ilgili Meclis’te Komisyon’da bir konuşması vardı. Önce onu izleyelim, sonra Garo Paylan bize Meclis’ten –ki hâlâ mesaide olacağını söylemişti bağlanacak. Şimdi o video geliyor ekrana.

Garo Paylan: Şimdi işin aslına gelmek istiyorum. Çorlu’daki tren faciası bizden 25 vatandaşımızı aldı. Oğuz Arda Sel’i aldı Sayın Bakan, değerli arkadaşlar. 9 yaşındaydı Oğuz Arda Sel. Aynı zamanda Sena Köse’yi aldı. 16 yaşındaydı Sayın Bakan.  Aynı şekilde 25 vatandaşımızı maalesef kaybettik.

Sizler, Sayın Bakan’ın sunumunda Oğuz’un ve Sena’nın ismini duydunuz mu? Vicdanlı bir hükümetin vicdanlı bir bakanı ne yapar? Sunumunun başına “Ben bu sunumu Oğuz Arda’ya, Sena’ya adıyorum. Onun hakkı, hukuku için her şeyin başına onu koyacağım” der. Ama maalesef, bizde cinayetler olur, kazalar, felâketler olur, hiç kimse istifa etmez. İstifa etmediği ve işin üzerine gidilmediği için de, suçlar, cinayetler yapanın yanına kâr kalır. Bu konuda etkin bir soruşturma yapılmadığını da düşünüyoruz. Bu konuda hiç kimsenin istifa etmediğini de biliyoruz.

Ben Oğuz Arda Sel’in annesi Mısra Sel’in bir mesajını okuyacağım size Sayın Bakan. Aynen şunu diyor Mısra Sel. Bugüne kadar hiçbir şey yapılmadı. Neden hiçbir şey yapılmıyor? Neden üstü örtülmeye çalışılıyor? Son nefesime kadar bu mücadeleyi vermekten vaz geçmeyeceğim. Hiçbir anne bu durumu kabul etmez. Ben de kabul etmiyorum ve etmeyeceğim.” Ve Sayın Bakana şunu soruyor: Vicdanınız rahat mı Sayın Bakanım?’’ Devlet bu konuda her şeyi yapmış mıdır? Siz sunumunuzda bahsetmediniz ama Oğuz Arda Sel’in ve 25 vatandaşımızın –bence– katli ile ilgili ne yaptınız? Vicdanınız rahat mı? Vicdanı rahat bir ülkenin vatandaşları, milletvekilleri olalım. Bu anlamda da Mısra Sel ve 25 vatandaşımız adına size hesap soruyorum Sayın Bakanım.

Az önce duyurduğumuz gibi Garo Paylan şu anda Ankara’dan Skype bağlantısıyla karşımızda. Garo Paylan, iyi akşamlar.

Garo Paylan: İyi akşamlar, merhabalar.

Merhabalar. Az önce Çorlu tren kazasına ilişkin Komisyon’da yapmış olduğunuz konuşmayı ekrana getirdik. Hemen şunu sormak istiyorum size. Şu anda da yanılmıyorsam Meclis’te mesaidesiniz, değil mi?

Paylan: Evet, evet şu anda mesaideyiz. Şu anda Aile, Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanlığı’nın bütçesini görüşüyoruz. Aslında bir torba bakanlık. Aile, kadın, sosyal politikalar ve çalışmayı bir bakanlıkta birleştirdiler. O bakanlığın bütçesini görüşüyoruz.

Şu sorunun da yanıtını merak ediyorum: Siz bir önceki dönemde, yani Türkiye’nin cumhurbaşkanlığı yönetim sistemine geçmediği dönemde de Parlamento’daydınız. İki parlamento arasındaki çalışma farkını, muhalefet etmenin farkını sorsam, birkaç cümleyle neler söylersiniz?

