Elif Gökçe Aras yazdı | Bir göç ve köklenme palimpsesti: Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi

Tesadüflere inanır mısınız? Ben inanmam. Önümüze bambaşka kapılar açabilecek alışılmadık bir yol çıktığında bu, yürümemiz gereken bir yola tesadüf ettiğimiz içindir. İşte böyle bir tesadüfle, hikâyesini dinledikçe koluma sarılan bir sarmaşık gibi girdi hayatıma Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi.

Tarihi Yarımada’da bir toprak parçası. Haliç Köprüsü’nden geçerken, Süleymaniye Camii’nin kenarında kalan tek yeşil alan; İstanbul Üniversitesi’ne bağlı Botanik Enstitüsü ve Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi. Bu alan, 15. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nden günümüze Yeniçeri Ocağı, Şeyhülislâmlık, İstanbul Kız Lisesi ve nihayetinde İstanbul Üniversitesi Botanik Enstitüsü ve Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi olmuş. Yüzyıllarca İstanbul’un hafızasında farklı rollerle yer almış bir mekân üzerinden yakın tarih okumasına var mısınız? Bakalım o sessiz duvarlar ve omuzlarına sokulan sarmaşıklar kimlere ve nelere tanıklık etmiş?

Cumhuriyetin ilk yıllarında kurulan botanik bahçesi, üç bin tür bitkinin habitatı durumundayken, bir süre sonra yok olmaya terk edilmek üzere işlevsizleştirilmiş. 2013 Gezi protestolarına denk gelen dönemde, o dönem başbakan olan R. Tayyip Erdoğan tarafından “Burasını da biz eski tarihi kimliğine kavuşturalım.” önerisi gelmiş ve bahçenin hemen yanında yer alan müftülük binasına tahsis süreci başlamış. Yapılan itirazlar ve protestolar sonucu bahçe ne yok edilmiş, ne de yeniden canlandırılmış. Kendi halinde bırakılmak suretiyle uzun ve acı veren bir ölüme terk edilmiş. Bahçe üzerine incelemeler yapmaya başladığımda gördüm ki, iki genç kadın, Eda Aslan ve Dilşad Aladağ’ın bahçeyle ilgili 2017’den beri yürüttükleri bir proje varmış: “Unutma Bahçesi”

Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi ve kurucu profesörlerinden Alfred Heilbronn ile birlikte bahçeden yolu geçmiş kişileri merkeze alan, çok boyutlu bir araştırma sürecinin ardından projeleri birçok yayına konu olmuş, sergisi açılmış, paneli düzenlenmiş ve incelikli bir yol güncesi olan “Bir Yerin İzinde Pek Çok Yer” isimli naif bir kitaba evirilmiş.

Unutma Bahçesi, SAHA Sürdürülebilirlik Fonu: Covid-19 kapsamında destek alan 22 sanat projesinden biri olmuş. Araştırmacılar bu projeyle SALT Araştırma Fonu da almış ve bu desteklerle hafiye gibi bahçenin izini sürerek, araştırmanın menzilini Heilbronn’un yaşamının sona erdiği ve arşivinin yer aldığı Almanya’ya kadar uzatmışlar. 

Önce Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’nin Osmanlı’dan günümüze uzanan hikâyesine değinelim, ardından bahçeyi yeniden canlandırma hayaliyle yola çıkan Dilşad Aladağ ile Eda Aslan’a ve Alfred Heilbronn’un oğlu Kurt Heilbronn’a Botanik Bahçesi için çıktıkları yolda hangi aşamada olduklarını soralım.

Osmanlı döneminde Yeniçeri Ocağının Ağakapısı olarak hizmete açılan alan, Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılmasının ardından kurulan Asakir-i Mansure-i Muhammediye tarafından kullanılmış. Daha sonra ordu, bugün İstanbul Üniversite’sinin Merkez Binası’nın bulunduğu bahçedeki Eski Saray’a taşınınca yapı bir süre boş kalmış. 22 Ekim 1827’de, kendi konağını makam olarak kullanan Şeyhü’l-İslâm’a tahsis edilmiş. Sultan II. Mahmut bu tahsis için yazdığı ferman ile Yeniçeriliğin bütün hatıralarını silip unutturmak için, Ağakapısı adını yasaklayarak buraya Fetvahane (Bab-ı Meşihat) denilmesini istemiş.

