Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP’li yıllara içeriden bakış (2): “Ayrı bir parti değil, yeni bir parti”

3 Kasım 2002 seçim gecesine gitmeden önce halkı o geceye hazırlayan son iki yılı hızlıca çek edelim ve halk neden böyle bir desteği tek bir partiye, tek bir lidere verdi, yirmi yıldır neden hala başka birisine güvenemiyor anlamaya çalışalım. Ve bugün gitmemek için direnen hareketin kodlarında neler varmış, bugün yaşattıkları politikalar ile o günler arasında nasıl benzerlikler varmış bakalım.

26 Mart 1999. Halk, Erdoğan’ı adeta savaşa uğurlanan bir komutan gibi törenlerle, konvoylarla, miting havasında, ellerinde “Orası Medrese-yi Yusufiye” pankartlarıyla cezaevine uğurlamıştı. 

Sakıp Sabancı isyan ediyor:

“Yahu sen, her gün Tayyip Bey yetiştirebilir misin? Tayyip Bey ne on milyon dolar, ne yüz milyon dolardır, ne milyar dolardır, yetişmiş bir adam, Türkiye’yi seven bir Tayyip be, onu nasıl yetiştirebilirsin, şartele basıp gelmez be” diyerek, gazetecilerin mikrofon tutan ellerini bileklerinden sarsarak demeç veriyor. Sanatçılar, şarkılar bitmez diye yanında duruyor, “İlle de sen, ille de sen” diyor, “Bir şarkısın sen, ömür boyu sürecek” diyerek uğurluyorlar.

Erdoğan, cezaevi kapısında söz veriyor, söz alıyor:

“Ben çok çalışacağım. Ben şimdi ödevlerimi yapmaya gidiyorum, sizler de ödevlerinizi iyi yapın.”

Cezaevinde kaldığı o dört ayda farklı ülkelerden siyasi partilerin tüzük ve programlarını inceliyor. Dönüşte seferden dönen bir komutan gibi karşılanıyor. Canı yanmış, insan yerine konmamış, aşağılanmış halk, Erdoğan’ın bitmeyen çilesinde kendini görüyor. Her darbeden güçlenerek çıkmış bu adamın artık özgür kalmasını, yollarının açılmasını ümit ediyor.

Erdoğan cezaevindeyken, halkın sorunlarına çözüm üretemeyen, dönemin Başbakanı ve haliyle nefret öznesi Bülent Ecevit, Meclis’e başörtüsüyle gelen Merve Kavakçı’yı azarlıyor:

“Burası devlete meydan okunacak yer değildir, lütfen bu hanıma haddini bildiriniz.” 

Bülent Ecevit, bu tavrıyla dindar kesime bu ülkede hiçbir zaman Meclis’te kendisini dilediği gibi temsil edemeyeceğini bildiriyor ve onu Meclis’i terk etmeye davet ediyor. 

Bu cümlelerden sonra bir gün çocuklarını ellerinden tutarak okuluna bırakmak isteyen Merve Kavakçı, belli ki organize edilerek diğer öğrenciler tarafından çocuklarıyla birlikte protesto ediliyor:

 “Türkiye laiktir, laik kalacak.”

28 Şubat’la okullardan kovulan, memuriyetten atılan, üniversite sınavında tıp yazabilecek puan almışken, kat sayı uygulaması ile uluslararası ilişkiler yazmak zorunda kalan dindar kesime 28 Şubat’ın bin yıl süreceği hatırlatılıyor. Medyada sözü kesilen, dalga geçilen, öcü gibi gösterilen, tam konuşacakken reklama gidilen dindar kesimin hafızasına kazınan bu imgeler, büyük bir rövanş için onları iyice biliyor. Kamusal hayattan kovuluyor, sosyal hayatta aşağılanıyor, lideri hapse atılıyor.

