Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Newcastle United’ın yıldızı Bruno Guimaraes, The Players’ Tribune’e yazdı: “Büyülü 39 numaranın hikayesi”

Newcastle United ile harika bir yıl geçiren 25 yaşında Brezilyalı orta saha Bruno Guimaraes’in The Players’ Tribune için yazdığı “Taxi driver/Büyülü 39 numaranın hikayesi” yazısını Medyascope Spor’dan Uğurcan Kanca sizin için çevirdi.

Büyülü 39 numaranın hikayesi Bruno Guimaraes

İnsanların bunun bir futbolcu için tuhaf bir sayı olduğunu düşündüğünü biliyorum. Ama benim için 39 özeldir, hayır, bundan daha fazlasıdır. Büyülü bir şey. 39 sayısı bana hayattaki her şeyi verdi. Beni buraya, Newcastle’a getirdi. Beni besledi, giydirdi ve hayallerimin peşinden gitmem için üç saatlik otobüs yolculuklarının parasını bile ödedi.

(#039, babamın Rio de Janeiro’daki taksisinin sevk numarasıydı.)

Benim hayatımda başlangıçta her şey basitti. Dünyaya çoğu Brezilyalı çocuk gibi geldim. Beş yaşından itibaren topa aşıktım. Her gün sokakta parmak arası terlikler ile futbol oynardık. Havaiana, Kenner, bunlar bizim direklerimizdi. Bazen taşları ya da ağaçlardan düşen meyveleri kullanırdık. Her şeyi işe yarar hale getirirdik. Bir Coca-Cola ya da bir Tubaína karşılığında olması fark etmezdi, ne olursa olsun kazanmak için oynardık.

Vila Isabel’de, Maracana’nın gölgesinde büyüdüm. Eskiden 12 yaşından küçük çocukların maçlara ücretsiz girebildiği bir kural vardı, bu yüzden mahalleden 20 kişi toplanır ve herhangi bir futbolcuyu görmeye giderdik. Flamengo, Fluminense, Botafogo, Vasco, kimin oynadığı bile önemli değildi. Bizim için orada olmak bile büyüleyiciydi. Oyuncular bizim için tanrı gibiydi. Yedek kaleci bile bir tanrıydı. Bir keresinde futsal takımımın São Januário’ya maç yapmaya gittiğini ve profesyonel Vasco takımının orada antrenman yaptığını hatırlıyorum. Aklımı kaçırmıştı. Tabii o zamanlar cep telefonum yoktu. Bir parça kağıdım bile yoktu. Gidip hamburger standından bir peçete aldım ve Vasco oyuncularına yalvardım, “Tanrı aşkına, lütfen bana bir imza verin!!! Takım kaptanı olman umurumda değil! Sadece peçeteyi imzala, kardeşim!!!”

Şimdi komik geliyor ama aslında benim için ciddiydi. O kirli peçete kutsal bir objeydi. Annem hala onu evinde güvenli bir yerde saklıyor.

Benim için hayal, bir gün o tanrılardan biri olmaktı. Ama bu çok komik çünkü annem en başından beri buna karşıydı. Babam futbol için deli oluyordu ve benim futsal oynamamı istediğinde annem “Hayır, hayır, hayır! O bir yüzücü olacak! Evde senden bir tane daha istemiyorum! Bu beni öldürecek!” Aslında beni altı ay kadar yüzme kursuna gönderdi, ta ki bir gün eve ağlayarak gelip “Anne, bu yüzme mi? Cidden mi?? O sporun benimle hiçbir alakası yok. Üzgünüm ama benim top oynamam lazım.”

Benim idolüm Ronaldinho’ydu. Aslında kanat oyuncusu olarak başladım çünkü çok sıskaydım. Cumartesi günleri futbol salonunda olduğumuzu hatırlıyorum, sabah 8’den akşam 8’e kadar orada oynardık ve ben her zaman anneme bana daha fazla hamburger alması için yalvarırdım ve o da “hayır” derdi. Çok sonraları öğrendim ki oraya veresiye yazdırıyorlarmış ve ay sonuna kadar ödeyemiyorlarmış.