Cumhuriyetin ilanıyla Şeyhülislamlık kurumunun kapatılmasının ardından Meşihat Makamı, lise olarak kullanılmak üzere Maarif Vekâlet’ine devredilmiş ve İstanbul Kız Lisesi’ne tahsis edilmiş. İstanbul’un tarihi yapılarının makûs talihi üzere yapı, 30 Nisan 1926 tarihinde elektrik kontağından çıkan bir yangın sonucu kullanılamaz hale gelmiş. Dönemin Son Saat Gazetesi’nde yangın için tercih edilen başlık ilginçtir:

“İstanbul Kız Lisesinin işgal ettiği eski Meşihat Binası, Müftilik kısmı müstesna, kâmilen yanmıştır.”

Önemli bir ayrıntı; Kız Lisesi, Bab-ı Meşihat kaldırıldıktan sonra kurulan, Diyanet İşleri Başkanlığı’na bağlı bir kurum olan İstanbul Müftülüğü ile aynı bahçeyi paylaşmış. Ortak paylaşım alanının aynı zamanda bir çatışma alanına dönüştüğü bu günden görülebiliyor. Dönemin önemli vaizlerinden Said Nursi, sürgünde bulunduğu Van’dan İstanbul’a gelip Meşihat Dairesi’nin İstanbul Kız Lisesi olduğunu öğrenince şöyle demiş:

“Yüzer sene envar-ı şerihatın mazharı olmuş olan o daire, şimdi büyük kızların lisesi ve melebegâhı (oyun oynanan yer) olmuştur. Bizim gibi kalpleri yanan çok zatların hararetli ahları benim ahıma iltihak etti. Hatırıma gelmiyor ki acaba Şeyh Geylani’nin duasını ve himmetini duamıza yardım için istedim mi istemedim mi? Bilmiyorum. Fakat her halde o eskiden beri nurlar yeri olmuş yeri zulmetten kurtarmak için bizim gibilerin ahlarını ateşlendiren onun duası ve himmetidir. İşte o gece Meşihat kısmen yandı. Herkes ‘Va esefa (başarısız olacak)’ dedi. Ben ve benim gibi yananlar ‘Elhamdüllliah’ dedik.

Bu cümleden anlıyoruz ki, bugün devam eden kutuplaşmanın köklerinin geçmişten miras kaldığı aşikâr.

Yangının ardından İstanbul Kız Lisesi taşındıktan sonra arazi, 1935 yılında İstanbul Üniversitesi Biyoloji Bölümü binası inşa edilene dek boş kalmış.

1 Ağustos 1933’te İstanbul Üniversitesi kurulmuş, aynı tarihlerde Almanya’da süren Nazi Rejiminin Yahudilere yönelik sistematik ayrımcılık süreci başlamış ve 1933 yılında çıkan Devlet Memurlarının İhyası Yasası ile çok sayıda Yahudi bilim insanı, sanatçı ve aydın kamu hizmetlerindeki görevlerinden uzaklaştırılmışlardı. O dönem çok sayıda Alman bilim insanı Almanya’yı terk etmek zorunda kalmış ve büyük bir çoğunluğu Prof. Philipp Schwartz tarafından Zürih’te kurulan Beratungsstelle für deutsche Wissenschaftler’e (Yurtdışındaki alman Bilim Adamlarına Yardım Cemiyeti) sığınmış. Aynı dönem Türkiye’de yapılan Üniversite Reformu, nitelikli akademisyen ihtiyacı doğurmuş ve akademisyen ihtiyacına yönelik çalışmalardan sorumlu Prof. Malche, Zürih’te bulunan cemiyet ile irtibata geçmiş. Görüşmeler sonucu Prof. Philipp Schwartz Türkiye’ye gelmiş ve bürokratik işlemlerin ardından 1933 yılında Botanik Bahçesine adını verecek olan Bitki Fizyolojisi ve Genetik üzerine çalışan Alfred Heilbronn, Bitki Fizyoloğu Leo Brauner ve Zoolog Andrea Naville ile birlikte 150 profesör aileleri ile birlikte Türkiye’ye taşınmış, ülkemizde eğitim ve öğretime başlamıştır.