Paylan: Parlamento ciddi bir erozyon yaşadı, bu net. Aslında yeni sistemin kuvvetler birliği sistemi olduğunu söylüyorduk. Yani bütün kuvvetleri alıp Saray’a götürmek istedi Recep Tayyip Erdoğan ve maalesef Türkiye toplumu buna “Evet” dedi. Meclis’in denetim görevini yapamadığı bir döneme girdik. Yani Meclis’in görevi, bir: Yasama yapmaktır, yasaları çıkarmaktır; iki: Bence ondan daha önemli bir görev, yürütmeyi dengelemek ve denetlemektir. Bu dönemde maalesef bu denge ve denetim görevini daha az etkin yapabiliyoruz. Bunun çeşitli sebepleri var tabii. Siyasî irade daha çok Saray’a doğru aktı, bununla birlikte diğer güçler de aşındı. Medya da aşındı, büyük ölçüde topluma ulaşamayan bir medya var maalesef. Diğer dengeleyici, denetleyici, bağımsız kurumların da yürütmenin yedeğine alındığı günlerden geçiyoruz. Mesela Türkiye’de bir ombudsmanlık meselesi vardır. Şu anda bütçesini görüştük, ombudsman Adalet Bakanı’nın kayınbabası. Oysa ombudsman dediğimiz demokrasilerde gadre uğrayan vatandaşı devlete karşı korur. İyi de, Adalet Bakanı’nın adaletsiz olduğu günlerde, kayınbabası damadını nasıl denetleyecek? Böyle bir iltisaklı, dengeleyici kurumlar ağı. Meclis’teki AK Parti-MHP çoğunluğu da bu denge ve denetim görevini yapmamıza büyük oranda engel tabii ki.

Peki, şimdi esas konumuza dönersek, siz, Halkların Demokratik Partisi’nin milletvekilisiniz. HDP konuşulunca sürekli 7 Haziran’da aldığı oy oranı telaffuz ediliyor ve ardından bir dizi görüş belirtiliyor. O tarihten bu yana, HDP’nin muhalefette etkisizleştiği yönünde bir görüş var. Böyle bir yargıyı paylaşıp paylaşmadığınızı merak ediyorum. Burada kuşkusuz, devletin HDP kadrolarına, eski eş başkanlarına yönelik baskıları, gözaltıları, tutuklamaları söz konusu. Bir dış etken var, evet; ama iç kapasite olarak da acaba HDP’nin muhalefet etme tarzında sıkıntılar var mı?

Paylan: Halkların Demokratik Partisi’nin kurucu bir üyesi, bir milletvekili olarak çok net söylüyorum: Şu 3 yılda HDP’nin başına gelenler dünyada hangi partinin başına gelseydi, o partiden geriye eser kalmamıştı. HDP’nin başına gelenlerin binde biri, bakın yüzde biri demiyorum, AK Parti’nin başına gelseydi, AK Parti çil yavrusu gibi dağılmıştı. Mesela, AK Parti’ye kapatma davası açıldığında, AK Partili bütün üyeler AK Parti’den nasıl kaçacaklarını düşünüyorlardı, bunu çok iyi biliyorum. Tabii ki bu onayladığımız bir şey değildi; ama hepsi gemiyi terk etme telaşındaydı.

