Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yusuf Can Gökmen yazdı – “Medeni”nin izinde bir şahitlik: Hakan Altınay’ın şahidiyiz

Bu yazı, konusunun haşmetinin yanında alçak gönüllülüğüne paralel olarak mütevazi biçimde, şükran duygusu ve borç hissiyle yazıldı. 2014 yılında ilk mezunlarından biri olmaktan gurur duyduğum Avrupa Siyaset Okulu’nu var eden isimlerin başında gelen ve kötülükle özdeş bir adaletsizliğin beslediği siyasi saiklerle hürriyetinden, ailesinden, sevdiklerinden ve sevenlerinden bir yılı aşkın süredir uzakta tutsak tutulan Hakan Altınay’a, Hakan Hocam’a duyulan şükran duygusu ve borç hissiyle. 

Kısa bir süre önce, Hakan Hocam’ın toplumsallığımızın köküne dinamit döşeyen bir keyfiyet rejiminin gadrine uğrayarak maruz kaldığı tutsaklığı sırasında yazdığı yazılarından derlenen bir kitabı yayınlandı: “Medeni”. Hoca (Buradan itibaren böyle bahsedeceğim) yine yaptı yapacağını ve tüm sağduyusu, insanı vecde sevkeden dinginliği, her türlü musibete rağmen koruduğu hayranlık uyandırıcı medeniliği ile hepimizi başka bir insanlık haline davet etti. Bizlere 2014 yılından itibaren nüvelerini sunduğu davetinin belki de en damıtılmış ve çarpıcı halini tutsak tutulduğu yerden insanlığın “medeni” haline duyduğu sarsılmaz inançla yaptı. Bana düşen de büyük bir heyecanla “Eyvallah hocam, davetin başım gözüm üstüne” demek oldu. Çünkü Hoca’nın dediği gibi “Hür olduğumuz için mesulüz, mesul olduğumuz için hürüz”. 

Peki nedir medeni olmak? Akranlık, kaderdaşlık, mekandaşlık, dostluk, muhabbet gibi ilişkilenmeleri neden önemsemek gerekir? Birlikte barış içinde ve hakikate hürmet göstererek yaşamanın abecesi ne olabilir? Siyaset gibi kurumsallık içeren pratiklerin alternatif sağaltıcı mekanizmaları toplumca yeniden keşfedilebilir mi? Haklardan doğan tercihlerimizin sorumluluğunu alabilmek erdemine sahip miyiz? “Medeni”nin patikasında, Hoca’nın işaret ettiklerinde el yordamıyla da olsa ilerleme pahasına bu başlıklara değinmek isterim. 

Hepimize öğretildiği ve hepimizin özümsediği varsayılan bir değerler manzumesi var: Samimiyet, iyi niyet, güven, sevgi, dayanışma, saygı, erdem, iyilik, merhamet gibi. Oldukça soyutlar ve kavram düzeyinde son derece soğuklar. Bir de bu değerlerin anlam kazandığı hatta onlar olmaksızın gerçekleşmeyecek birtakım toplumsallık edimleri de var: Yarenlik, kaderdaşlık, akranlık, mekandaşlık, muhabbet, selamlaşma gibi. Yukarıda bahsedilen değerler bu edimlerin harcını oluşturduğunda sıcak, içten, şefkatli, merhametli bir biraradalık, toplumsallık beliriveriyor. Ancak unutulmaması gereken bir husus söz konusu: Bahsi geçen değerler de edimler de çabayla, emekle, inançla ve arzuyla inşa ediliyor. Yani insanlığımıza içkin, verili değiller. Biz meşrebimiz izin verdiği ölçüde ve belirli ilişkiselliklerle onları var ediyoruz. Hoca’nın deyimiyle, medeniyetin temelini oluşturan düsturları elverişli paylaşım alanlarında bir tür kas hafızası gibi güçlendiriyoruz. Dolayısıyla, bu değerler ve edimlerin birlikteliğinin gerçekleşebilmesi için en az iki kişiye ihtiyacımız var. Bu kişilerin de atomize biçimde tek başlarına olmadıklarının ve büyük bir ailenin parçası olmanın farkındalığını taşımaları; bununla dolu dolu ve hakkıyla yaşama iradesine sahip olması gerekliliği de oldukça elzem. “Düşündüğümüz için var değiliz. Büyük bir ailenin parçası olduğumuz için düşünüyoruz”. Ne de olsa “Ben senin sayende benim. Sen de bizim sayemizde sensin.” Ezcümle, adına Hoca’nın önerdiği üzere, medeni irfanı denilen bir tür toplumsallık öğretisini mümkün kılabilmek için müştereklerin keşfi, deneyimi, yönetimi ve çözümleri ancak hak ve sorumluluk ilişkisini kurabilen, çatışma üretme potansiyeli taşıyan ve insan doğasına içkin olmayan rekabetten ziyade korkmadan ve dışlamadan yabancılarla işbirliğini öne çıkarabilen, iyi niyet ve güven üretme becerisi ve kapasitesi olan ilişkilenmeleri önemseyen insanlık haline ihtiyacımız var. Muhtaç olduğumuz şeyin yanımızda, içimizde ve etrafımızda olduğuna dair sarsılmaz güveni inşa ettiğimizde ortak vicdanı mümkün kılabiliyoruz.

