Türkiye’de solcusundan, liberaline, sağcısından, komünistine, dindarından, muhafazakârına hatta dini cemaatler de dâhil olmak üzere herkesin üzerinde uzlaştığı bir düşman varsa o da FETÖ’dür herhalde. Diyeceğim o ki FETÖ’cülerin kendileri haricinde seveni yoktur. Hal böyleyken, nasıl oldu da bu kadar nefret edildiği halde, nasıl bir yapılanma içinde olduklarını canları pahasına anlatmaya çalışan gazetecilere, akademisyenlere rağmen devlette ve sivil hayatta bu kadar organize olabildiler?
Bir defa genellikle ülkemizde rastlanmayacak şekilde bir hedefe kilitlenmiş bir halde organize oldular. Bu yüzden, çoğumuzun aklında aynı şüphe beliriyordu. Belli ki dışarıdan bir aklın misyonerliğini yapıyorlardı. Fethullah Gülen değil miydi kapitalizmin, devletin o güne kadar dönüştüremediği binlerce dindar kadının başını 28 Şubat sürecinde tek bir cümlesi ile açabilen? Neye hizmet ediyor olabilirdi bu haliyle? Bir sözüyle binlerce kadının başını açabilen, seküler insanların arasında dininden çok cemaatinin propagandasını yapan bu adam neyin bezirgânıydı?

Benim onlarla tanışma ve korunma serüvenim
1995 yılı, İmam Hatip’te ortaokula başladığımızda güler yüzlü ve şefkatli ablalar etrafımızı sarmıştı. Her cuma günü öğlen saatlerinde, o zamanlar Nur Cemaati’ne ait diye bildiğimiz “Işık evlerine” davet ediyorlardı bizi. Gittiğimizde Risale-i Nur’dan bölümler okunuyor, Fethullah Gülen’in sohbetleri dinletiliyor ve sofralar kurulup yemek veya çay ikram ediliyordu. Tüm bunları üniversiteli “ablalar” hazırlıyordu. Düşünsenize, ta o yıllarda böyle bir örgütlenmeyi başarabilmişler. Bir gün bizimle ilgilenen, özellikle beni çok seven Emeti ablaya ailemin başka bir cemaatten olduğundan bahsettim ve onu annemlerin sohbetlerine davet ettim. Emeti abla birden tüm sevimliliğiyle uzaklaştı benden. Çocuk halimle ne olduğunu tam anlamıyordum ama bir tuhaflık olduğunu seziyordum. Bu vakıa ile onlardan kurtulmuş oldum. Fazla sürmeden 28 Şubat’ta gerçek yüzlerini de görecektim zaten.
Kendisini iyilik timsali olarak sunan cemaatin tek bir amacı vardı: Hak din olan İslam’ı tüm dünyaya yaymak. (!) Nasıl?
Türkiye’nin her yerinde olduğu gibi Avrupa’dan Asya’ya, Afrika’dan Amerika’ya adeta bir devlet gibi organize oldukları okullar sayesinde. Üyeleri onların evlerinde kalıp, onların istedikleri bölümlerde okuyup, onların seçtiği insanlarla evlenip, cemaatin tüm bu yatırımları sonucu onlara tıpkı devlette olduğu gibi zorunlu hizmette bulunarak borçlarını ödüyorlardı. Cemaat nereye git derse oraya giderek, ne kadar maaş verirse onu kabul ederek. Ancak hem ortaokulda hem de yedi yıl rötarlı üniversite hayatım boyunca sınıf arkadaşlarım sayesinde gördüm ki cemaat bu insanlara bedava hiçbir hizmet vermiyordu. Üniversiteye gittiğimde ben de hem maddi hem de muhafazakâr kaygıları sebebiyle ailemin bağlı olduğu Nakşibendi cemaatinin evlerinde kaldım. Biz de baskıya maruz kalıyorduk; sohbet dinleme, namaz kılma ve cemaat etkinlikleri konusunda ama onlarınki daha kontrolcüydü. Sadece evde kalma ile bitmiyordu. Tüm hayatları boyunca o yapıyla işbirliği halinde olacaklardı. Adeta asker gibi eğitiliyorlardı.
Öğrenci evleri ve yurtlarının fiyatları bizim kaldığımız yurtlar kadar veya daha fazlaydı ve üstelik yemekler ve şartları bizden kötüydü. Hâlbuki cemaat hem yurtlarda okuyan fakir çocuklar için zenginlerden para topluyor hem de en fakir arkadaşlarım bile yurt ücretini ödüyor, ücretsiz bir şekilde eğitim alarak cemaate sadece “hizmet” edemiyordu. Parayla kaldıkları halde zorunlu olarak temizlik işlerine yardım etmek zorunda kalıyorlardı. Ne için? Elbette Allah rızası için. O yurtlarda kalan gençler namaz kılmak, Risale okumalarına katılmak, Fethullah Gülen’in videolarını izlemek, kitaplarını okumak, cemaatin gazetelerine abone olmak, onların televizyonlarını izlemek, cemaatin bütün etkinliklerine katılmak zorundaydılar. Bunun yanı sıra sürekli çevrelerindeki insanları okumasalar dahi gazetelerine abone yapmakla görevliydiler, elbette “hayır için”. Etrafında fakir görmeye tahammül edemeyen dindar zenginler için ne kolay bir hayırdı bir gazeteye üye olup, Afrika’da kuyular açtırıp, kurbanlar kestirmek.