Oysa on bine yakın arkadaşımız tutuklu. On binlerce arkadaşımız gözaltına alındı, bırakıldı. Parti kurullarımıza yapılan saldırıları, eş genel başkanlarımıza yapılan operasyonu biliyorsunuz. Bu yapılan olayları, medya ambargosunu, her gün itibarsızlaştırma çabalarını, bütün trollerin saldırılarını, yani binlerce şeyi alt atla koyun, bu kadar şeye rağmen HDP dimdik ayakta. Tabii ki zorlanıyoruz, bundan kuşku yok. Selahattin Demirtaş’ın, Figen Yüksekdağ’ın, binlerce arkadaşımızın tutuklu olması, belediyelerimize kayyum atanması… Bütün bunlar elbette bizi zorluyor; ama her şeye rağmen inandığımız bir şey var: Biz haklıyız ve devletin mağduruyuz. İnandığımız değerlerde herhangi bir sorun görmüyoruz. Demokrasi, adalet, barış istiyoruz. Bunlar evrensel değerler. Onlar “savaş” diyorlar, “baskı” diyorlar, “zulüm” diyorlar, devletin bütün gücüyle üzerimize çullanıyorlar. Ama buna rağmen –onlar açısından maalesef diyeceğim– hiçbir şekilde HDP’yi bitiremediler ve bitiremeyecekler. Çünkü şunu mutlulukla söyleyeceğim: Tabii ki aşınıyoruz, ama aldıkları her koltuğu dolduruyoruz ve mücadele gücümüzde bir eksilme yok. Ama sorun şu: Tekrar o eski önyargıları depreştirdiler. Biliyorsunuz, HDP’ye dönük önyargıları 7 Haziran sürecinde büyük oranda aşmıştık; “Ülkeyi böleceksiniz, parçalayacaksınız” gibi yaftalar vardı üzerimizde. Oysa biz tam tersine, ülkeyi birleştirebilecek gücün HDP olduğu iddiasındaydık. Bunu anlattık ve bu yönde teveccüh bulduk. Toplumun büyük bir bölümü “HDP iyi yolda” diyordu. 

Şimdi bu çatışmalı süreçte, bütün medya aygıtlarıyla, devletin bütün gücüyle HDP’yi tekrar yaftalamaya çalışıyorlar. Bunda bir miktar başarılı oldular, bunu kabul etmemiz lâzım. Önyargıları depreştirdiler. Ama her şeye rağmen, HDP hâlâ mücadele etmeye devam ediyor ve edecek. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın. Onların zulmü var, bizim de inadımız var. İnadımızla, mücadele arzumuzla devam ediyoruz.

“Doğru muhalefet tarzı” denen bir durum var. Garo Paylan’a göre doğru muhalefet tarzı nedir?

Paylan: Şöyle söyleyeyim: Mesela, ben yapıcı muhalefet yapmaya çalışan bir milletvekiliyim. Genelde Meclis’teki tarzım da odur. Herkesi iyiliğe çekmeyi düşünürüm. Ama Galatasaray Meydanı’nda –belki bizi görmüşsünüzdür– beni bile çileden çıkaran bir zulümle karşı karşıya kaldık ve orada polise karşı direndik. Çünkü Süleyman Soylu, “Milletvekili bile olsa, buna saygı göstermeyin” diyor polislerine. Ama bu haksızlığı gördüğümde, her şeye rağmen şiddeti reddeden bir kişi olarak bende bile bir direniş durumu getiriyor.

İnanın, Meclis’te de çoğu zaman milletvekilleri olarak aynı salonda bulunuyoruz; AK Partilisi, MHP’lisi, İYİ Partilisi, CHP’lisi, HDP’lisi… Birbirimizle insanî ilişkiler kurmaya çalışıyoruz; sonuç olarak birbirimize düşman değiliz, bunu anlatmaya çalışıyoruz. Mesela, Plan Bütçe Komisyonu’nda biz bunu başarıyoruz, herkes görüyor birbirimize düşman olmadığımızı. Ama maalesef irade Meclis’te değil, sorun bu. Biz milletin vekilleri olarak orada bir yol bulmaya çabalıyoruz; ama irade Meclis’te değil. Bir darbe yaşadığımızı düşünüyorum. İrade bir şekilde Saray’a taşındı. Saray’da da yalnızca güvenlikçi bakışa hapsolmuş bir anlayış var. “Basalım, ezelim, yok edelim, oraya saldıralım” anlayışı.  

