Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: MbS Ankara’da – Yönelim, kimlik, konum, tutum, çıkar

“Kuşkusuz bu yolculuk boyunca karşılaştığım en kaydadeğer insan Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı’ydı. Eğer dünyada ona benzeyenlerden daha fazla sayıda olsaydı, bugün bulunduğumuz yerde olmazdık. Şunu da eklemeliyim ki o geceki kadar şampanyayı hayatımda içmedim. Kraliçeyle birlikte Dolmabahçe Sarayı’ndan ayrıldığımızda tek istediğimiz bir an önce Dubrovnik’in güvertesine ve kamaramıza ulaşmaktı. Zira dünya çevremizde dönmeye başlamıştı.”

“Allah Allah?” mı dediniz, haklısınız. Çünkü bunları 1934 Eylül ayında İstanbul’u ziyaretinde Atatürk’le görüşmesinin ardından anlatan* Yugoslavya Kralı I. Aleksandar Karacorceviç. “Dubrovnik” de kraliyet yatı. Marsilya’da bir suikasta kurban gitmesiyle son bulacak o yolculuk (gerçekten de bu örnekte “son durak, kara toprak”) Türkiye’nin yanı sıra Romanya, Bulgaristan ve Yunanistan’ı kapsamış. Atatürk’ün rakı denli şampanya da sevdiğini ise Mehmet Yalçın’dan okumuştuk. Aleksandar’ın ifadelerini Fransızca yazdığı hatıratında* aktaran emekli büyükelçi Tepedelenli sülalesinden “Zaimzade” Mennan Tebelen.

Aynı kitapta Tebelen merkezde Protokol Dairesi’nde görev yaptığı erken meslek döneminde, Prens Faysal’ın 1932 Haziran ayında Ankara’yı ziyareti öncesinde, Atatürk’ün bizzat hazırlıkları incelemek üzere olağandışı biçimde onu Çankaya’ya davet ettiğini anlatıyor. Atatürk, oturma planını değiştirerek çevirmeni konuk emirin yanına alıyor, şampanya ikramını da keza konuğun itikadına hürmeten şerbetle değiştiriyor. Ayrıca Atatürk, Tebelen’i uğurlarken, genç hariciye memuruna oraya dek zahmet buyurduğu için zarafetle teşekkür ediyor.   

2006 Ağustos ayında Cumhurbaşkanı Sezer döneminde 40 yıl sonra yapılan ilk Ankara ziyaretindeyse Esenboğa’da konuk Suudi kralı Abdullah’ı dönemin Dışişleri Bakanı Abdullah Gül karşılıyor. Daha sonra bu havaalanında karşılama ayrıntısını Suudilerin ziyaret öncesinde mesele ettiklerini koridorda dinlediğimi anımsıyorum. Hatta bizim taraf, “ziyaretin son bulduğu noktada” devlet başkanı tarafından karşılama için konuk kralı Esenboğa’dan helikopterle Çankaya’ya nakletme formülü üzerinde çalışmıştı diye aklımda kalmış.

Hemen ardından 2007’de 10 Kasım’a da denk gelen ikinci Ankara ziyaretindeyse Kral Abdullah’ı bu defa Cumhurbaşkanı Gül havaalanında bizzat karşılıyor, konakladığı otelde ziyaret ediyor, devlet nişanıyla onurlandırıyor. O ziyarette Abdullah’ın, Suudiler Vahabi Hanbeli inançları doğrultusunda kabirleri ve türbeleri yok ettikleri için, Anıtkabir’i ziyaret etmemesi ve üzerinde kelime-i tevhid yazdığı gerekçesiyle 10 Kasım’da bayraklarının yarıya indirilmesini kabul etmeyişleri konuşuluyor ancak sorun edilmiyor.

Ekim 1973 – Elize Sarayı’ndaki akşam yemeğinde Suudi Kralı Faysal’ın solunda cumhurbaşkanı Georges Pompidou, sağında eşi Claude: “İsteyince oluyormuş” mu, “devir değişti” mi?

Bu kez gelen kral değil, Atatürk dönemindeki Faysal gibi veliaht prens Muhammet bin Selman (“MbS”). Kaşıkçı cinayetine hiç değinmeden, kimi “gereğinde rutin dışına çıkan devlet” bağlamında kimi protokol ayrıntılarına bakalım. MbS Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından uçağının kapısında karşılandı, uğurlandı. Zinhar kadınsız akşam yemeğinde tuhaf bir oturma düzeni: Baş masada Erdoğan, MbS ile yalnız, aralarında çevirmen var. Düğün salonu havasında oldukça gerçeküstü bir manzarada sahnede biri kulakları tırmalayıcı bir tonda konuk emire geleneksel musiki kısvesinde zata mahsus Arapça methiye düzüyor. Çatal sağda, varsa bıçak solda mıydı oraları zaten geçelim, konu dışı.