Diyelim ki cemaate üye olmadığınız halde tekele dönüşen dershanelerine gittiniz. Kayıt olduğunuz andan itibaren gazetelerine üye olmanız ve düzenledikleri “ders çalışma kamplarına” katılmanız için baskı yapıyorlardı. Ders çalışma kamplarında ise yine sohbet vs. gibi tüm zorbalıklara maruz kalıyordunuz. Yakınlarımdan bizzat duyuyordum, onların dershanelerinde bir çocuk başarısızsa, öğretmenler onun üzerinde durmuyor, kesin olarak kazanacak çocuklara yatırım yapıyorlardı.
Başından itibaren saçma ve tehlikeli gelen bu yapıdan bulaşıcı bir hastalıktan kaçar gibi uzak duruyordum ama onları gözlemleme şansı elde ettiğim ufak anları da kaçırmıyordum. Onları üzgün ya da öfkeli gördüğüm anda sınıf arkadaşlarımı soru yağmuruna tutuyordum. Kimisi benim de Nakşi cemaatinin evinde kalmam gibi imkânsızlıktan veya aile baskısından zorla kalıyordu, kimisi tam bir nefer duygusuyla hizmet ediyordu. Bir insan, sürekli maddi bedel ödediği halde neden bir adamın çizdiği ideal için bütün ömrünü vakfeder?
Cemaat sayesinde devlete yerleşenler düzenli olarak cemaate maddi yardımda bulunuyorlar, çocuklarını mutlaka onların dershanelerine gönderiyorlar, onların bankalarında işlem yaptırıyorlar, onların hastanelerine gidiyorlar. Yani Rotaryenler vs. gibi sadece çıkar örgütü denemez, mankurtlaşmış bir örgütlenme. Bir de şu dikkatimi çekmişti, cemaate düzenli olarak para sağlayacak insanları davet ediyorlardı yalnızca. Doktorlar, öğretmenler, kamuda çalışan insanlar ve elbette iş insanları. Yetişkinler için düzenledikleri cemaat toplantıları mesleklere göre ayrılıyordu. Kendi içlerinde bir kast sistemi kurmuşlar yani, işsiz veya fakir insanların barınamayacağı bir cemaat. Bu haliyle, insanlar neden bir kez olsun kendilerine sormuyorlardı.
“Neden bu yapıya hem mesaimi, hem paramı veriyorum? Karşılığında bu yapıdan ne alıyorum?”
Sadece onlar değil, elbette diğer cemaatler için de aynı soru rahatlıkla sorulabilir ama o cemaatte “sadece işlerine yarayacak insanlarla” hareket ediyorlardı. İnsanları sürekli günahkâr olduklarını hissettirerek suçluluk psikolojisi ile eziyor, köleleştiriyorlardı. Cemaatleri öğretileri ve yapı itibariyle İslamiyet’ten çok Hıristiyanlığa benziyordu. Bu yüzden diğer cemaatlerce Fethullah Gülen papaz diye itham ediliyordu.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Aklıma sürekli aynı soru geliyordu: Dini yayma kaygısı güden bir cemaat neden devlette kadrolaşmaya çalışır? Neden öğretmenler, askerler, polisler, doktorlar yetiştirmek ister? Neden, sadece düzenli geliri olanlar ve zenginler? Cevapsız kalan bu sorular sonucunda Gülen hareketi bir dini cemaat değil, yurtdışından koordine edilen gizemli bir suç örgütüydü benim için. “Tehlikeli, hem de çok tehlikeli” diyebiliyordum ama amacını tam olarak bilemiyordum. Çünkü sadece Türkiye’de değil, dünyanın dört bir yanında örgütleniyorlardı. Her ne kadar şu anda görünürde Türkiye’de tasfiye edilmiş olsalar da öyle zannediyorum ki amaçları devlet eliyle, kapitalizmle ele geçiremedikleri İslam coğrafyasını, bu coğrafyada çok popüler olan cemaat kültürü sayesinde farklı yorumlanmış bir din ile dönüştürerek küresel çapta kullanabilecekleri bir kölelik zinciri oluşturmaktı.
Gelelim yazının başlığında geçen olaya.