Bakın, bütçeyi görüşüyoruz, bütçe kaynaklarının çok büyük bölümü silaha, savaşa gidiyor. Çünkü çözüm üretemeyen bir düzen, tekrar zulüm üretiyor ve bu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin bir alışkanlığı. “Sorunları çözemiyorsan onları sindir ve yok etmeye çalış” anlayışındalar. Oysa siyaset sorun çözme sanatı. Bu anlamda ben sorunu Meclis’te çözebileceğimizi düşünüyorum. Ama önemli olan, iradenin Meclis’e taşınması. Ama dediğim gibi yeni sistemde, maalesef kuvvetler birliği anlayışı var, iradeyi Meclis’ten çeken bir anlayış var. Bunun yanlış olduğunu AK Partililer de bence gördüler. Arkada kulis sohbetlerinde pek çok AK Parti milletvekiliyle konuşuyoruz, onlar da Meclis’in çok daha önemsiz bir yer haline geldiğini kabul ediyorlar; ama yeri geldiğinde maalesef denge ve denetim görevi çerçevesinde ellerini kaldıramıyorlar. Çünkü dediğim gibi, irade kendilerinde değil.

Peki son olarak şunu sormak istiyorum: Yerel seçimlere beş ay var; HDP yerel seçimlere doğru hangi argümanları öne çıkaracak? Ya da size göre hangi argümanları çıkarmalı?

Paylan: Şöyle söyleyeyim, az önce bütçeden örnek verdim. Bütçeler bir ülkenin vicdanıdır diyoruz. Bütçeler siyasî kaidelerdir. Şu anda bütçeye baktığımızda eğitim, sağlık, yoldur, sosyal politikadır, bütün bunların bütçelerinin reel olarak eksildiği bir dönemdeyiz. Bütçeler asla artırılmıyor; ama silaha, savaşa, topa, tanka, tüfeğe % 50, % 60 artış var. Bu hepimizin kesesini ilgilendiriyor. Hepimiz yoksullaşıyoruz.

Ciddi bir ekonomik kriz var ve ekonomik krizin bedelini yoksullara ödetiyorlar. Bir işçinin çocuğuna pantolon alamadığı için intihar ettiği bir ülkede, milyonlarca işçiye daha iyi yaşam sağlayabilecek şartları, bir S-400 füzesine veriyoruz. Bu tercihleri değiştirme çağrısı yapıyoruz. Tek bir elden. Şu anda biz “Dimyat’a pirince giderken eldeki bulgurdan olduk”. Biz “adem-i merkeziyetçilik” dedik, yani “merkezdeki güç yerellere dağılsın” dedik; tam tersine, güç daha da merkezîleşti maalesef. İşte bu merkezîleşmenin ve dengelenememenin, denetlenememenin toplumu fakirleştirdiğini anlatacağız. Gücün tekrar yerellere dağılmasının gerektiğini ve toplumsal barışın buradan geçtiğini anlatmaya çalışacağız. Ve bu kayyum siyasetine karşı da tabii ki mücadelemizi vereceğiz. Bütün yerellerde demokrat adayların kazanması, yani yerel demokrasiye inanan, yerelden siyasetin oluşmasına inanan demokrat adayların kazanması için mücadelemizi vereceğiz. İlla kendi adaylarımız da olsun demiyoruz; yerellerde en demokrat aday kimse, onların etrafında buluşma çağrısı yapacağız.

Son olarak da şunu sormak istiyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın “HDP’liler seçilse bile gerekirse yine kayyum atarız” cümlesi, seçmenlerinizde ve size gönül verenlerde bir sandık küskünlüğü oluşturdu mu? Yoksa başka bir durum mu var?

Paylan: Bence inat oluşacak. Şöyle söyleyeyim: O korku salmak istiyor, mutsuzluğu yaymak istiyor. “Sandığa gitsek ne olacak ki?” duygusu yaratmaya çalışıyor. Ama benim gördüğüm, seçmende biriken derin bir dalga var. Bu “derin dalga” lâfı geçen seçimlerde de kullanıldı; ama o yerellerde farklı olur. Bence orada inat devreye girecektir. Halkımız, özellikle bizim kayyum atanan belediyelerimizde misliyle oyları geri çevirecektir diye düşünüyorum. O, korkuyu salmaya çalışıyor, biz cesareti bulaştırmaya çalışıyoruz. Bence cesaret korkuyu yenecek, bundan hiçbir şüphem yok.

Garo Paylan, çok çok teşekkürler, size Meclis’te kolaylıklar. İyi akşamlar.

Paylan: Ben teşekkür ederim.