Çoğu gün bir Guaravita ve bir jambon ve peynirle hayatta kalıyordum. Annem bir motosiklet dükkanında çalışıyordu. Babam da tabii ki taksi şoförüydü. Brezilya’da, özellikle de Rio’da, bu zor bir hayattı. Bütün gün ve gece çalışıyorsunuz. Ama o sarı taksi hayallerimi canlı tuttu. Babamı neredeyse gördüğüm tek gün cumartesi günüydü, o da beni futbol oynarken izlemeye gelirdi. Dürüst olmak gerekirse bu beni geriyordu. Babam benim kahramanımdı. Onu hayal kırıklığına uğratmak istemedim. Başlarda bana karşı oldukça sertti. Hatta bazen şöyle derdi: “Kaybettiğini görmekten bıktım. Bugün fazladan bir hamburger yiyebilirsin ama sadece kazanırsan.”

Birçok futbolcunun bundan bahsettiğini hiç duymadım ama gerçek bir takımda oynamaya başladığımda berbat olduğumu düşünüyordum. Maçlardan önceki gece o kadar heyecanlanırdım ki midem ağrır ve kusmaya başlardım. Bazen başım ağrır, ateşim çıkar ve uyuyamazdım. Oynadığım zaman, özgürce oynamak yerine her şeyi berbat etmekten endişe ederdim. Ne zaman gerçek bir müsabaka oynasam, sanki kalbim hep daha hızlı atıyor gibiydi. Psikolojik olarak bir engeldi bu.

Sonra, 11 yaşındayken, spor salonunda rastgele bir oyunda oynuyordum ve kimsenin izlediğini düşünmüyordum. Tabii ki arkadaşlarımla eğlenmek için oynadığım için tam bir canavar gibiydim. Farkında değildim ama koçum Mário Jorge, benden büyük çocuklarla birlikte sahanın arkasından beni izliyordu. Maçtan sonra sahaya çıktı ve şöyle dedi: “Bruno, sana bir soru sormama izin ver. Neden gerçek bir maçta hiç böyle oynamıyorsun?”

Dedim ki, “Bilmiyorum Koç. Kendimi rahat hissetmiyorum. Karmaşık bir durum.”

Dedi ki, “Dinle, bunları kafana takma. Sadece eğleniyormuş gibi oyna ve neler olacağını gör.”

Bu olaydan sonra babamla bir konuşma yaptım ve ona gerçeği söyledim. Oynarken üzerimde bu kadar baskı kurmamasını istedim çünkü bu beni çok geriyordu. Sizi zorlayan kahramanınız olduğunda, bazen bu çok kötü oluyor. Tanrıya şükür, babam bunu çok iyi karşıladı ve o günden sonra her şey değişti.

Oynadığım zaman kendime şöyle derdim: “Hey, bu futbol. Gol atmak için parmak arası terlik kullanıyormuşuz gibi oyna.”

Ondan sonra “engeli” aştım ve gerçekten iyi geliştim. Ama yine de yolculuğum bir süper starın hikâyesi değildi. 11 ve 12 yaşlarındayken Botafogo ve Fluminense için seçmelere katıldım ve eve geri gönderildim. Beni istemediler. Sanırım Botafogo da “Hayır, teşekkürler” demeden önce üç ya da dört antrenman yapmışımdır. Fluminense’de ise tam bir yıl dayandım, okuldan sonra iki saatlik otobüs yolculuğu yaptığım bir günde beni kovdular. Bir çocuk olarak böyle bir hayır cevabını duymak sizi yıkabilir ve ben de birçok kez bırakmak istedim. Ama Tanrı’ya şükür, ne zaman vazgeçmek istesem annem bana Cafu’nun hikayesini anlatırdı ve her kulübün onu nasıl geri çevirdiğini ve “Senin hayalin ne biliyor musun” derdi.

Sıradan bir yüzücü olmamı isterken en büyük destekçim oldu. Bana her zaman inandı. Ben de devam ettim.

Beni denemeye bile almadan Audax Rio’ya alan aynı antrenör Mário Jorge sayesinde 13 yaşında defansif orta sahaya geçtim. (Bazen melekler hayatınıza girer). 15 yaşıma girdiğimde Audax São Paulo’ya geçme şansını yakaladım. Bu büyük bir fırsattı ama ailemden ayrılmak ve tek başıma yaşamak zorundaydım. Hiç unutmam, ailem beni babamın sarı taksisiyle beş saat boyunca Sao Paulo’ya götürdü. Tek çocuklarını yabancı bir şehirde, tanımadığı bir grup çocukla birlikte, 18 ranzalı sıkışık bir yurt odasında bıraktılar.

İlk gece ağladım. Sonra her gece ağladım.

Dürüst olmak gerekirse çoğumuz ağlardık. Her gece ışıklar söndüğünde çocukların yüzlerini duvara döndüklerini görürdünüz, sonra küçük hıçkırıkları duyardınız. O yaşta köpeğinizi, yatağınızı, kendi evinizin kokusunu özlüyorsunuz…. Üstelik yaşam koşulları da pek iyi değildi.