Geçenlerde piyasada olmayan bir kitabı aramak için sahafları geziyorum. Gittiğim ilk sahafta aradığım kitabı buldum. Yaşadığım şehrin en eski sahafı. Sonra kendisi ile şehirdeki sahaf kültürü hakkında röportaj yapmak istesem kabul eder mi diye sordum. Önce olur dedi ama yüzü düştü. Biraz sonra “Siz başkasıyla röportaj yapın, benim yüzümden başınız derde girmesin.” dedi. Şaşırdım. Ne olabilirdi ki? “Ben FETÖ’den içeri girip, çıktım. Bu çevrede de beni biliyorlar, sizin için sorun olabilir” dedi. Öyle deyince ne zamandır aklımda olan soruları bir bir kendisine sorma ihtiyacı hissettim. Öncelikle süreci anlamak istedim, ne olmuştu da hapse girmişti?
Meğer adam aynı zamanda öğretmenmiş. Bir komşusu ihbar etmiş “Bu adam FETÖ’cü, onların dershanelerinde çalışıyordu” diye. Sırf o şikâyetle içeri alınmış ancak iş ciddiye binip adam tutuklanınca komşusu mahkemede, “Ben kendisini pek tanımam, sadece zamanında dershanelerinde çalıştığını biliyordum” demiş, telefonunda Bylock vs olmadığı için üç buçuk ay tutuklu kaldıktan sonra ilk duruşmada tahliye olmuş ancak öğretmenlikten de ihraç edilmiş. FETÖ davalarında kurunun yanında yaşların da yandığını, hatta daha çok yaşların yandığını biliyoruz. Ancak örgütün “karıncaları” olan bu insanlar gerçekten de masumlar mıydı? Asıl merak ettiğim buydu benim. Karşımdaki insanın kızı yaşındaydım ve uzaktan uzağa bu kadar malumat edinip o yapının ne olduğunu anlamıştım. Bu kişi, hem de bir öğretmen, nasıl bu kadarcık bir analiz yapıp uzaklaşmamıştı? Adamcağıza yukarıda bahsettiğim tarzda minik kişisel anekdotlarla FETÖ hakkında nasıl intiba sahibi olduğumu anlatıp sordum, “Bir an olsun durup şüphe etmediniz mi? İçinde bulunduğum yapı dini yayma derdindeyse, neden devlette kadrolaşıyor diye hiç sormadınız mı?”. Adamcağız “Bir an olsun şüphe etmedim. Çünkü ben öyle biri değildim, orada Allah rızası için vardım. Ben devlette kadrolaşmak, devlete ihanet etmek şöyle dursun, öğrenciyken okulun sırasını çizmiştim diye vicdan azabı çekip okuluma sıra alıp götürmüş insanım” dedi.
“Siz öyleydiniz belki ama etrafınızda bir yapılanma olduğunu hiç anlamadınız mı? Bizim kulağımıza gelenler sizin kulağınıza gelmedi mi?” dedim.
“Geldi ama ben şahit olmadığım için ihtimal vermedim, işime baktım.” dedi.
Karşımdaki insanın saflığına inandım. Ama her iki anlamda da saf olduğu gerçeğini değiştirmiyordu bu. Bu kadar saflık masumiyet karinesine sığmaz bence. Bir örgüte hizmet ediyor olmak, öğretmenlik erdemine yakışmayacağı için görevinden alıkonulmasına itiraz edemiyorum. Ama sosyal ve ekonomik diğer yaptırımları hiçbir KHK’lı hak etmiyor.
Bu insanlara karşı her daim uyanık olmak, ikinci bir FETÖ vakasının yaşanmaması için belki eskisinden daha dikkatli olmak gerekiyor. Sosyal medyada dahi aleyhlerine söylenen en ufak bir söz karşısında organize olabilen bu insanlar, şu an içinde bulunduğumuz toz bulutu içerisinde başka alanlarda da organize olabilirler. Darbe teşebbüsü sonrası edindikleri tecrübelerle çok daha derin bir yapılaşmaya gidebilirler. Bu tip örgütlerin ve şu an tecrübe ettiğimiz üzere siyasi partilerin devlette kadrolaşamaması için liderleri ne zaman Hakk’ın Rahmetine kavuşacak diye beklemek yerine, hiçbir dini ve siyasi yapının devlette organize olamayacağı bir sistem kurmalıyız. Sadece devletteki kadrolaşmalarını tehdit olarak görmek de meseleyi ıskalamak aslında. Gençlerimiz, hiçbir dini ve siyasi grubu kendi geleceğini kurtarmak için garanti olarak görmemeli, onlara mecbur kalmamalı. Ahlaklı ve omurgalı bir toplum inşa etmek istiyorsak, gençleri yaşamı anlama çabalarında özgür kılmalıyız.












