Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: Siyaset üstü olunca siyasetin dışında kalınmış olmuyor mu?

Başlıktaki sorunun devamını şöyle getirmek de olası herhalde: Marifet midir siyasetin dışında kalmak? Yahut siyaseti karalayarak, ondan arı durmayı önceleyerek, demokratik muhalefet olası mıdır?

Siyasete değiyorsak ona ancak VAR’dan görülecek denli ince ve seyrek bir temasımız var, işin gerçeği. Yahut siyasetin dışında olduğumuza kuşku yok da belki siyasetin üstünde değil öncesindeyiz. Siyaset öncesi uzun sürmüş tek parça bir andayız. Siyasete girememişiz bir türlü.

Belki cumhuriyetimizin tarihi boyunca hep oradaydık, aynı yerdeydik. Bazı saman alevi gibi parlayıp sönen kısa, temel kuralı bozmayan aralar dışında. Dışından içeri, siyasete girmenin yoluysa “Nasipse adayız” (2020) filminde Ercan Kesal’ın çok yetkin biçimde parodisini yaptığı, bildiğimiz taklalar.

Yakın dönem siyasetimizi Sırrı Süreyya Önder’in “Beynelmilel” (2006) filminde anlattığı dönemden bugüne geçen zaman aralığında okuyabiliriz. Bu tarihi anlamak için söz konusu iki filmi peş peşe altyazılı izlemek bir bakıma ülkemizi ilk kez ziyaret eden bir yabancı konuk için yeterli dahi olabilir.  

“Siyasete atılmak” terimini “çöpe atılır” gibi mi düşünmeli? Yoksa balıklama atlar gibi, “ya Allah” diyerek veya “burnu tutarak” yapılan bir sonu belirsiz cüret gösterisi gibi mi? İkincisi sanki. Dolayısıyla “Her şey çok güzel olacak” sloganının hemen altında ancak yakın gözlükleriyle okunacak minicik harflerle “sabır kardeşim sabır” yazılı. 

Yoksa bizde siyaset “Sorunlar şunlar, biliyorum”, “Çözümler bunlar, öneriyorum”, “Sorunlarınıza bu çözüm önerilerim için destek yani oyunuzu istiyorum” değil. Hele konu Kürtler’in talepleri olunca. Sıradan (!) yurttaşın talepleri bir yana, Kürd’ün ne istediği zinhar Kürd’e sorulamaz. Bazı haklar (adı üstünde işte “hak” ama fazla şey etmemek gerek) Kürd’e ancak bahşedilir. Ondan da minnet etmesi beklenir. Demek ki Kürt “sıradan” yurttaş olamaz.  

Yurttaş siyasete oy vermekten vermeye katılır ya da o kadarına izin vardır. Toplum böylece çocuklaştırılır. Yönetici adayları da farklı (çoğu zaman “rutin dışına çıkan”) yöntemlerle afallatılır. Nihayet yöneticiler arasına katılırsanız bu defa yazılı olmayan “omerta” kurallarına uyacağınızı taahhüt edersiniz.

Öyleyse devleti, hem algı hem teşkilât bakımlarından yeniden tasarlamak, kendine “demokratik” payesi veren muhalefetin temel amacı olmalıdır. Bunu öne sürecek olursanız, fincancı katırlarını ürkütmek sakıncası anımsatılarak karşılanırsınız: Hassasiyetlerimiz ve değerlerimiz. Ve ulusal güvenlik çıkarlarının korunması, şu bildik varkalma (“beka”) sorunsalı.

Statükonun anlamı verili durumun (hep) aynı kalması. İşin içine “devletin bekası” karışınca, bunun anlamı statükonun yani devletin gerçek sahibi olma iddiasındaki birilerinin seçimle edinilmemiş iktidar odağı oluşumlarının, seçimle işbaşına gelenlere bir tür “tabii senatör” gibi karşı ağırlık oluşturma ayrıcalıklarının korunması. 