Elimizdeki en büyük müşterek, içinde yaşadığımız toplumun da dahil olduğu büyük insanlık ailesi. Toplum önemli çünkü en önemli müştereklerimizden bilgi ve irfan müştereklerini bizatihi üretiyor. İyiliği, erdemi, dayanışmayı üreten ve her koşulda yeniden üreten toplumun kendisi. Bu sebeple müşterekler irfanı ya da başka bir deyişle birlikte yaşamanın raconu, ortak vicdanımız olarak medeniyi ve bileşenlerini azımsamak, ondan yüz çevirmek ve onu güçlendirmemek bizim büyük ayıbımız.

Tam da bu noktada farkında olmamız gereken bir şey var. Hoca’nın ifade ettiği gibi söylersem, her toplumda merkezkaç ve merkezcil kuvvetler var. Türkiye örneğinde olduğu gibi kutuplaşmış toplumlarda merkezkaç kuvvetler baskın iken merkezcil kuvvetler zayıflamış görünüyor. Sürdürülebilir bir toplumsallık için bizim örneğimizde merkezcil kuvvetlerin yine bizler tarafından medenilik irfanı çerçevesinde beslenmesi gerekiyor. Beslenmezse ne olur? İçinde yaşadığımız ve her gün tecrübe etmek zorunda kaldığımız şey olur. Toplumun farklı kesimlerinin birbirleriyle konuşmaktan, birbirlerini dinlemekten korktukları; unsurlarının kategorik düşmanlık tohumlarından beslenen yıkıcı bir öfke ile her sözünü en şehvetli, en müdanasız şekilde söyleme refleksi güttükleri; nefes almadan birbirlerini acz ve ihanet içinde olmakla suçladıkları toksik bir iklim topluma egemen olur. Beraberinde, çözüm yolu olarak görülebilecek siyaset kurumunun halihazırda toksikleşmiş pratiklerinin taşıyıcısı siyaset partiler tarafından bu öfke ve korku araçsallaştırılıp beslenerek toplum manipüle edilir. Bir bakmışız ki bizlerin birbirimizle konuşabilme, muhabbet edebilme, ortak aklı oluşturabilme zeminimiz de yerle bir olmuş olur. Sonra yine sağaltcı olduğunu düşündüğümüz kahramanlar beklemeye başlarız. O kahramanlar kendi ethoslarıyla birlikte gelir ya da süreç içerisinde iktidarda kalmak adına yenilerini oluşturur. Tam anlamıyla kısır döngü. Oysa çözüm de çözüm adresi de çok belli: Biz. Çokluk. Derman biziz. “Medeni” işte tam da tarif edilen sıkışıklığı açmak için, zaten var olan alternatifin tozunu almak için bir davet.

Yanlış anlaşılmak istemem. Kötülük elbette var. Bir naiflik çağrısı da değil yapılan. Aksine ayakları son derece yere basan politik bir tavırla çelişkili doğasına rağmen, tüm zorluğuna rağmen hakikat(ler)in yanında yer alma çağrısı. Evet kötülük var, kötü olmayı seçenler, kötülük yanında tavır alanlar ya da istemeden de olsa kötülük değirmenine su taşıyanlar var. Peki biz bununla ne yapacağız? Kötülüğün yanı sıra var iyilik ve erdem de var. Çok da dirençliler. Ötekini önemserken kendini reddetmeyen bir ilişkisellik mümkün. Farklılıklar diğerini yok etmeyi değil birlikte yaşama ve düşünebilme, hissedebilme iradesini gösterebildiği müddetçe çok değerlidir. Muhatabımızdan bir şey öğrenme, onu sevebilme ihtimalini içeren ilişki türleri bizi zenginleştirir. Çoğulculaşırız. Hakiki muhabbetimiz artar. Bilişsel yükü oldukça yüksek ve maliyetli olan açık fikirli olabilmenin yakıtı da ancak böylesi birlikteliğe inancımız olabilir. Hoca’nın belirttiği gibi sahip olduğumuz ve savunmakta direngen olduğumuz değerlerimizden ötürü kazık yememize, dünyada kötülük, kin, bencillik olduğunu bilmemize rağmen yoldan çıkmamamızı sağlayan tam bu inancımız. İnandığımız değerlerin ödülü ise bu değerlerin kendileri ve onlara inanan diğer insanlar. Bu inancı ayakta tutan herkese kendimiz dahil olmak üzere şefkat borçluyuz.