Evet, dört partinin temsilcisini dinledik; Cihangir İslam ile başladık, Durmuş Yılmaz, Gamze Taşçıer ve Garo Paylan… Stüdyoda da Kemal Can var. Kemal Can’ı bulmuşken, biraz da iktidar blokunu sormak istiyorum ona.

Aslında bundan iki hafta önce, Bahçeli’nin yaklaşık 1 saatlik grup konuşmasının ardından, “Cumhur İttifakı” bitti diye yorumlar geldi. Sonra Bahçeli çıktı ve “Hayır, devam ediyor” dedi. Ama şu da çok net ki iş, o açıklama öncesindeki gibi değil. Adı nasıl tarif edilir bilmiyoruz, ama AK Parti ve MHP arasında bir mesafe hali oluştu ve yerel seçimlerde birlikte olmayacaklar. İktidar blokunda neler oluyor ki “Yine MHP bir şeyler kuruyor yorumu ağırlık kazanıyor. Sence ne oluyor?

Can: Aslında tarif ettiğin şey oluyor. Ben, resmî ya da gayrı resmî olarak ittifak kurulduğu andan itibaren görünen şeyin, zaten aslında olmakta olan şeye en yakın durum olduğunu düşünüyorum. Arkasında çok başka türlü şeyler olmayan bir durum. Bahçeli’nin bütün çıkışlarında, “Artık galiba idrak edildi”, “Acaba aslında başka bir şey mi imâ ediyor?” dendi, ama söylediğinin olduğu anlaşıldı. Hâdise tam da göründüğü gibi.

Bu yerel seçimde, her iki partide de kendi ihtiyaçları, kendi zorunlulukları açısından ayrı ayrı bir tartılma ihtiyacı ortaya çıktı. İki tarafın şeyleri farklı. Erdoğan’ın önemli ölçüde rahatsızlığı –bu çok yeni de değil ve bu yerel seçime has da değil– 24 Haziran’da çok net görülen bir tablodan kaynaklanıyor. İttifak içerisindeki, yani blok içerisindeki oy hareketi, AK Parti aleyhine, MHP’nin lehine gelişiyor. MHP’nin, iktidar sorumluluğu almadan iktidar partisi, muhalefet yükümlülüğüne uymadan da muhalefet partisi gibi davranabilmesi, hem blok içerisindeki oy değişimini lehine çeviriyor, hem de sadece avantajlardan faydalandığı bir ittifak içerisinde bulunmasını sağlıyor.

Şimdi bu tablonun gösterdiği, daha önce ittifaklar kurup ittifaklar bozan bir siyasetçi olarak Erdoğan için, riskli bir durum. Buna müdahale etmesi gereken bir durum. Bu yerel seçimde yine erken bir hamleyle ittifakın sınırlarını çizmeye kalkan Bahçeli’ye büyük bir tepkiyle davranmadı, hatta hafif nazlı davrandı ve bu iş, bu yerel seçimde ittifaksız bir tabloyu gösteriyor.

Aslında MHP arzuluyordu. Çünkü “İstanbul’a aday göstermeyeceğiz dedi, son derece açıktı. Erdoğan yanaşmadı.

Can: Ama “Bu ittifakın kurucu aktörü benim ve çerçeveyi ben çiziyorum. Buna uygun davranın” gibi bir havayla, çok alttan, ama çok net bir tavır koyan…

Erdoğan da buna “Hayır” dedi.

Can: Hayır demese bile, buna “he” demedi. Tablonun bu tarafı net. Bahçeli açısından ise bu tablo, ittifakla birlikte, yerel seçimde MHP ile birlikte girmesinin getireceği çok büyük bir avantaj yok. Özellikle ekonomik kriz dolayısıyla yıpranma ihtimali olan iktidardan kendini ayrıştırarak, hem iktidar bloku içerisindeki oy kayışının kendine doğru devamını sürdürmek, hem de biraz bağımsız bir varlık göstererek –ki bunu en son grup konuşmasında da hafif hafif gösterdi– ekonomik krizle ilgili hiç de iktidarın parçası değilmiş gibi konuştu. Brunson dâhil, bazı dış politika meselelerinde gayet mesafeli tavır aldı.

