Siz de çok yorgun musunuz? Hiçbir şeyin tadı yok, sizin için de öyle mi?
Her şey çok pahalı, çok gösterişli ama içi boş. Çok laf var ama kof. Ne domatesin, ne dondurmanın, ne sohbetin, ne insanın tadı var. Çilek reçeli yapayım dedim, bahar gelmiş. Rengi kıpkırmızı oldu ama evim çilek kokmadı, tadı güzeldir belki dedim ama ı-ıh. Nasıl da kokardı eskiden. Meyve tezgâhının önünden geçerken bir derin nefes çekince iki adım geri atar, bir nefes daha çeker öyle devam ederdim yoluma. Şimdi öyle mi? Markette alışveriş yaparken bir teyze kasaba çıkıştı:
- Etlerinizin hiç tadı yok. Nereden alırsam alayım, aynı. Hiçbirinin tadı yok.
- Etlere su basıyorlarmış teyze, ağır çeksin diye.
Başını sallaya sallaya gitti, kıpkırmızı etlere bakarak.
Görüntü ve algıdan ibaret oldu düzen. Takiye ve riya küf gibi sardı memleketi. Yaşamadıkları bir hayatı dayatan, tat almadıkları bir yaşam biçimini öven insanlar sayesinde. Öte dünya için bu dünyayı, bu dünya için tüm maddi-manevi değerleri hiçe sayanlar sayesinde.
O tatsız, tuzsuz ruh pekişti geçen gün. Gulyabani olup karabasan gibi çöktü üzerime. Neden mi? Kızıl Goncalar dizisinin bir bölümünü izledim de ondan. Sevgili Göksel Göksu, Kızıl Goncalar’ın 11. bölümüyle ilgili ne düşündüğümü sormuştu geçenlerde. İzlemediğim için yorum yapamıyordum ama sosyal medyada rastladığım kısa kesitlerden, seküler kesimin dinle, yaşadığımız kültürle hiçbir ilgisi olmadığı imasının dizide yapıldığını biliyordum. Üç ayların isimlerinden oluşan erkek isimlerini bilen seküler kız, 30 gün süren Ramazan’ı bilmiyordu. Bir insan ancak bu kadar yaşadığı kültürden bi’ haber ve cahil olabilirdi. Bu bakış açısının koyu dindarlarda çok eskiden beri yaygın olduğunu, ancak içlerinde tuttuklarını belirttim. Sekülerlerin yaşam biçimi ve tercihlerinin tıpkı o sahnelerdeki gibi cahilce bulunduğunu, kendi yaşam pratikleri yaygınlaştıkça, iktidarları pekiştikçe artık gizleme gereği duymadan rahatlıkla hakaret ve küfür edebildiklerini söylemekle yetindim. Erdoğan’ın meydanlarda hiçbir detay verme gereği hissetmeden “bunlar, bunlar” diye hakaretler yağdırdığı insanları onun rahatlığıyla aşağılıyorlardı işte sosyal medyada, ekranlarda. “Bunlar” demek, onlar olmayanlar demekti. Onlar olmayan herkeseydi nefreti ve bunu açıkça yaşamalarını bekliyordu artık, Gezi’den beri. Kibir dillerinin kökünde yatan zihniyet, “Siz ne anlarsınız aptallar” düşüncesiydi.
Yine de bölümü izlememi istedi ve önerisi üzerine 11. bölümü izledim. Diziyi izlerken içimi hafakanlar bastı. Hayat enerjisi çekilmiş, mutsuz ve öfkeli insanların sürekli etraflarındaki insanlara bu hayatı nasıl ve ne için yaşamaları gerektiği konusunda ders vermelerine tanık olmak, ülkedeki tüm baskı ortamını sıkıştırılmış dozda almak gibiydi. Basit meseleleri mantık süzgecinden geçirerek tartışmak, çözüm üretmek yerine, çoktan ölmüş insanların lafızlarıyla, hikâyelerle en hayati konularda gaddarca kararlar aldıklarını görürken ergenliğime ışınlandım. Basitçe yaşanabilecek bir hayatı olağanüstüleştirerek cehenneme çeviriyorlardı.
İnananların inanabilmek için çok fazla çaba sarf etmelerine şahit olmak, kendilerine ve birbirlerine sürekli neyi neden öyle yapmaları gerektiğini hatırlatmalarını izlemek, inanmaya devam edebilmek için etraflarında hayat enerjisi gördükleri her şeyi değiştirmeye ve dönüştürme çabalarına tanık olmak ve birilerinin gerçekten hâlâ buna maruz kaldığını bilmek, çok yorucu. Kadını, erkeği, çocukları tek bir kalıbın içine sıkıştırarak bütün farklılıklarını budayıp istediği modeli elde edene kadar onunla mücadele etmek, duygularını ve düşüncelerini iğdiş etmek, sırf inanç sistemini koruyabilmek için çok fazla çaba ve asla içten gelerek yapılmayacağı için haliyle zorbalık gerektiriyor. Rıza yok, aşk yok, tutku yok o hayatta, tahammül var, bedel ödemek var, çile çekmek var.
