Kahramanmaraş’ın Pazarcık ve Elbistan ilçelerinde 6 Şubat’ta meydana gelen iki büyük depremin üzerinden bir ay geçti. 11 ilde yıkıma neden olan depremlerde en az 46 bin kişi yaşamını yitirdi. Kısa bir aradan sonra yeniden şehre giriyorum, konuşacak çok fazla konum var ancak burada insan kalmamış. Adıyaman’ın merkezi koca bir enkaz yığınına dönüşmüş. İnsanlar çadırda yaşamaya alışmış. “Buna alışmak zorunda kaldık” diyor bir yurttaş, akşam sobasını yakabilmek için odun ve karton toplarken. Tek istedikleri insanca yaşamak, tek talepleri ise konteyner.
Adıyaman’ın birçok bölgesine çadır kentler kurulmuş. Vatandaşların büyük çoğunluğu bu çadır kentlere yerleşmiş. Ancak yine de mahallelerde çadıra ulaşamayan ve kendi imkânlarıyla kurdukları çadırda kalan vatandaşlar var. Çadırda yaşamın zor olduğundan bahsediyorlar. Muhabbet edebilmek için “Çadırda yaşam nasıl geçiyor?” diye soruyorum neredeyse herkese. Hepsi eliyle çadırlarını gösteriyor: “Gir bak.”
Giriyorum çadırlara. Battaniye, döşek, soba, yemek kapları, çaydanlık, çay bardağı ve birkaç kişisel eşya… Farklılıklar gösterse de neredeyse her çadırın içi aynı diyebilirim. Sabah saatlerinde havanın normal olduğunu ama geceleri soğuktan uyuyamadıklarını söylüyor yurttaşlar. Çocuğu olan bir anne ile çadıra giriyorum. Çadırda elektrik olmadığını ve bu nedenle çocuklarını gece meşgul etmekte zorlandığını söylüyor:
“Geceleri soğuk oluyor, uyuyamıyoruz. Elektrik yok, çocuklarım korkuyor, onları meşgul edemiyorum. Telefonlarımızı kurdukları konteynerde şarj ediyoruz ama çok geç şarj ediyor. Yüzde 15 olunca çadıra geri dönüyoruz, telefonun ışığını da açamıyoruz.”
Bazı dükkânlar açılmış
Çadır kentlerde tuvalet ve duş var ancak vatandaşlar hijyenik olmadığını söylüyor. Ara mahallelerde ise bir aydır duş alamayan vatandaşlar var. Çadır kentlerden uzaklaşıp merkeze gittikçe seyyar satıcılar dikkatimi çekiyor. Bazı dükkânlar açılmış. Depremden az hasar alan dükkânlar çalışmaya devam ediyor. Yemek dükkânları satış yapıyor. Konuştuğum bir vatandaş, deprem öncesine göre fiyatların çok arttığını söylüyor. Bir berber dükkânına giriyorum. İçeride insanlar sıralarını bekliyorlar. Konuştuğum biri, “En ufak bir sarsıntıda dışarı koşuyoruz. Bunu atlatmamız zor olacak” diyor.
Asıl amacım insanlara Erdoğan’ın depremden sonraki ilk günlerde yaşanan sıkıntılar nedeniyle vatandaşlara yönelik “Sizden helallik istiyorum” sözlerinin yarattığı etkiyi görmek. Bu yazımda ondan bahsetmeyeceğim, onun için ayrıca okuyabilirsiniz.
Vatandaşlarla röportaj yaptığım esnada yemek yiyen üç tane çocuğa denk geliyorum. Üçü de arkadaş, kendi aralarında gülüp eğleniyorlar. O esnada mikrofonu telefona takmaya hazırlanırken, “Abla, röportaj mı yapacaksın?” diyor biri. “Evet” diye cevap veriyorum.
“Hep büyüklerle konuşuyorsunuz, biraz da bizi çekin” diyor yine aynı kişi. Bu sözler üzerine gülerek dizlerimin üstüne çöktüm ve konuşmaya başladık. Sürekli şaka yapıyorlar ve gülüyoruz, şakalarının yaratıcı ve komik olduğunu belirtmeliyim. Yaklaşık 40 dakika oturduk ve muhabbet ettik.
Çocuklar da yaşananların farkında
İlk konuşan çocuk, “Burada yaşam benim için çok kötü. Burada yaşam yok, Adıyaman’ın neredeyse yarısı gitmiş. Adıyaman’da yaşam nasıl olacak? Gezelim diyorsun, gezemiyorsun. Hayalet gibi olmuş, hiçbir ışığı yanmıyor. Bütün arkadaşların gitmiş, okulun gitmiş… Günüm hep oyun alanlarında geçiyor. Adıyaman böyle olmasaydı ben bu ceket, ayakkabı yardımlarını istemezdim. Dün çarşıya gittik, sadece saat kulesi kalmış o da 04:17’de durmuş. Adıyaman’ın ölüm saatini gösteriyor bence bu” diyor.
Diğer arkadaşı ise “Yaşam burada iyi geçiyor benim için. Gönüllüler yemeği az veriyor, sıramızı kapıyorlar. Ben Adıyaman’ı böyle bilmiyordum” diyerek devam ediyor.