Teşkilata genelge gönderiyor, “Cumhur İttifakı devam ediyor” diyor.

Can: Evet. Bu da şu: Blok değiştirmeden ayrı durmanın avantajını kullanmak. Çok olağanüstü bir durum olmaz ise, durumu çok değiştirecek bir şey yaşanmazsa, galiba seçime kadar da böyle gidilecek ve herkes bir tür tartıya çıkacak. Ama bu, ne bu anda, ne de seçimden sonra artık ittifakın aynı tablo olarak devam etmesini mümkün kılamaz. Yani Bahçeli’nin söylediği “eşit ortaklık meselesi” ya sahiden realize olacak ve o blok içerisindeki ağırlıklar yeniden konuşulacak. Ya da belki daha ciddi bir iktidar blokunun taşıyıcı partisi alternatifi olarak MHP’nin daha da bağımsızlaşmasına yol açacak. Bunu da seçim sonuçları belirleyecek.

31 Mart akşamı herkes…

Can: Ama ben onun öncesinde sert bir karşılaşma beklemiyorum.

İdare eden bir hava yani.

Can: Evet. Dolayısıyla şu anki tablo, büyük bir ihtimalle iktidar bloku için seçime kadar sürdürülecek tablodur. MHP’nin, kısmî olarak kendini biraz daha iktidardan bağımsızlaştıran, ayrı tutmaya çalışan, ama onunla sert bir muhalefet ilişkisi içerisine girmeyen, blok tercihini bozmayan ve hatta üstü örtülü bir biçimde “Bloku bozan ben değilim, bloku koruyan benim” havasını da devam ettiren bir çizgiyi sürdürecek.

Konforlu ve lüks bir konum aslında.

Can: Yani öyle görünüyor.

Peki, programın asıl başlığına gelirsek: İktidar bloku arasındaki bu ayrışma, muhalefete avantajlar sunuyor mu? Bu avantajlar muhalefet tarafından şu âna kadar iyi kullanıldı mı?

Can: Teorik olarak bu çok konuşulmuştu. 24 Haziran seçimleri arifesinde de konuşuldu; yerel seçimlerde muhalefetin daha avantajlı olacağı, yerel dinamiklerin muhalefet lehine olacağı, genel olarak iktidar partilerinin yerel seçimde daha düşük oy alma ihtimali, kriz konjonktürü filan gibi bir sürü şey alt alta yazıldığında, muhalefet lehine avantaj gibi dizilebilen başlıklar var. Genel yorumlarda da böyle bir eğilim vardı. Ama hem 24 Haziran’da alınan sonucun muhalefet blokunda yarattığı moral bozukluğu ve dağınıklık, hem de yerel seçimin başka karakteristik özellikleri yüzünden, muhalefet bu avantajların bir kısmını kullanabilir değil. Böyle bir risk var. Bunu aşacak hamleleri yapmazsa, avantaj gibi görünen şeyler dezavantaj haline dönüşebilir. Bunların bir tanesi, avantaj olarak söylenen “yerel dinamikler”. Yerel dinamikler, tıpkı referandumda ya da 24 Haziran seçimlerinde olduğu gibi, çoğu zaman muhalefet partilerinin birlikte davranmasının aleyhine bir zemin yaratıyor. En başta ana muhalefet partisi olan CHP, teşkilatları bazında, çok ciddi biçimde yerel seçimden lokal zaferler kazanmak ve onlara yatırım yapmış birtakım politik aktörlerin devrede olduğu bir sürecin içerisine girdi. Yerel dinamikler söz konusu olduğunda, bir muhalefet bloku yaratmak, ona uygun davranmak kolay değil.