Ne için?
İnanç geleneği devam etsin diye. Tanrı onlardan razı olsun diye, tatmin olmadıkları, mutlu olmadıkları bir hayat sürüyorlar. Çocukluktan itibaren duyulan telkinlerle o hayata alışırken öyle ruhsuz ve duygusuz bireyler oluyorlar ki, bu düzende yaşamayı sürdürebilmek için onlar da düzen içinde bir nefere dönüşüyorlar. Canlarının çekeceği, arzulayabilecekleri her şeyi yok etmeye başlıyorlar. Düşünen, duygularını coşkuyla yaşayan insanlar için bir cehennemken, iradesinden yani kendi gücünden korkan insanlar için güvenli bir liman cemaat kültürü. Özellikle erkekler için hayatları boyunca diz çöktürme arzusuyla yanıp tutuştukları kadınlara tanrı emriyle diz çöktürdükleri bir harikalar diyarı.
Kadın, bu düzenin içerisinde ya düzenin muhafızına dönüşür yahut işin ucunu tanrıya vardıracak kadar süren bir savaşa girişir. Elbette genellikle ilkine yönelir, çünkü hiç değilse düzenin içinde bir lider rolü edinebilir, otoriteye dönüşebilir. İkinci yol, aileden, çevreden, alıştığı dünyadan kopmak demektir. Çünkü onların görmek istemeyeceği insan olmak demektir. Özgürlük sizi iten bir buharlı makine gibi yanıp tutuşmuyorsa içinizde, öyle bir yola baş koyamazsınız. O dünyadan çıkıp birey olmak, bayağı büyük bir çaba gerektirir. Bir sürü silahla donanmayı, kendi hayatınızın kahramanı olmayı gerektirir. Yapayalnızsınızdır çünkü bu yolda.
Dizinin amacı, anladığım kadarıyla Hiranur Vakfı’nda yaşanan 6 yaşındaki kız çocuğunun evlendirilmesi olayının bir abartı ve yanlış anlaşılmadan ibaret olabileceği algısını pekiştirmek. Bu hikâye onların canını çok yaktı çünkü. Tıpkı Hz. Muhammed’in de eşi Aişe’yle 9 yaşında evlenip ilişkiye girmediğinin iddia edilmesi gibi bir mizansen dizilmiş. Neden o yaşta bir çocukla evlenme gereği hissettiği sorusu cevapsız bırakılarak.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Dizinin başrolü Cüneyd Efendi ergen yaşta bir çocukla evleniyor ancak cinsel ilişki yaşanmadığı için seyircinin tansiyonu düşük tutuluyor. Öte yandan Cüneyd’le evlenen zeka küpü küçük kız, annesinin de başından geçen genç yaştaki evliliği normalleştiren cümleleriyle henüz yaşamadığı eziyeti hoş gösteriyor. Alışılabilir diyor, katlanılabilir diyor, neden katlanılması gerekiyorsa? Neden gencecik yaşta bir kızın, erkeğin arzularına katlanması, alışması gerekiyorsa? Senarist daha da ileri gidiyor, o yaştaki evliliğin ne kadar da romantik olabileceğini resmediyor. Karısının küçük yalanlarına karşın heykel ruhsuzluğuna sahip Cüneyd Efendi çok yüksek bir ruh olduğu için onu önce doğruyu söylemeye davet ediyor, ardından karısına küsüp kütüphanesine sığınıyor falan. Ahh, bu kadınlar ne kadar saf ve temiz olursa olsun böyleler işte, küçük-büyük her daim yalan söylerler Cüneyd Efendi, alış. Masum yüksek ruh zavallı erkek Cüneyd, peygamber kıssalarındaki gibi her daim dürüstlüğe, takvaya, zühde davet ediyor, gelmeyeni uyarıyor, o nazik ruhu ancak tanrının emirleri çiğnendiği an şedidleşiyor ve kuralı çiğneyeni gaddarca cezalandırıyor.
Seküler insanların hayatlarında iradeleri ve akıllarıyla aldıkları hatalı kararlar, sorunlu ilişkiler, hayata karşı depresif ve öfkeli tutum ön plana çıkarılırken, dindarların akıl ve iradelerini teslim ettikten sonra ne kadar da sakin ama bir o kadar ruhsuz ve mutsuz olduklarını izliyoruz. Cemaat mensuplarının tüm bu ruhsuz ve mutsuz hayatlarına rağmen önlerine gelen herkesi hayatlarını ne kadar yanlış yaşadıkları konusunda azarlayan bu kişiler, kendi krizlerini erteleyerek hayatın olağan akışında ortaya çıkan durumlardan bir hikmet buluyor ve kendilerini teskin ediyor her seferinde. Arayan bulur elbet. Siz ruhsuz mu olmak isterdiniz, mutsuz mu sevgili okur? Bu menüde mutlu bir alternatif sunulmamış.