Ölene kadar bu hikâyeyi asla unutmayacağım. Evden ayrıldığımda ailem bana ucuz bir cep telefonu almıştı ve eğitime gittiğimde onu hep yastığımın altına saklardım. Geri döndüğümde yastığın altından alır ve arayan olup olmadığına bakardım. Bir gece eğitimden geç döndüm ve yatmaya hazırlandım, üst ranzama atladım ve elimi yastığın altına koydum.

Ama plastik bir telefon yerine tüylü bir şey hissettim. Ama sevimli değil. Hayır, sevimli bir kürk değil, kardeşim. İğrenç bir kürk. Sonra bir kuyruk hissettim.

Hayatım üzerine, bir kuyruk hissettim!!!

Kardeşim, nasıl bağırdığımı duyabilseydin….

Bu küçük şişko fare bana “Yatağımda ne yapıyorsun?” der gibi bakıyordu.

Hayır, küçük bir sıçan bile değildi. Büyüktü. Protein karışımı içiyormuş gibi görünüyordu.

Ranzadan o kadar hızlı indim ki kafamı direğe çarptım. Sıçan odanın içinde koşmaya başladı, bazıları sandalyelerin üzerine zıplıyor, cesur olanlar da onu botla kovalamaya çalışıyordu.

Onu bir dolaba soktular ve sonra her şey biraz sakinleşti ve ben yatağın kenarında oturup, “Kardeşim, burada uyuyamam. Bana başka bir yatak bul. Herhangi bir yatak.”

Tam o sırada odaya kim girdi?

İKİ FARE DAHA.

Herkes çığlık atıyor, “AAAAAAHHHHHHHHH!!!!! MEEERRRDAAAA!!!”

Sanki buranın sahibiymişler gibi içeri girdiler. Korkmadılar bile. Hahaha.

O gece oturup, “Cehennemdeyim, kardeşim” diye düşündüğümü hatırlıyorum. Bir hafta boyunca başımı yastığa bile koymadım.

Yalan söylemeyeceğim. Birkaç kez bavullarımı hazırladığım oldu. Bir keresinde annemi aradım ve bana eve dönüş bileti için para göndermesini söyledim. Ve sesini duyabiliyorum, “Sakin ol. Kısa bir süre sonra birlikte orada olacağız. Bu senin hayalin. İstediğin şey bu.”

Hafta sonları taksiyle beni görmeye gelirlerdi. Babam izinli olduğu günlerde bile 039 numaralı sarı taksiden kaçamazdı. Üç yıl boyunca akademide mücadele ettim. 17 yaşıma geldiğimde hala profesyonel bir sözleşmem yoktu. Vinicius Jr. ve Endrick gibi çocukları düşünmek çılgınca, 16, 17 yaşlarındaydılar ve çoktan yıldız olmuşlardı. Ben ise babam gibi taksi şoförü olmak için yedek planlar yapıyordum. Ayda sadece 400 R$ kazanıyordum ve sanırım cep telefonu faturam da 100 R$’dı. Eğer 18 yaşında profesyonel bir sözleşme yapamazsam, gerçekçi olmak zorundaydım. Ailemin hayal kırıklığına uğramasını istemedim, bu yüzden yalan söyledim ve ehliyet sınavına girdiğimi söyledim çünkü sözleşmemi imzaladığımda bir VW Beetle sahibi olmayı hayal ediyordum. Ama aslında “gerçek hayat” için yedek ehliyetim üzerinde çalışıyordum.

Eğer bir fırsat yakalayamazsam, 039 olmama aylar kalmıştı.

Sonra…. Evet, sonra ne olduğunu açıklayamıyorum bile. Her şey neredeyse bir gecede oldu. Büyük Fernando Diniz ,Audax’ın menajeri olarak hayatıma girdi ve sezon öncesi dönemde yanıma gelip “Bruninho, hayatın için neyi seçersen seç, en iyilerden biri olacaksın çünkü kararlısın, odaklanmışsın” dediğini hatırlıyorum.

O sırada bir kontratım bile yoktu, bu yüzden “Ne seçersem seçeyim mi?” diye düşündüm. Ha. Futbolu mu kastediyor? Belki de en iyi taksi şoförü olurum, ha?”

Sonra dedi ki, “Sende büyük bir oyuncunun ruhu var.”