İkincisi; iktidar bloku, 24 Haziran itibariyle muhalefet üzerinde yarattığı kuşatmayı, bir de kendisi açısından “zafer” olarak sunabildiği bir sonuçla o bloku dağıtabildiği için, o birlikte –zaten mahcup ve zorla geldiği 24 Haziran’daki bir aradalığı– önemli ölçüde kırabildi. Bunda da, biraz önce Garo Paylan’ın da söylediği gibi, özellikle HDP’ye yönelik “yalnızlaştıma ve saldırı” politikasının da önemli bir etkisi oldu. Şimdi ona bir yan olarak da, HDP’ye dönük sertleşmeyi de, HDP’ye dönük yumuşama ihtimalini de muhalefet blokunu bozmak için kullanabiliyor. Yani böyle bir pozisyon elde etmiş durumda.

Bu da AK Parti’nin lüksü.

Can: Bu da AK Parti’nin lüksü. Ekonomik kriz konjonktürünü de konuştuk. Çünkü kriz ihtimali iktidar blokunda bir konsolidasyon, katılaşma yaratmıştı. Şimdi kriz şartları devam ederken, bir alternatif koyamayan ve “Muhalefet için birlikte olamayanın, iktidar için birlikte olamayacağı” fikrinden dolayı alternatif olması zayıflayan muhalefetin; seçmende, “Kendi sorunlarını birlikte çözemiyor, benim sorunlarımı nasıl birlikte çözecek?” sorusu yaratan muhalefetin; bir kriz karşısında blok ve birlikte davranış pratiği geliştiremezse avantaj yaratması zor.

Bu seçimlerde herkesin merakla beklediği sonuç, İstanbul seçimleri. Acaba şu anda çok mu erken? Bizim şu an güçlü muhalefet adaylarını, mesela CHP’nin İstanbul adayını konuşuyor olmamız gerekmez miydi? “Şu olur, bu olur” diye en azından isimler ortaya atılırdı. Yoksa buna daha zaman var mı? Bir isim yok, konuşma yok.

Can: Evet. Açıkçası, 24 Haziran’da adayların geç açıklanması, özellikle CHP adayının geç açıklanması, bir avantaja dönüştü. Çünkü orada temel strateji, çok sayıda adayın kendi potansiyelini sandığa taşıyıp meseleyi 2. tura bırakmasıydı. Çünkü temel strateji buydu. O strateji dolayısıyla da geç aday açıklamanın bir dezavantajı olmadı CHP açısından. Hatta belki İnce rüzgârı dolayısıyla –oy oranını artırması nedeniyle– bir avantaj da yarattığı söylenebilir.

Ama yerel seçimler böyle değil. Yerel seçimlerde ortak muhalefet zemini, ancak yerelde bunun sindirilmesi, konuşulup tartışılması ve bunun dinamiklerinin oluşmasıyla mümkün. Üstelik de, 24 Haziran travması hâlâ sürerken, muhalefet partilerinin kendi seçmenlerini motive etmek gibi bir problemi var. Dolayısıyla yerel seçimlerde geç davranmak; yerel süreçleri, yerel dinamikleri hareketlendirecek ivmeyi önden sağlayamamak dezavantaj olarak ortaya çıkabilir. İstanbul gibi bir metropolde ilçeleriyle, belediye meclisiyle ve olacaksa birleşilmiş aday arayışları vs. açısından bu çok daha zahmetli. Görüyoruz, şu anda bile muhalefetin en güçlü partisinin, ismi dolaşıma sokulan çok sayıda adayı mevcut. Yani o adayların ismi dolaşıyor. Ama şunu biliyoruz ki 24 Haziran oylarına bakarak, birlikte davranamayan bir muhalefetin İstanbul’u AK Parti’den alması kolay değil.

Farklı adaylar nedeniyle şu anda CHP, CHP olarak da birlikte davranamıyor gibi bir görüntü veriyor.

Can: Evet.

Peki çok teşekkürler Kemal Can. Bu akşamki Açık Oturumun sonuna geldik. Farklı formatlı bir Açık Oturum oldu. Sedat Pişirici şehir dışında olduğu için bugün görev bana düştü. Başka yayınlarda görüşmek üzere, iyi akşamlar diliyoruz hepinize.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.