Üçüncü ve son çocuk ise “Burada hayat iyi geçiyor. Deprem olmasaydı bu elbiselere muhtaç kalmazdık. Ondan dolayı elbise alıyoruz. Çadır kentte yaşıyoruz. Burada çok arkadaşlarımız var. Bazı arkadaşlarım ve sosyal hocam da ölmüş. Abla, burada hayat zor. Sıramızı alıyorlar, yemek alamıyoruz” diyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Çocuklar eğlenceli ve neşeli ancak bir şeylerin ters gittiğinin de farkındalar. İlk defa röportaj veriyorlar. Hepsinin ağzında ise aynı cümle var: “Adıyaman yıkılsa da burayı terk etmeyeceğiz.”
Röportaj yapmaya devam ederken durdurduğum bir kadın bana çiçek veriyor. Çiçeği almazsam konuşmayacağını söylüyor. Nihayetinde olayı tatlıya bağlıyoruz ve ben çiçeği alıyorum: “Çadırda ilk zamanlardaki sıkıntıları yaşamıyoruz. Banyo ihtiyacı ve suya olan ihtiyaç var. Ama yine de buna da çok şükür.”
O esnada bir kadın geliyor yanıma ve Adıyaman İl Sağlık Müdürlüğü’nde memur olduğunu söylüyor. Bu nedenle görüntülü röportaj veremeyeceğini ama ses kaydı ile röportaj vermek istediğini söylüyor.
Depremlerin ardından çıkarılan genelgeyle, kamu kurum ve kuruluşlarında çalışan işçilerin esnek çalışma yöntemine geçişi ve diğer personelin de idari izinli sayılmaları kararı alındı.
Ancak Adıyaman Valiliği tarafından yapılan açıklamada, “Görülen lüzum üzerine, kolluk kuvvetleri, sağlık hizmetlerini ve 112 Acil çağrı merkezi hizmetlerini yürüten personel ile kanuni izinliler hariç, diğer personeller 21.02.2023 tarihinden itibaren normal mesaiye geleceklerdir. Kurum amirlerince mesaiye gelmeyen personeller hakkında gerekli yasal işlemlerin yapılacağı ilanen duyurulur” denildi.
Benimle konuşmak isteyen vatandaş, valiliğin göreve çağırma kararına tepki gösterdi:
“Ben sağlık sektörü çalışanıyım. İlk iki gün işe çağırılmadık ama üçüncü, dördüncü günden sonra işe çağırıldık. Ben beş yaş altı çocuklarımı en iyi haliyle çadırda bırakıp işe gidiyorum. Devletim bana ‘Çocuğunu şuraya bırak’ ya da ‘Sana kalacak konteyner veriyorum işe gelmek zorundasın’ dese, ben memleketim için taş üstüne taş koymaya varım. Ama devlet beni işe çağırmaya mecbur bırakıyorsa, benim imkânlarıma da yardımcı olmak zorunda. Ben eğer vergilerimi ödüyorsam, devletin kurallarını uyguluyorsam devlet de bana sahip çıkmak zorunda. Aracım yok, çalıştığım yer şehrin bir ucunda. Sabah mesai saatimiz sorgulanıyor ama konuyla ilgili destek de verilmiyor. Var mıyız, yerimizde miyiz diye sorgulanıyor ama sabah işe ne şartlar altında geldiğimiz, çocuğumuzu nerede bıraktığımız, gece nerede kaldığımız sorulmuyor. Benim devletime sahip çıktığım kadar devletimin de bana sahip çıkmasını beklerdim. İşe gidiyorum da deprem öncesi bıraktığım yerden devam ediyorum diyemem. Çoğu zaman işyerinde boş bekliyorum. Boş masada beklemek için sabah çocuğumu ağlayarak bırakmamalıydım. Ben masa başı memurum, işler tıkanmış, imza yetkileri alınmış durumda. Olağanüstü hal varken ben gidip boş masanın nöbetini tutuyorum. Ben afetzedeyim, evim yok, küçük çocuklarım var. Devlet benim işe gitmemle kurtulacak değil. Bu konuda çok mağduruz.”
Hükümet yöneticilerine karşı dertli olduğunu belirten yurttaş, sözlerini şöyle sonlandırıyor:
“Hükümet yöneticilerine karşı çok dertliyim. İlk üç gün aç kalmaya razıydım. Ama yakınlarımız ilk üç günde kurtarılabilirdi. İlk üç gün ekmekler dağıtıldı ama kimsenin gözü yiyecekte değildi. Yakınlarımızı kurtarmanın derdindeydik. Keşke yakınlarımı göçükten sağ çıkarsaydım da üç gün bir şey yemeseydim. Yardım, yiyecek-giyecek demek değildir. Bundan önce can güvenliği gelir. Can güvenliğim sağlansaydı da gıdam olmasaydı. Ben bu konuda sorumluluğu olan kimseye hakkımı helal etmiyorum. Yardımı dağıtan kişilere, ‘Şu an bize varsınız ama şartlar önümüzdeki iki-üç yıl düzelmeyecek gibi duruyor. Siz o zamana kadar var mısınız?’ diyorum, ‘Allah bilir’ diyor. Yani aldığımız üç öğün var ama bunu üç yıl alabilecek miyiz? Garantisi yok. Keşke hükümet bunun açıklamasını yapsa, ‘Endişelenmeyin, arkanızda biz varız’ deseydi de ben de rahatlasaydım. Ama bunun garantisi yok. Bana birilerinin umut vermesini istiyorum, hiçbir umudum yok.”