Dürüst olmak gerekirse, adamın ya havadan sudan konuştuğunu ya da delirdiğini düşündüm. Yorgundum ve başaramayacağımı düşünüyordum.

Bir sonraki sezon, haklı olduğum kanıtlandı! Diniz beni A takıma almadı. O zaman kesinlikle saçmaladığını düşündüm! Hahahah. “Büyük bir oyuncunun ruhu mu? Lanet olsun, patron!”

Ama sanırım o bende benim göremediğim bir vizyon gördü. Sonunda, tam 19 yaşıma bastığımda bana hayalimi verdi. Beni Paulista Şampiyonası’nda oynamam için çağırdı ve bir daha asla arkama bakmadım. Bu çılgın bir serüvenin başlangıcıydı. Sadece dört yıl içinde taksi lisansı almayı planlarken Club Athletico Paranaense’ye kiralandım ve Sudamericana’yı kazandım, Lyon’a taşındım ve Şampiyonlar Ligi yarı finalinde oynadım, sonra Newcastle’a taşındım ve hayatımın en büyük hayalini gerçekleştirdim, Premier Lig’de oynadım.

“39” demek dışında bunu açıklayamam.

Bu numarada bir sihir var ve bunu size kanıtlayacağım….

Athletico Paranaense’ye kiralandığımda, geldiğim gün babamla telefonda konuşuyordum ve dedim ki, “Hey, sence hangi numarayı almalıyım? 97’yi kullanmayı düşünüyorum çünkü 1997’de doğdum.”

O da dedi ki, “39’a ne dersin? Bu bir sayıdan daha fazlası. 039 bize sahip olduğumuz her şeyi verdi, Bruno. Evimizi, yemeğimizi, mobilyalarımızı, kramponlarını. Hepsi taksimiz sayesinde oldu.”

Ben de dedim ki, “Evet, bu harika. Alınıp alınmadığını soracağım.”

Sağlık kontrollerimi ve diğer her şeyi yaptırmak için tesise gittim ve beni soyunma odasına götürdüklerinde, formamın ve her şeyin yedek kulübesine yerleştirilmiş olduğunu gördüm. Malzemeciye “Ben de numaramı soracaktım….” dedim.

O da “Numara mı? Oh, sana zaten bir tane vermişler.”

Çantayı açtım ve tişörtü açtım ve size yemin ederim:

39.

“Beğenmediysen değiştirebiliriz.” dedi.

Dedim ki, “Bekle, benimle dalga mı geçiyorsun? Menajerimle konuştun mu?” dedim.

Dedi ki, “Ha? Hayır, kimseyle konuşmadık. Bedava bir şeydi. İstediğimizle değiştirebiliriz.”

Ona dedim ki, “Hayır, hayır, hayır. Bu mükemmel.” dedim.

Hemen babamı aradım ve dedim ki, “Baba, bana şaka mı yapıyorsun? Kulüpten biriyle numaram hakkında mı konuştun?” dedim.

“Ne? Hayır. Sen neden bahsediyorsun?” dedi.

Dedim ki, “Beni bekleyen bir forma varmış. Rastgele bir numara. 39 numara.”

Ağlamaya başladı. Kahretsin, ben bile ağlamaya başladım!

Dedim ki, “Bu bir işaret. Hata yapmamalıyım. Artık parlayacağım.”

Bu, hayatımın en güzel döneminin başlangıcıydı. Bugüne kadar da devam eden bir dönem. Farelerle yatarken kendime gerçekten inanmıyordum. Bunların hiçbirini beklemiyordum. Athletico taraftarlarının adımı efsanelerinden biri olarak söyleyeceğini düşünmemiştim. Büyük Juninho’dan Lyon’a katılmamı isteyen bir telefon alacağımı düşünmemiştim. Bir Dünya Kupası’nda sarı formayı giyeceğimi düşünmemiştim.

Komik ama geçen yıl Newcastle’a gitme fırsatı bulduğumda pek çok kişinin bana “Sen delisin. Bu senin için bir felaket olabilir. Küme düşecekler. Oraya gidersen asla Dünya Kupası kadrosuna giremezsin” dediğini hatırlıyorum.

O sırada Newcastle ligde sondan üçüncü sıradaydı. Herkes başlarının belada olduğunu biliyordu. Ama ne zaman biri bana hayalimin ne olduğunu sorsa, 15 yaşımdan itibaren hep bir gün Premier Lig’de oynamak olduğunu söylerdim.