Hükümetin en önemli gündemi bu ama ekonomik bunalımdan ikrah etmiş halk, sokaklarda slogan atıyor: “Vur vur inlesin, hükümet dinlesin”. Bugünkü gibi hükümete karşı eylem yapmak yasak değil. Sakıp Ağa “woah woah woah” diyor, Sakıp Ağa’nın bile ağladığını gören vatandaş “ah ah ah” diyor. “Yarı aç, yarı tok yaşıyoruz” diyorlar. Hazineden Sorumlu Devlet Bakanı olarak, Dünya Bankası’nda görev yapan Kemal Derviş’i getirtiyorlar ancak kimsede tahammül edecek güç kalmamış. Devletin yurtdışından ekonomist getirmesine iyice öfkeleniyorlar. Bir yandan çökmüş sağlık sisteminde sabahın 6’sında kuyruğa girip bütün gün doktor ve ilaç kuyruğunda sıra bekleyen, itilip kakılan halk, “İnsan yerine konmuyoruz. Kime gitsek bizi görmezden geliyor. Hiçbir yerde muhatap bulamıyoruz” diye isyan ediyor. Ecevit’e atılan yazar kasanın ardından hükümet üyelerinden Devlet Bahçeli duruma müdahale ediyor ve tarihine varana kadar detaylandırarak erken seçim talep ediyor. Bahçeli’nin belirlediği tarihte seçime gidilmesine karar veriliyor.

AKP’nin kuruluş hazırlıkları başlıyor. “Yenilikçiler Hareketi” olarak Saadet Partisi’nde barınamayanların lideri olan Erdoğan, parti hazırlık sürecini soran gazetecilere: “Ayrı bir parti değil, yeni bir parti, bunu iyi anlamamız lazım” diyor.

14 Ağustos 2001’de parti kuruluyor. Ankara Bilkent Otel’de partinin kuruluşu ilan ediliyor. 

Ses ve sinema sanatçıları dahi orada, 68 kişilik kurucular arasında beşi başörtülü, 13 kadın var.

Partinin simgesi bir ampul. Ampul mü?

Evet, bir ampul ve üzerinde yaydığı ışığı temsil eden yedi tane çizgi yer alıyor. Türkiye’nin yedi bölgesini simgeliyor bu çizgiler. Yani ışık tüm Türkiye’ye yayılacak.

Sloganı ise “Aydınlığa açık, karanlığa kapalı.”

Durun bir dakika!! Nereden hatırlıyorum ben bunu? Erbakan hükümetinin düşmesine sebep olan ve 28 Şubat sürecini hazırlayan eylemlerdeki slogan neydi? “Sürekli aydınlık için bir dakika karanlık”. Demek ki Erdoğan, halkın o zaman görmezden gelinen talebini unutmamıştı ve halkın o zaman kendi hükümetine karşı yaptığı eylemlerinde yakıp söndürdükleri ampulleri partisinin logosu olarak seçmişti. Milli Görüş gömleğini yırtıp, halktan yana tavır aldığını duyuruyordu. Mesaja bakar mısınız? Ve devamında kendi mahallesinden 28 Şubat’ta sabıkası olan herkesi partisinin dışında tutmuştu. Partisinde birbirinden farklı insanlara yer vererek topluma “Artık kavga yok, o kötü günler bitti” diyordu ve şarkısını söylüyordu:

“Beraber Yürüdük bu yollarda

Beraber ıslandık yağan yağmurda

Şimdi dinlediğim tüm şarkılarda 

Bana her şey SİZİ hatırlatıyor”.

İtilip kakılan, muhatap bulamayan gariban halka şarkı söyleyen ve sizin için “her şeyi” yapacağım diyen bir lider yükseliyor.

AKP kuruluyor. Muhafazakârlarda bir telaş, bu sefer her şeyi doğru yapmalılar. Cumhuriyet kurulduğundan beri birbirine teslim olmayan iki grup var: Cumhuriyet yanlıları ve saltanat yanlıları. AKP kurulurken de bu iki grup olayı kendi meşreplerince takip ediyorlar. Laik kanat “Ya bu sefer sistemi tamamen ele geçirirlerse?” diye tedirgin olurken, muhafazakâr kanat “Bu sefer kaybedecek lüksümüz yok, mutlaka başarmalıyız” kaygısıyla kıvranıyor. Laik kanat Erdoğan’ın her adımında ürküyor, muhafazakâr kanat ümitleniyor, heyecanları ve neşeleri artıyor. Çünkü Erdoğan her şeyi olması gerektiği gibi yapıyor.

İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı sırasında görevinden alınan Erdoğan, İstanbul halkından öte Türkiye’nin ezilmiş ve aşağılanmış halkının umudu oluyor. Erdoğan’ı her ezmeye kalktıklarında kendisine yapılan haksızlıkları hatırlıyor, kendisi gibi aşağılanan bu adamda kendi kaderini görüyor. Dindar diye yeterince elit bulunmayarak devlete yakıştırılmayan bu adam başarırsa, onlar da başaracak. Erdoğan sonunda AK Parti için meydanlara çıkıyor ve ilk defa yaşadığım şehre miting için geliyor.

Oturduğumuz apartman komple CHP’li, zaten yaşıtım da yok. Cemaatten diğer ailelerin kızlarıyla şehrimizde ilk defa gerçekleşecek AKP mitingine gidiyoruz. Dışarı her çıkışımızda hesap verdiğimiz evde, mitinge gideceğimiz için hesap soran yok. Yağmur yağıyor. Ama yağmura rağmen binlerce insan kıyamet gibi aynı yöne, şehir meydanına doğru yürüyor. Çığlıklarla ve büyük ümitlerle dinliyoruz neler yapacağını. “Ha şöyle işte, dine diyanete çok bulaşmadan, herkesi memnun edecek şeyler söyleyin!!” Miting sonrası alanda kocaman sarı bir AK Parti bayrağı buluyorum, yanıma alıyorum. Alan dağılırken öyle bir kalabalık var ki, trafik akmıyor. Araçlar milim milim ilerliyor. Ve o sırada bir aracı ve içindekini fark ediyorum. Emine Erdoğan makam aracının içinde yavaş yavaş ilerliyor, üstelik camı açık. Hiç tereddüt etmeden yaklaşıyorum: “Emine Hanım, Ben bir 28 Şubat mağduruyum. Yıllardır okula dönebilmek için bekliyorum. Size oy vereceğim ama ne olur bizi unutmayın. Sizin çocuklarınız okudu, biz okuyamadık. Bizi unutmayın!!”

Emine Erdoğan elbette tüm sözlerimi büyük bir memnuniyetle onaylıyor ama ne Erdoğan’ın vaatleri ne Emine Hanım’ın başını sallaması tam olarak içimi rahatlatmıyor. Erdoğan’ı seçimlere sokmamak için var güçleri ile uğraşıyorlar. Öyle sert bir kabuk var ki karşı tarafta, nasıl başaracak? Yağmurdan sırılsıklam oluyoruz ama ne önemi var? Eve dönmek için otobüs durağında beklerken kızlarla, yağmurdan Kızılay çadırlarına dönmüş eşarplarımızla, kocaman gülümsemelerle hatıra fotoğrafı çektiriyoruz. Eve gidip bayrağı yıkıyorum. O kadar büyük ki, nereye asayım? Herkes görsün, artık bir umudumuz var. Komşulardan çekinmiyorum, bilakis bizim varlığımızı görsünler istiyorum. Birkaç gün iki camın arasında sallanıyor ama bakıyorum bayrağım kirleniyor yağmurdan. Ve aptalca bir fikir buluyorum. Bayrağımı yeniden yıkayıp, yıllardır altında hayaller kurduğum, gözyaşlarımı biriktirdiğim, tanıdığım herkese sövdüğüm yorganıma dikiyorum. Öyle bir umut benim için Erdoğan. Eve gelen herkese yorganımdaki bayrağı gösteriyorum, benimle dalga geçsinler istiyorum. Dalga geçsinler ki herkes anlasın, ne kadar çaresiz olduğumu. 

