Elif Gökçe Aras, bu haftaki “Hamuşan (Suskunlar)” başlıklı yazısında Bolu’daki Grand Kartal otelinde çıkan yangında yitirilen hayatlara, hükümet yetkililerinin kayıtsızlığına ve toplumun sürüklendiği umarsızlığa dikkat çekiyor.
Bizim ağzımızın tadının kaçtığı gibi onun da ağzının tadı yok. Suratına baktığınızda ne muzaffer bir sultan, ne de herkesi yenmiş bir kötülük abidesi görebiliyorsunuz. Hayalini başaramamış olmanın hasedini ve artık yeterli zamanının da kalmadığını anlamış olmanın öfkesini görüyorum ben.
Bir diktatör dikkat çekmek ister. Herkesin dikkatini çekmek ister. En çok desteklemeyenlerin dikkatini çekmek ister çünkü diğerleri kazanılmış ve artık gözden düşmüştür. Dikkatini çekmek istediklerinin artık bakmadığı bir diktatör o, öfkesi bu yüzden. Baksanıza ulan, baksanıza, neler yapıyorum size baksanızaaaaa!
Taraftarları da şöyle diyor müflis diktatörün, kudurun. Kuduruyoruz… merak etmeyin, her kötülüğünüzle kuduruyoruz, sakin olun. Ama bu zehirlediğiniz toprakta bizim için ot bitmeyecek de, sizin için bitecek mi? İşte bunun sakinliği çöktü üzerimize. Hep birlikte öleceğiz.
Yangınla içimize düşen yas ateşi
Bu hafta, köşe yazım için konulardan konu beğenmeye, hangisinin daha elzem olduğunu seçmeye çalışıyordum. Ta ki Bolu Kartalkaya’daki otel yangınına kadar. Yangının ardından detaylar geldikçe içimiz yandı, evimizde uzun süreli bir yas başladı. Bir arkadaşımın otelden sağ kurtulduğunu öğrendim, gittiğini bile bilmiyordum, kurtulduğunu da ilan etmemişti çünkü kurtulduğuna sevinemeyecek kadar üzgündü. Ben çok öfkeli paylaşımlar yapınca, “Ben ve kızım da oradaydık, kurtulduk,” diyebildi. Manasız teselli cümleleri ve sessizlik.
Ne denilebilir ki?
Yanarak ölmesin diye evladını uçuruma atıp kendini kavrulmaya bırakan bir insanın ardından ne denilebilir, nasıl teselli olunur? Kötülük! Kötülükle avunanlar bu acılardan hiç etkilenmiyorlar. Ölümlerden ölüm beğenilen bir ülke oldu artık burası. Üstüne para verip korkunç bir şekilde öldü insanlar. Kötülükler ise sıradan. Her kötülük gelebilir başımıza.
İktidarın sorumsuz bakanları dizilmiş, onlar yüzünden onlarca insan ölmemiş gibi gevşek gevşek konuşuyorlar. Zerre-i miskal kadar acı yok yüzlerinde, sorumluluğu başkasına atmak tek telaşları, acı yok. Daha birkaç ay önce kendisi yüzünden yeni doğmuş bebekler öldürüldüğü için konuşan bakan sırasını savmış, arkadaşlarıyla dayanışma için orada. Yüzünde en ufak bir elem yok. Hepsi işini yapıyor. Bu bakanların hepsi, öldürdükleri insanların katillerine teşvikler vermiş, onlarla fotoğraflar çektirmiş, şimdi de bu otel sahibine verilen ihalenin kurdelesini kesiyorlardı. Katil er-geç cinayet mahalline dönermiş ya, bunlarınki de o hesap. Gelip bakıyorlar eserlerine ve yazıyorlar karakaplı defterlerine. Bugün şu kadar kişi daha öldürdük.
“Nasılsın diyene, ‘memleket gibiyim,’ diyoruz artık”
Türkiye dev bir yas evi, herkes susmuş. Her gün yeniden, yeniden kimsenin alışık olmadığı bir vicdansızlığa şahit olmaktan yürek her acıya dayanıyor artık. Kanıyor ama dayanıyor işte. Bağırmak gelmiyor artık elimizden, güçten düştü çoğumuz. Yürüyenler ise zombi gibi duygusuz, ruhsuz, öfkeli bile değiliz artık, bezginiz en çok. Kederli ve bezgin. Gitse bile sevinemeyecekmişiz gibi çünkü çok fazla ölüm kokuyor artık bu memleket. Nasılsın diyene, “Memkelet gibiyim,” diyoruz artık. Soyulmuş, ırzına geçilmiş, dövülmüş, atılmış, satılmış, yok yere öldürülmüşüz, bir hiç uğruna. Ağzımızda tat, gönlümüzde neşe kalmamış.