Sen yurttaş yarım aklınla siyasete girmeye yeltenirsen, siyaset de devlete girer mazallah. Böylece o hep aynı günün tekrar yaşandığı “Groundhog Day” döngüsü gibi yine yeniden yaşanan güdük kalmış kurucu anlar toplamına dönüşür cumhuriyet tarihimizin bize bakan Beynelmilel-Nasipse Adayız arası yarısı.

Öyleyse daha öteye, burnumuzun ucundan öteye, ufka doğru bakmak gerekir. “Vizyon” denilen herhalde bu tür bir görüş, bakış, bilinç, tasarım demek olacaktır. Karanlıkta ancak gece görüş dürbünüyle görmek olası. O da nereye baktığını iyi bilmek koşuluyla.

Eleştirilebilir ama cumhuriyetimizin kurucusunun bir vizyon sahibi olduğu yadsınamaz. Tarihimizin bir garabeti olarak başka pek çok kötülüğün anası 27 Mayıs darbesi 1961 Anayasası gibi oldukça vizyoner bir belgeyi de doğurmuş. Ardından TİP’in ortaya çıkışı (Doğu Mitingleri) ve hep çatışmalarıyla anılan 70’lerin eşzamanlı sivil cıvıltısı geliyor. İşte sonrasında anlatımızın açılış noktası “Beynelmilel” filmi.

Malum mahfillerde birileri Soğuk Savaş’ın bitişiyle mamanın elden gideceğine ayılıyor. 1984’te PKK’nın Eruh ve Şemdinli baskınlarıyla savaşın soğuğu, sıcağıyla ikame edilerek o kaygı de giderilmiş oluyor. Artık sivil toplum ve onun kuralları belli hukuk devleti talebi bir yanda, büyük harflerle yazılı DEVLET onun karşısında.  

Böylece devlet yönetimi bir anlamda belediyeciliğe, “hizmet yarışına” indirgeniyor. Küçümsenecek işler bunlar: Onun karşısında omzu apoletli, takım elbiseli askeri, harici, istihbari “meseleler” var ve bu dosyalar “yetişkinlerin” işi doğal olarak.

Günümüzdeki ortaklık 15 Temmuz darbe girişiminin ardından oluşuyor. Demek ki “Hiçbir şey olmasa da, bir şeyler oluyor.” Yöntem bakımından Suriye’ye girmeden, girmekle tehdit edip Öcalan’ı oradan çıkartmak gibi.

Bu anlatıyı geçerli kabul edersek, günün birinde belki gelecek seçimde yönetim el değiştirdiğinde yeni yöneticiler “Açın defterleri bakalım” diyerek örnekse maliye konularına eğilebilir. Ya askeri, harici, istihbari dosyalar? Onların kapağı açılacak olursa, sessizce okunur, yay gibi kalkmış kaşlarla sessizce geri kapanır.

Kapanmazsa? Ben meslek hayatımda iki tür büyükelçi gördüm. Bazıları yeni atandıkları misyonda tüm belli başlı dosyaları didik didik okur. Diğerleri “taze başlangıç” yapar, seleflerini doğrudan eleştirmeseler de onu yok sayar. Dosyasına hâkim olmanın meslek kuralı olduğunu bilir ama dosyada boğulmak da istemez. Üstelik siyasi talimatına güvenir. 

Dosyada yazılı olanla alandaki gerçek birbirlerini tutmuyorsa? Hiç tutmadıysa veya artık tutmuyorsa veya alandaki gerçek farklı bir yaklaşımla değiştirilmek hatta dönüştürülmek isteniyorsa? Senaryonun figüranları mı olmalı, yoksa senaryo denilen yırtılıp, baştan mı yazılmalı? Kim yazmış bu kara kaplı dosyaları?

Siyasi çözüm denilen hiçbir zaman mükemmel değildir. Tarihsel, stratejik, demografik vb. kaygıları tam olarak gidermez. Tüm tarafların taleplerini tümüyle karşılamaz. Adı konulmamış süreğen olağanüstü halden, daimi seferberlik halinden sanırım ancak siyasi çözümle, uzlaşıyla çıkılır.