Bir sabah babamın yüksek sesle ağlama sesine uyanıyorum. Annem, babam ağlıyor, cemaatin radyosu son ses açık, sürekli aynı cümleler tekrarlanıyor. Cemaatin lideri Prof. Dr. Mahmud Esad Coşan Avustralya’da suikast olduğu düşünülen şüpheli bir trafik kazasında kendisinden sonra cemaatin şeyhi olacağı düşünülen damadı Prof. Dr. Ali Yücel Uyarel ile birlikte hayatını kaybetmiş. AK Parti’nin kuruluşunda önemli katkıları olan M. Esad Coşan’ın vefatı AK Parti konusunda cemaati daha da birleştiriyor. Mecburen arkadaş olduğum cemaatten kızlarla hemen fanatik AK Parti’li oluyoruz, hepimizde bir heyecan. Kimimiz üniversiteyi, kimimiz liseyi yarım bırakmak zorunda kalmış, kimimiz üniversite sınavına girmiş, İmam Hatipliler’e uygulanan katsayı uygulaması ile puanı çok düştüğü için istediği bölümler tutmayınca üniversiteye gitmemiş. Hepimiz toplumdan kovulmuş, evlendirilmek üzere sürekli birileriyle tanıştırılan bir avuç genç kızız. Arkadaşlarım evlenmeye hevesleniyor çünkü kendilerini bildi bileli o kutlu görev için hazırlanıyorlar ama ben kendime sürekli hatırlatıyorum, sakın!! Bu kadar baskıyla nasıl başaracağım bilmiyorum ama istediğim hayatı kurmadan asla. Yoksa aynı mutsuz ve mantıksız hayatın içinde sonsuza dek çürüyeceğim.

Kendi aramızda toplanıp birbirimize güç veriyoruz. Ayet ve hadisler derliyor, birbirimizin dini bilgisini arttırmaya çalışıyoruz. Ben her hafta o zamanlar Kanal 7’de Ana Haber’i ve İskele Sancak’ı sunan Ahmet Hakan gibi “Bu hafta sizin için çok çarpıcı hadis-i şerifler buldum” deyip, bütün ilgiyi üzerime çekmeye çalışıyorum. Gerçekten de her hafta onları şaşırtmayı ve düşündürmeyi başarıyorum. Bir yandan açık öğretimden liseyi bitirmeye çalışıyorum. O grubun içerisinde matematiği çok iyi bilen ve ileride matematik öğretmenliği okuyacak olan arkadaşımdan dersler alıyorum. Televizyonda Gülbeyaz diye bir dizi başlıyor. Kızlar, Gülbeyaz’ın şansına sahip olmak istiyorlar. Kuytu köşelerinde yakışıklı cesur bir prens gelip onları kurtarsın istiyorlar. Gülbeyaz ağladıkça onlar daha da çok ağlıyorlar. Nejat İşler’e hayranlar, dolaplarının iç kapağına onun fotoğrafını asmışlar. Muhafazakâr evinde duvarda suret olmaz, günahtır. İleride Tayyip Erdoğan’ın hayatını biri oynayacaksa mutlaka o olmalı deyip kıkırdıyorlar. Aykut Kuşkaya vardı, pop şarkıları gibi ilahi söylüyordu, ona hayranlar. Motorcu imam vardı, öyle bir eşleri olsun istiyorlardı hem dindar hem hayatı kaçırmayan biri. Yani bal gibi de o hayattan kurtulmak istiyorlar. Ama benden başka hiçbiri, hala, asıl sorunun nerede olduğunu kavramış değil. O kızlardan hiçbiri evlenmedi.

Annelerimizle katıldığımız sohbetlerde zikirler yapılıyor. Zikir esnasında gözleri açmak yasaktır, benim gözlerim tamamen açık. Yarım yamalak gizlice bakanı da görüyorum, tamamen kendinden geçeni de. Zikir hızlanıyor, kadınlar kendinden geçiyor, yıllar sonra anlıyorum, o çığlıkların neye benzediğini. Zikrin sonunda gözyaşları içinde kendinden geçmiş kadınlar zar zor kendilerini topluyorlar ve uzun uzun edilen duanın sonunda Erdoğan’a ve arkadaşlarına dua ediyorlar. Kadınlar hep bir ağızdan “amiiin” diye evi inletiyor. İçlerinde tek bir fire bile yok, “Ben onlara değil de Saadet Partisi’ne vereceğim” diyen.

Erdoğan:

“Bize uzanan kollar, bize bağlanan umutlar ve bize edilen dualar karşısında yanlış yaparak, vakit kaybetmeye hakkımız yoktur.”