Savaşta değiliz ama savaştayız, kendileri dâhil hepimizden nefret eden bir güruhla savaştayız. Hayatı sevemeyen, onunla ne yapacağını bilemeyen, hayattan uzak durması için sıkıca tembihlenmiş ama onu yaşamak için çıldıran, ona yalnızca bahanelerle dokunabilen, yaşayamadıkça hayattan ve hayatını yaşayan masum insanlardan nefret eden bir güruhla savaştayız.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Kendilerine yalan söylemekten, yalan söylemeye alışmış, hakikatle hiç tanışmamış bir güruhla savaştayız. Sakın hakikati anlatarak uyandırmaya çalışmayın derin uykularından; sağlam bir dayak yersiniz. Dokunsan yıkılacak kurulu düzenlerinin altüst olmasına müsaade etmezler. Olduğunuz gibi var olmak ve dahi gözlerinizi dikip bakmak, belki rızasıyla uyanmasına vesile olabilir bazılarının.
Şu, geçici hayatı yaşamamak üzere tembihlendiğinden hiç emek sarf etmemiş ama hayattaki her şeyi de tıpkı cennette rabbinin ona sunacağını sandığı gibi kolaylıkla elde etmek isteyen, kendinden habersiz bir güruhla savaştayız. O elini uzatıp almadı ki, değil mi? Ama rabbi nasip etti dünyadaki saltanatını, o da aldı işte. Tertemiz bir delilik hali bu. Akılla ulaşamazsınız ona. Gerçeklerle yaşamak zorunda kalır sonra, çalışmak, emek etmek, başarmak yarışı sonra, deli mi ulan, deli mi? Elbette hakikate asla müsaade etmeyecek!
“Suskunlar Mezarlığı’nda susarım”
Beyoğlu’na gittim dün içimdeki kederle, İstanbul’un kalbine. Kederliyken Beyoğlu’na gidip gerçekleştirdiğim ritüellerden biridir. Muhakkak Galata’ya selam çakarım ve Hamuşan (Suskunlar) Mezarlığı’nda susarım… Uzun zamandır tadilatta olduğu için giremiyordum Galata Mevlevîhanesi‘ne. Şeyh Galip’in de sonsuz istirahatini sürdürdüğü Hamuşan (Suskunlar) Mezarlığı, müze girişinin hemen solunda yer alır.
Mevlevîhane’nin eski sakinleri ve eski İstanbul Mevlevîlerinden kişiler yaşar burada. Beni gördüklerini, duyduklarını bilirim. Arzuhalimi tekrar eder içimden, sessizce oturur bir mezar başında ve ayrılırım oradan. Oturdum bir mezar başına ve sükût halinde konuştum onlarla. “Beni de kabul edin aranıza, Beyoğlu’nun hay huyuna, tramvayın tıngırtılarına ve şehrin içerisindeki bu minik bahçeye, köklerinizi sarmış ağaçların arasına, beni de kabul edin. Çocuk mezar taşlarının başını okşadım ve ayrıldım oradan.
Lanet olası kedi hayatının pis suyunu içen tombul suratlı, öfkeli bir sarman gördüm. Bir turistin unuttuğu bavulu ev yapmış bir evsiz, bir müsrifin bıraktığı yemeğini tokluk seçmiş bir evsiz gördüm, müşterilerin hemen önünde, bir kafenin taşına oturmuş, havalı havalı yaşıyor sefil hayatını. Kimseye hesap verme gibi bir yükümlülüğü olmadığı her halinden belli. İstanbul onun; sıcağıyla, soğuğuyla, sokakları ve olaylarıyla yaşıyor İstanbul’u tüm işsizliğiyle.
Cennet bahçesinden çıkıp fare hayatıma kaldığım yerden devam etmek için metronun karanlık dehlizlerine ilerledim sonra. Kart sesleri eşliğinde sayıldım bilinmez ekranlarda, bir rakama dönüştüm ay sonu sunulacak raporlarda. Yeni kötülükleri kaydırdım ekranımda ve maskemi yüzüme yerleştirip ilerledim belki ölüme, belki eve.
Cehennemin kapıları ardına kadar açıldı ve zebaniler sokaklara saçıldı. Ölümün sizi nerede ve nasıl yakalayacağını asla bilemezsiniz bu ülkede, kötülüğün de.