Gel gör ki o uzlaşıya varmak için de sağduyulu, uzgörülü, tutarlı, yaratıcı, yapıcı, esin verici, sürükleyici ve cüretkâr liderlik gerekli. Yöneticinin yalnızca seçimden seçime değil sürekli halktan aldığı yetkiyi, güveni tazelemesi ve meşruiyetini koruması da. Öyleyse siyaset katılımcı ve kapsayıcı bir süreç olmalıdır.  

Yalnızca “sağlıklı yaşam için spor” yapar gibi siyasetle ilgilenmek doğrusu bana hitap etmiyor yahut yeterli gelmiyor. Sivil toplumculuk ve dernekçilik siyasetin içinde ama tamamı değil. Seçim yarışını kazanabilmeyi becerebilmek gerek. Aday, örgüt, program, kampanya ve ekip bu işin basit zorunlu unsurları.   

Bu doğrultuda düşünürsek bir bakıma “Türkiye yüzyılı” kampanyasında hiçbir şey yok, yalnızca Erdoğan var. “İkinci yüzyıla çağrı” kampanyasında ise her şey var, aday yok. Getirilen temel eleştiri de “geriye kaldı seçmene anlatılması.”   

Dolambaçlı yordam ve yöntemlerle kendine mecbur bırakarak aday olmak da kuşkusuz siyasetin içinde. Aday olmaya heveslinin adaylığını koyamaması, siyasetin dışında kalması, bırakılması, siyasete girememesi de diğer tamamlayıcı görüngü.

Çok karmaşık olduysa, Siyasal Partiler Kanunu’nu değiştirmeyi ya da olduğu gibi çöpe atmayı önerenin çıkmadığını da anımsayabiliriz. Onun yanına, Kürtler’i, Kürt seçmeni doğrudan muhatap almaktan kaçınıp, ona teselli ve cemile kabilinden “elma şekeri” sunan anayasa değişikliği önerisini de koyabiliriz.

Bekleyip, umacağımız ise yüksek maliyetli bir düzenlemeyle kamuoyuyla paylaşılan Vizyon Belgesi’nin hedef kitle, seçmen üzerinde ne etki yarattığı, ne denli özümsendiği, hangi soruları sordurduğu, oy verme eğilimini ne yönde değiştirdiğinin ölçüleceği bir geri bildirim sürecinin başlamış olması. Eğer hitap edilen salt delege değil de genel seçmen idiyse.      

Belki soru şöyle de konulabilir: Bu kovayla o kuyudan ne kadar su çekilir? Yoksa o kuyudan kurtulmak mı gerekir? Kuyunun yerine veya yanına bir sarnıç, bir suyolu, bir deniz suyunu tuzdan arındırma tesisi, haznesiyle birlikte bir bent inşa etmek de tümleşik bir sulama ve içme suyu tasarısı yapmak da gerekir mi?

Su mecazından devam edersek, siyasetin zeytinyağın suyun üstünde kalışını andırır biçimde üstünde olmak mı meziyettir? Yoksa balık gibi solungaç geliştirerek suyun içinde solumayı öğrenmek mi? Belki o balıkların bir gün evrimleşerek karaya çıkacaklarını ve yeni yaşamı kuracaklarını da umarak.

Hışırlıktan, hoyratlıktan, yağmadan, pişkinlikten, vasatın tasallutundan bıkkınlık geldiği ortada. Buna karşılık, korkarım “beyin takımı” ne ülkemizde ne dünyadaki örneklere bakıldığında pek olumlu çağrışımlar yapan bir terim değil.

Bilgi denli görgü, gelenek görenek denli dünya görüşü de önemli herhalde. Belki kestirmesi pusulanın kutbunu (hiçbir zaman gerçekleşmeyecek olsa da) “Avrupa Birliği’ne tam üyelik” olarak belirlemek olabilir. Şuraya virgül koymaya, burasına şerh düşmeye, ötesini köşeli paranteze almaya kalkışmadan ama.   

*Soli Özel’in himmetiyle ve aklımda Türkiye’yi tutarak okuduğum Joshua Leifer’in “In the House That Bibi Built” (New York Review of Books, 23 Kasım 2022) makalesi bence meraklısına sayısız siyaset dersleri barındırıyor.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.