Kaybetme hakkını kendisinde ve partisinde görmeyen Erdoğan, tüm partisini ortak davalarında mücadele etmeleri için halkın evlerine gönderiyordu. Bu çabaya bakan biri, Erdoğan’ın kaderci değil, güçlü bir irade ile mücadeleci biri olduğunu anlar. 

“Biz diğer partiler gibi değiliz, il teşkilatımızla, kadın kollarımızla, gençlik kollarımızla ev ev bütün Türkiye’yi gezen bir partiyiz. Biz seçimden önce zaten neticeyi alan bir partiyiz. Diğer partiler böyle değil.”

Erdoğan gerçekten de halkın içinden çıkmış ancak halkla bağını hiç koparmamış bir lider olarak, halktan iğrenmiyor, diğer parti liderleri gibi onlara uzaktan el sallamıyor, halka gerçekten sarılıyor, onları içtenlikle kucaklıyor, öpüyor. Onu ve halkını aşağı görmeleri umurunda değil, bundan gurur duyuyor. Böylece halkın gözünde bir profil oluşuyor. Bir yanda o kötü bürokratlar ve onlar gibi soğuk, çokbilmiş profesyonel siyasetçiler, bir yanda asker arkadaşıyla fotoğraf çektirir gibi omuzuna kolunu atan Erdoğan.

AKP’nin kampanyalarını planlayan Arter Reklam Ajansı Başkanı, Erdoğan’ın dostu ve 15 Temmuz darbe girişimi gecesi hayatını kaybeden Erol Olçok, “AK Parti yeni bir siyaset tarzını benimseyince bütün iletişim biçimlerini, söylem biçimlerini değiştirdi. AK Parti kurulduğu günden bu yana, sadece seçim kampanyalarında değil, her zaman tutarlı, düzenli ve etkin iletişim sürdürdüğü için kampanyalarımızın etkisi de göreceli olarak diğer partilere göre daha iyi fark ediliyor” diyordu. 

Mahir Ünal:

“Recep Tayyip Erdoğan liderliği çok farklı bir liderlik. Ve her nefesinin hesabının indi ilahide kendisine sorulacağını bilen, milletine aşık bir adamın hikâyesidir Tayyip Erdoğan’ın hikâyesi. AK Parti hikâyesi de bir millet aşkı hikâyesidir. O yüzden, heyecan vardır, doğallık vardır, samimiyet vardır.”

“Bizim siyasetimiz, herhangi bir parti siyaseti gibi değildir. Çünkü AK Parti, partilerden bir parti değildir. AK Parti bir dava hareketidir ve AK Parti’nin her bir mensubu bir nefer gibi hareket eder.”

Gerçekten de AK Parti’nin halkın içinde, halktan insanlarla sürdürdüğü seçim kampanyası büyük bir tsunamiye dönüşüyor. Halk, yıllardır onu insan yerine koymayan siyasetçiler ve bürokratlardan, zalim devletten sonra, kapısına kadar gelen bu insanları evine buyur ediyor. AK Parti seçim kampanyası tüm hızıyla sürerken hem medya hem laik düzen elitleri Erdoğan’ın önünü kesmek için var gücüyle çalışıyor.

Sabih Kanadoğlu

Anayasa Mahkemesi tarafından Hasan Celal Güzel’in mahkûmiyeti sonrası siyaset yasağının kaldırılması Erdoğan için de emsal karar olacağından, mahkemeye başvuruluyor ve siyaset yasağı kaldırılıyor. Erdoğan partinin ilk kurucular kurulunda genel başkan olarak seçiliyor. Ancak Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuru üzerine Erdoğan, parti kurucu üyeliğinden ve genel başkanlıktan istifa etmek zorunda kalıyor. Ancak bir gün sonra partisi tarafından yeniden genel başkan seçiliyor.

Erdoğan’a verilen siyaset yasağı kararı yetmiyor, 28 Şubat ruhu hortluyor. Seçimlere dokuz gün kala Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, AK Parti’ye kapatma davası açıyor. Halk bu stres altında sandığa gidiyor. Erdoğan’a, kendi geleceğine sahip çıkmak zorunda, ilk defa zafere bu kadar yaklaştı.