“Devir değişti”, orası doğru. Artık her şey tamamen duygusal. Herkez ekmeenin peşinde. Tüm aşklar umarsızca yaşanıp, saygısızca bitebiliyor. Örnekse, eski CIA görevlisi Robert Baer “Şeytanla Yatağa Girmek: Vaşington Suudi Petrolü İçin Ruhumuzu Nasıl Sattı” adlı zaten başlığı yeterince açıklayıcı kitabında, dönemin ABD Başkanı (baba) Bush’un bir Paris ziyaretinde Suudi büyükelçinin ikametgâhında konaklamayı yeğlediğini aktarır. Chirac’a emekliliğinde daire tahsis eden Refik Hariri. Schröder koltuğu bıraktığı gün, Putin’in dizine oturup, Gazprom’da para saymaya başladı. Bazı nostaljik Fransız uzmanlar bu durumları “merhum Dögol devrinde diplomasi ihaleleri belirlerdi, şimdi tersi” diye açıklıyor. 

Tarih bilgisi, birikiminin derinliği (!) kendi kendinize sipariş verdiğiniz yahut durumdan vazife çıkaran kimi taklacı güvercinlerin üretimi “Payitaht Abdülhamit” TV dizisinden ibaret olunca, “kimlik” bulanıklaşır. Yüzleşilip tarihe dönüştürülememiş geçmiş bellekte yer etmez, silikleşir ancak tortusunu bırakır. Konum başka deyişle haritadaki yer göz ardı edilir. Yönelim yani siyasi talimat kâh içi boş saplantılara, inanışlara kâh günübirlik üç otuz paralık kazançlara dayanır. Politika yapma süreçleri silolaşır, hikmetinden sual olunmaz tek kişinin iki dudağının arasından çıkanlar üzerine kurulur yahut ona yaranmaya dönük olur. Tutum desen rüzgârgülü.  

Böyle olunca ne olur? Putin S-400’ü iteleyiverir, nükleer santralin yanında sivil limanı kapıverir. Cami avlusunda ayaküstü İsveç’in yanına Finlandiya eklenir. Bakü dönüşü uçakta Putin’in NATO genişlemesinden kaygıları dillendirilir. Lavrov gelir Ankara’da Zelenskiy’i aşağılar. Suriye’den nasıl çıkılacağı belli değilken, başka nerelerden daha sınırın geçileceği konuşulur. Ege’de “biz de adaların egemenliğini sorgulamaya başlarız” gibi akla sığmaz bir yaklaşım benimsenir. AB’ye üyeliği geçtim, vizesiz seyahat dahi seraba dönüşür. “Terörö de terörö” diye tek notalı bir türkü tutturulup, kafa şişirilir. 

Erdoğan “ders almam, ders veririm” diyor olabilir. “Rakibi etüd etmem, muhatabım kim olursa olsun masada kendi oyunu oynarım” veya “teke tekte illa ben bunu alırım” diye düşünebilir. Ama o muhataplar da bizim kasanın tamtakır olduğunu biliyor. Müzakereye heveskâr olanın Erdoğan olduğunu da görüyor. Seçime bir yıldan az kaldığının da farkında, dolayısıyla Titanik’e yatırım yapmak gibi bir aceleleri de yok. Üstelik pek çoğunun kuyruk acısı olduğu gibi; yirmi yıldır müttefikler, muhataplar, bölgesel işbirliği ortakları, kim var kim yok atar-giderle, yanar-dönerlikle bıktırdığımızı da belki bir biz bilmiyoruz.   

Küreselde Ukrayna’nın işgali, sanki üçüncü dünyacılığı dünyanın kendi kıldı. “Gemisini yürüten kaptan” kafası diplomasiye egemen oldu. Güncel bir örnek olarak “darbeci” Sisi buraya gelmeden ağırladığı MbS’den milyarlarca dolarlık yatırım kaparken, ABD’nin silâh yardımından aslan payını da, Rusya’dan kendi Akkuyu’sunu almayı, Rusya’ya Doğu Akdeniz’de liman vermeyi de bir arada yürütüyor, aynı zamanda koltuğunda da rahat oturup, başkent Kahire’yi az öteye taşımak gibi “faraonik” çılgın projelere girişebiliyor. Bize gelince gerçekçilik, akılcılık amenna ama fırsatçılık, sürekli bulanık suda balık kapma arayışı sonunda pot yapar.

Bunlar tamam olmasına tamam, bunları herkes ve hepimiz biliyoruz da, dahası var. Bence de Mehmet Yılmaz haklı: “Böylece (Erdoğan) bir ‘diplomasi dersi’ de almış oluyor. Ülkelerin çıkarları vardır ve bu çıkarlarını korumak esip gürleyerek, ona buna parmak sallayarak korunmaz. Prensiplerinin varlığının kabul edilmesini ve saygı duyulmasını istiyorsan, görüşlerini asgari diplomatik terbiye sınırlarının içinde kalarak ifade etmen gerekir. Bunu unutanlar, tıpkı Erdoğan gibi ‘ifrat ile tefrit’ arasında böyle gider gelirler.” Gidip gelirken de savrulur, ne acı ki artık ciddiye alınmaz duruma düşer, kendi kendilerinin karikatürüne dönüşürler, ülkelerinin kredisini de tüketirler.

*“Carnet d’un Diplomate”, 1951, Denoel (Paris) –alıntının çevirisi benim.

**”Sleeping with the Devil: How Washington Sold Our Soul for Saudi Crude”, 2004.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.