Bu yüzden Newcastle’a gelmeyi seçtim. Ama dürüst olmak gerekirse bu deneyimi milyon yıl geçse de beklemiyordum. Hayır, burayı bu kadar seveceğimi ve taraftarların beni ve ailemi bu şekilde kucaklayacağını söylesem yalan söylemiş olurum.

Buraya geldiğimde görevim sadece bizi güvene almaktı. Kazandığımızı hatırlıyorum ama tabloya baktığımızda sanki dibe yapışmış gibiydik. Hala 18. sıradan yukarı çıkamıyorduk….

Sonra evimizde Leicester City ile oynadık ve benim için muhtemelen Newcastle’a aşık olduğum maç buydu. Maçta iki gol attım ve her şey farklıydı. İlki Rio sokaklarından gelen bir goldü. Kaleci topun üzerine düştüğünde topu elinden kaçırdı ve ben de düdüğü duymadım, bu yüzden top elinden çıkıp çizgiyi geçene kadar vurmaya devam ettim. Ve 95. dakikada gelen ikinci gol…. Size söyleyebileceğim tek şey, Newcastle taraftarları o gün olduğu gibi gerçekten ateşliyse, yorulmuyorsunuz. Bunun arkasındaki bilimi bilmiyorum ama sonsuza kadar koşmaya devam edebiliyorsunuz. Topu kendi yarı sahamızda kazandık ve sahanın sonuna kadar koştum ve topun havada süzüldüğünü gördüğümde annemin yüzme derslerinden kalma eski bir numarayı yaptım. Bir yunus gibi havaya atladım, kardeşim.

Ortaya kafa attım ve taraftarların kükremesini duyduğumda tüylerim diken diken oldu. Formamı yırtıp attım ve işte o zaman gerçekten Premier Lig’de olduğumu anladım. Brezilya’da bile daha önce hiç görmediğim bir atmosferdi. Maçın bitiş düdüğüyle birlikte sahaya yığıldığımı ve Tanrı’ya beni buraya getirdiği için şükrederek dua ettiğimi hatırlıyorum.

Soyunma odasında hepimiz o günden sonra asla küme düşmeyeceğimizi biliyorduk. Benim için o günden bu yana olan her şey — o sezonu 11. bitirmek, ardından bu sezon Manchester United’a karşı Lig Kupası Finali’ne çıkmak — o gün doğdu.

Burada bir efsane olmayı umuyorum. Bu kulübün devlerden biri olabileceğini biliyorum. Her şey bu hafta sonu başlıyor. Kazansak da kaybetsek de Wembley’e geri dönüyoruz ve bunun taraftarlar için ne kadar özel olduğunu biliyorum. (İngiltere Lig Kupası’nı 2-0’lık galibiyetle Manchester United kazandı)

Bu ana gerçekten “uzun yoldan” geldim ama sanırım tüm aksilikler nedeniyle bunun değerini daha iyi anlıyorum. Newcastle’da 39 numaralı formalarıyla, saçları benimki gibi beyaza boyanmış küçük kız ve erkek çocuklarını gördüğümde bunu çok seviyorum. Bu bana hamburger büfesinden aldığım peçeteyle etrafta koşturup Vasco oyuncularına imza vermeleri için yalvardığım günleri hatırlatıyor.

Son zamanlarda sokakta yürürken birçok anne yanıma gelip “Bruno, lütfen saçını değiştirir misin? Kızım artık sadece beyaz saç istiyor”  diyor.

Bu, 2002 Dünya Kupası’nda anneme saçımı Ronaldo gibi üçgen kazıtması için yalvardığım zamanları hatırlatıyor.

Artık büyüdüğüm için futbolcuların tanrı olmadığını biliyorum. Bizler sadece insanız. Biz de herkes gibi heyecanlanıyoruz. Herkes gibi başarısız oluruz.

Ama benim için futbol hâlâ büyülü bir oyun. Annem bir motosiklet dükkanında çalışırdı. Oğlunun yükseldiğini görebilmek için acı çekti ve şimdi benim en büyük hayranım. Babam, ben jambonlu ve peynirli sandviç ve Guaravita yiyebileyim diye bütün gün ve bütün gece sarı taksi şoförlüğü yaptı. Şimdi dünyanın öbür ucundaki Newcastle’da sokakta yürürken insanlar onu durdurup fotoğraf çektirmek istiyor.

Burada, o ünlü. Efsanevi 039.

Gerçek 39.

Kaynak: The Players’ Tribune

Yazan: Bruno Guimaraes

Çeviren: Uğurcan Kanca

Editör: Doğa Üründül

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.