3 Kasım 2002’de AK Parti % 34,29 oyla 363 milletvekili çıkarıyor ve tek başına iktidar oluyor. Evde bir bayram havası. İlk defa oluyor bu. Uzun yıllar sonra ilk defa gerçek bir zafer kazanıyoruz. Amasız, fakatsız, ortaksız, gerçek bir zafer.

O zamanlar AK Parti’ye muhalif olan Sabah gazetesi “Anadolu İhtilali” diye manşet atıyor.

Bülent Arınç:

“Sincan’da tankları yürütmekle demokrasiye balans ayarı yaptığını zanneden gafiller vardı, biz de 2002’de dört yıl sonra Türkiye’de sandıkla, seçimle demokrasiye balans ayarı yaptık, halk yaptı!!

Mehmet Ali Şahin

“AK Parti’yi millet kurdu, biz tabelaları astık.”

Partinin lideri Erdoğan, siyasi yasaklı olduğu için ne milletvekili ne başbakan olabiliyor. Onun yerine “kardeşi” Abdullah Gül başbakan oluyor. Tıpkı daha sonra cumhurbaşkanlığı makamını da önce ona emanet edeceği gibi.

Abdullah Gül tebessümle, sakin sakin konuşarak o zamana kadar çok eleştirilen 36 kişiden oluşan bakanlıkları, 25 kişiye düşürdüklerini ve kadrolarını açıklıyor. Cumhurbaşkanının, askerin, YÖK’ün nefesi her adımda enselerinde ancak hükümet hem uyumlu çalışıyor hem kendinden fazla ödün vermiyor, hükümet ve özellikle Türkiye’nin en genç bakanı Ali Babacan işbilir tavırlar sergiledikçe, ekonomi hızlı bir toparlanmaya gidiyor. 1 Ocak 2002’de 222.000.750 TL olan asgari ücret, 1 Ocak 2003’te 309.000.000 TL ‘ye yükseliyor, 24 milyon TL olan emekli maaşı 48 milyon TL’ye yükseliyordu. Halk rahat bir nefes alıyor ancak hükümet bunun altından kalkabilecek mi merak ediliyordu.

Erdoğan, milletvekili seçilmesi için gerekli hazırlıkları planlarken, hiçbir resmi vasfı olmamasına rağmen 19 Kasım 2002’de Berlin’de düzenlenen bir basın toplantısında, kameralar karşısında Alman Dışişleri Bakanı Joschka Fischer’ı azarlıyor, bakanın şaşkın bakışlarını gören ezilmiş halk, zevkten dört köşe oluyor. 23 Kasım’da Türkiye’de görev yapan büyükelçilere verdiği iftar yemeğinde, kendisini ülkesine davet eden bir büyükelçiye “Next year inşallah” diyor, seçim sürecinde söz verdiği üzere partisinin bakanları ile birlikte 12 Aralık’ta Kopenhag Zirvesi’nde Avrupalı liderlerle toplantılar yapıyor, özgüvenle fotoğraflar veriyor. Sonunda kendi ülkesinde hakir görülen halk, çarıkları ile Erdoğan’la birlikte büyük bir özgüvenle Avrupa salonlarında geziyor. Bizim oğlan büyük adam oldu.

Kopenhag Zirvesi’nde Avrupa Birliği’ne üyelik için müzakere tarihi alıyor ancak bazı Avrupalı liderlerin olumsuz görüşleri de beraberinde geliyor. Erdoğan, moralini bozmak yerine, müzakere tarihini beklerken bir yandan da 12 Aralık’ta ABD’ye yaptığı ziyarette ABD Başkanı George W. Bush’a sürpriz bir teklif yapıyor. ABD’den ayrılmadan önce New York’ta Türkevi’nde düzenlenen toplantıda, Avrupa Birliği’ne nispet yaparak, ‘‘Başkan George W. Bush’a, gelin bizi NAFTA’ya alın dedim’’ mesajını duyuruyor:

‘‘Siyasetçi bir maraton koşucusudur, kısa mesafe koşucusu değildir. Siyasetçi problem üretmez, problemleri çözer. Çözemiyorsa geldiği gibi gider. Biz geldiğimiz gibi gitmek istemiyoruz. Onun için sorunları çözen bir yönetim oluşturduk. Çözümsüzlük için değil çözüm için masada olacağız. Çözümsüzlük bizden gelmeyecek. Bu gayretle yolumuza devam edeceğiz’’