Cemaat ehli insanlar ve herhangi bir cemaate mensup olmasa da koyu dindarlar, önceden de kendileri kadar dindar olmayanları gerçek dindar olarak görmezdi. Yıllarca komşuluk eder, gider gelir ancak o kişileri asla kendilerinden görmezlerdi ama bunu dışa vurmazlardı da. Çünkü toplumdaki hâkim yaşam biçimi koyu dindarlık değildi. Tabiri caizse onlar için toplum, onlar ve diğerleri şeklinde bölünüyordu. Görünmez oldukları bir toplum yaşamında görünmez kalıyorlardı. Hassasiyetlerini ve nedenlerini izah edemeyeceklerini çok iyi bildiklerinden kendilerini anlatmaya kalkmıyor, kapalı bir yaşam biçimi tercih ediyor, asgari müşterekte toplumla buluşuyorlardı. Kendilerinden olmayanları, birbirlerini, hatta bizzat kendilerini sürekli dini yaşam konusunda yetersiz bulan ve eleştiren, hiçbir şeyden tam olarak tatmin olmayan, hiçbir dindar yaşamı tam bulmayan bir yapıları vardı. Mutsuzluklarının kaynağını yaşamaya zorlandıkları ve başkalarını zorladıkları dinde değil, tüm çabalarına rağmen dini eksik yaşamalarında arıyorlardı. Doğru yaşayan insanlar bundan yüzyıllar önce yaşamış, arkalarında doğru yaşamın şifrelerini ve mükemmel hikâyelerini bırakıp gitmişlerdi. Bu yüzden sürekli onların cümlelerinden ve hikâyelerinden bahsediyor, kendilerini yetersiz buluyor, hiçbir şeyi takdir edemiyorlar.
Onlar bu kadar gayret ederken, dünyevi yaşamdan ve günahlardan bu kadar sakınırken, “diğerleri” bu hayatı yanlış anlıyor, cahilce boşa vakit harcıyor. Bir kişi isterse atomu parçalasın, açlığı bitirsin, kansere çare bulsun, yine de cehennemlikti onlara göre, kelime-i şehadet getirmedikçe hepsi boştu.
Dizideki cemaat mensuplarının “diğerlerine” yaklaşımları tıpkı çarşaf çarşaf hakaret eden Akit bakış açısı değil mi? Tastamam sosyal medyada onlardan olmayan kadınlara küfür ve hakaretler yağdıran troll ağzı değil mi? Onların istediği gibi yaşamayan, onları sorgulayan herkesi tıpkı iktidarın kibir dolu dili gibi susturmaya çalışmıyorlar mı? Bunu yaparken karşılarındaki insanları aptal yerine koymuyorlar mı? Tevazu gösterirken arşın tepesinden konuşmuyorlar mı? Bu dizideki cemaat yapısı, mürşidi ve mensubuyla, sevabıyla günahıyla yekvücut olmuş iktidardır. Bu iktidarın kadınları da, erkekleri de erkektir. Erkek dininde tek kaygıları iktidarlarıdır. Onlara gülünce, onları eleştirince iktidarları sarsılır. Gaddarca ve ruhsuzca sadece iktidarlarını korumaya odaklanmışlardır.
Cemaatler böyledir, sadece bizim ülkemizde yahut İslam dinine özgü değil. İktidarda yer alamayan yahut iktidardan yeterince nemalanamayanlar, kendilerine yeni bir iktidar yapısı inşa eder ve kendi inşa ettikleri yapılarını iktidar yapana dek mücadelelerinden vazgeçmezler. Hiçbir cemaat yapısı yalnızca manevi doyum vadetmez. Orada sığınılacak ocak, başınızı yaslayacak eş, iktidarın bir köşesinde yer tutacak iş, itaat edilip rahata erilecek bir lider vardır. O liderin ufku kadar gidilecek yol vardır. Bu yüzden liderin tavırları, emirleri sorgulanmaz, yoluna gölge düşürülmez, teslim olunur. Mürşid öldüğünde ailesinden çok mürid perişan olur, şimdi kim ona ne yapması gerektiğini söyleyecektir? Dikkatinizi celbederim, dinler ve cemaatler ezilenlerin tarafından türemiştir.
Bu ülkedeki ezilenlerin iktidara gelip muktedir olamamalarının sebebi, cemaatçilik tavırlarının ta kendisi. Cemaat kafasıyla düşündüler ve iktidarları değil, cemaatleri büyüsün istediler. Toplumla iletişim kurarak iktidarlarını kalıcı kılmanın bir yolunu bulamadılar, bulmak istemediler. Küçük düşündüler. Eğer toplumu kendi dar cemaatlerine sıkıştırma gayretiyle küçük düşüneceklerine, cemaatlerini toplumla kaynaştırmayı amaçlasalardı, bugün bölünmüş değil, bütünleşmiş bir Türkiye’den bahsediyor olacaktık. O da başkasının nasibiymiş artık…