Türkiye 14 Mayıs’ta seçime gidiyor. Önümüzde 20 günden az bir süre var. Tercih bizlerin. Burada Hakan Hocam’dan ödünç alarak anlattıklarım, tercihlerimizi yapma aşamasında aklımızın bir köşesinde dursun isterim. İktidara ve güce takık, hiyerarşileri önemseyen ve meşru gören, dikey ilişkilerin belirleyiciliğine ikna olmuş anlatıda ilk aşamada bir gedik açabilme kudretine sahibiz. Hoca’nın söylediği gibi terbiyeye muhtaç bir çiğlik olan iktidar arzusuna gem vurmaya da muktediriz. Medenisi kaçmış siyasete toplumsallığımızın meşruiyetiyle bir ağaç gibi tek ve hür, bir orman gibi kardeşçesine yaşamak istiyoruz mesajını verebiliriz. Gezi davasından duymamız gereken utanç, bu mesajın taşıyıcı motivasyonu olabilir.

Gezi davası denildiğinde utanma duygusu, ar duygusu olanların başı yere eğiliyor. Bu duyguyu kaybetmemek ve kaybettirmemek önemli. Çünkü dünyayı yeniden kurabilmek için, diğer ideallerimize destek olacak şekilde, dünyayı değiştirme arzusu ile aslında politik mahiyette olmayan bu duygunun politikleştirilmesi oldukça yaşamsal. Hakan Hocam’ı utanma duygusunu medeni irfanına daha fazla yerleştirmesi için de benden bir davet olsun bu.

Utanmak tıpkı korku gibi bir insani meleke, bir kabiliyet. Unutmayalım, utanç “doğal” ve “kendiliğinden” değil. Sorgulanarak, üzerinde çalışılarak, işlenerek, geliştirilerek inşa edebileceğimiz bir insan kabiliyeti. Utanmama ve zalimlik arasındaki ilişkiyi kaçırır ve utancı toplumsal olarak işlemezsek kötülüğün bu sorumsuzluk hatta sessizlik sayesinde zulmünü sürdürmesine de yol açmış oluruz. Ses çıkarmadığımız, sorumluluk almadığımız müddetçe utanmazların, zalimlerin toplumu ele geçirmesini mümkün kılan ortama katkı sunmuş oluruz. 

“Her ne ararsan kendinde ara” diyebilen istisnasız herkesin en önemli sorumluluklardan biri zalimliğin toplumu ele geçirmesine engel olmaktır. Çünkü utanmazlık adaletsizliğin karakteridir. Utanma duygusu da ancak kişiyi adalet arayışına sürüklediğinde bir erdemdir. Arınmak için utanmak gerekir. Yüzleşerek, anımsamanın yükünü paylaşarak, utancımızla arınarak Gezi davası utancına son vermek ve mağdurlarından samimi bir af dilemek zorundayız.

Son söz: Önce vicdanım sonra da hakikate şahitlik etme sorumluluğum gereği Hakan Hocam’ın muhabbete ve medeniye olan sarsılmaz inancının; bu doğrultudaki çabalarının şahidiyim. Medeni’nin önsözünde Ruşen Çakır’ın yazdığı gibi kötülüğe, iz’an tanımayan bir keyfiliğe karşı iyilik ve erdemi öne çıkardığı için özgürlüğünden, sevdikleriyle birlikte olmaktan mahrum edilmiş Hakan Hocam’ın bu şartlarda dahi medeniyet arayışının şahidiyim. Dünyaya bakıp lümpenliği değil iyi bir dost, hemşeri, akran olmayı seçen Hakan Hocam’a dünyayı cehennem olmaktan bir nebze de olsa kurtardığı için müteşekkirim. 

Hakan Hocam’ın maruz bırakıldığı keyfi esaretten kurtularak yeni bir güne sevdikleriyle ve keyifle başlama ayrıcalığına ve bu ayrıcalığın değerini bilme imkanına sahip olabildiği 15 Mayıs sabahına bir an önce uyanması en büyük arzumdur. 

“Medeni”nin okuyucusu, medeni irfanının da sahipleneni bol olsun.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.