Erdoğan, Kopenhag’da Başbakan Abdullah Gül ile birlikte son lobi çabalarını göstereceklerini belirtiyor, şöyle diyor:

‘‘Netice alırız, almayız önemli değil, dünyanın sonu değil. Biz üzerimize düşen görevi yerine getirmiş olacağız. AB’ye girme sürecinde son 18 ayda bizden önceki yönetim, iktidarı muhalefeti ile el ele AB ülkelerini şok edecek kararlar çıkarttı. Anayasada 48 madde değişikliği yapıldı. Perşembe günü Kopenhag Zirvesi’nde üye ülkelerin elinde en ufak bir gerekçe kalmasın istiyoruz. Gene bazı cilveler yapanlar oluyor. Manevra yapanlar da oluyor. Biz üzerimize düşeni yapıyoruz. Bizi alsalar da almasalar da bütün Kopenhag kriterlerini insanımızın yaşam standardını yükseltmek için yerine getireceğiz. Almadıkları takdirde ne yapacağız? Dünyanın sonu değil. Biz de başımızın çaresine bakarız. Çıkacak çok yol var. Sayın Bush’a şunu teklif ettim: ‘Gelin bizi NAFTA’ya (Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması) alın.’ Biz bir dünya ülkesiyiz. Biz Türkiye’yiz. Dolaştığımız ülkelerde herkes, dinamizmimizden çok etkilendi. Uzun soluklu bir yarışa çıkıyoruz. Çözümsüzlük bizden gelmeyecek. O çözümsüzlüğe mahkûm olabilir. Ama Türk’ün onurunu, gururunu kimselere çiğnetmeyeceğiz.’’

Bir yandan yurtdışında Cumhuriyet tarihinde görülmemiş bir şekilde Avrupa Birliği üyelik görüşmelerini sürdürürken, öte yandan yurtiçinde ilk yatırımların işaretini veriyor:

Aralık ayında 300 kilometrelik duble yolun temelinin eşit sayıda müteahhide verilerek atılacağını, yarım kalmış yatırımların tamamlanarak israfın önleneceğini belirten Erdoğan, “Kaynak nerede” diyenlere ‘‘Yolsuzlukları durdurup kaynak bulacağız’’ yanıtını veriyor.

Hükümet bir yandan halka güven veriyor, bir yandan kontrollü bir şekilde ıslık çala çala laik elitlerin üzerine gidiyor. Meclis Başkanı Bülent Arınç, o güne kadar hiç görülmemiş bir şekilde başörtülü eşiyle Cumhurbaşkanı’nı uğurluyor, Milli Eğitim Bakanı Erkan Mumcu, kendisine direnen YÖK Başkanı Kemal Gürüz’e “YÖK’ü kapatıp YEK açacağız” diye gözdağı veriyor.

ABD, Irak savaşına hazırlanırken AKP hükümeti, tıpkı bugün olduğu gibi bir yandan Saddam’la iş antlaşmaları imzalıyor bir yandan da ABD’ye destek oluyor. Dünyayı şaşkına çeviren bu pervasızlıkla, ABD’nin de Avrupa’nın da gözüne giriyor. İşte, kendileri gibi bir Türk. Halk bu ikili tavırdan hiç rahatsız olmuyor, bu oyun işte böyle oynanır. Tavşana kaç, tazıya tut. Halk, ezilmekten yorulmuş, artık güçlünün yanında, güçlü olmak istiyor.

Kuruluşunun üzerinden 15 ay, göreve başlamasının üzerinden iki ay geçmiş bir hareket, halkın büyük çoğunluğunun hayranlığını kazanıyor.

“Şu dakikadan itibaren, Türkiye siyasi hayatında AK Parti diye bir gerçek var. Bu partide asla bir lider diktatöryası oluşmayacaktır” –  Recep Tayyip Erdoğan

Serinin ilk yazısı: AKP’li yıllara içeriden bakış (1): Partinin doğuşu

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.