O dönem yeni kurulan üniversitede botanik eğitimi Zeynep Hanım Konağı’nda yapılmakta ancak öğrenci sayış ve teknik koşullardaki yetersizlikler sebebi ile Alfred Heilbronn hükümetten bilimsel eğitim için gerekli koşullara sahip bir botanik bahçesi ve Biyoloji Enstitüsü yapılmasını talep etmiş.

Hükümet tarafından onaylanan bu talep üzerine yeni kurulacak olan; Eczacılık, Tıp, Biyoloji gibi farklı fakültelerden öğrencilerin de derslere katılabilmesi için dönemin Eğitim Bakanı Reşit Galip’in önerisi üzerine 1926’daki yangından beri boş kalan İstanbul İl müftülüğü ve İstanbul Üniversitesi arasında yer alan arazi, Biyoloji Enstitüsü ve Botanik Bahçesi için seçilmiş.

Botanik Bahçesi ve Seraların kurulumu ile Leo Brauner, Alman Bahçe Şefi Walter Stephan ve Alfred Heilbronn ilgilenmişler. Botanik Bahçesi, taş duvarlarla ayırılmış̧ olan teraslar, karayosunu ve eğrelti yetişmesine olanak sağlayan doğal malzemeli yollar, bitki çitleri, değişik boyutlarda 23 adet havuz, taş ve kaya bahçesini bünyesinde barındırmaktadır. Bahçedeki bitki çeşitliliği birçok ülkenin botanik bahçelerinden zarf ile gönderilen tohumlarla oluşturulmuş.

Alfred Heilbronn, Türkiye üniversitelerinde çalışma yaşının yetmiş yaş ile sınırlandırılıncaya dek, eşi Mehpare Heilbron ile birlikte botanik Enstitüsünde eğitim vermeye ve bahçe üzerinde çalışmaya devam etmiş. 1955 yılında yasa gereği emekli olmuş ve ardından 1957 yılına kadar üniversitede sözleşmeli olarak çalışmış.

Biyoloji Bölümü ve Botanik Bahçesi’nin açıldığı günden bu yana karşılaştığı ilk yıkım, Cumhuriyet Dönemi İstanbul’unu şekillendiren Henri Proust raporları üzerine Türkiye imar tarihindeki önemli dönüm noktalarından biri olan Menderes İmar Hareketleri sürecinde “Meydan ve camilerin çevrelerinin açılması” gerekçesiyle yaşanmış. 1957 yılında yapının üst iki katı, Süleymaniye Camii’nin siluetini bozduğu ve İstanbul’u çirkinleştirdiği gerekçesi ile yıkılmış.

Binadaki kısmi yıkımın ardından 13 Şubat 1957’de tekrar Alman vatandaşlığına geçen Heilbronn, soykırım mağduru olan Alman vatandaşlarına mülklerinin geri verilmesi üzerine yeniden Münster’e dönmüş. Almanya’dan ayrılmadan önce çalıştığı Münster Üniversitesi’ndeki görevine devam ederken, eşi ve mesai arkadaşı Mehpare Heilbronn Türkiye’de kalmış.

1993 yılında müftülük bahçeyle ilgili ilk defa resmi olarak fuzuli işgallerle ilgili kanun ve yönetmeliklere dayanarak botanik bahçe arazisi üzerinde hak iddia etmiş.  

“Bu bahçeyi müftü ne yapacak” başlığı ile çıkan haberde dönemin Biyologlar Derneği Başkanı Prof. Dr. Dinçer Güven şu açıklamayı yapmış:

“Çok acıdır ki kökü 1453 yılına dayanan İstanbul Üniversitesi, bir gecekondu ile eşdeğer görülmektedir. Öte yandan tahliye isteminde fuzuli işgal deyimi kullanılmaktadır. Öyle bir fuzuli işgal ki, 60 yıldır on binlerce doktor, eczacı, veteriner, biyolog, orman mühendisi, su ürünleri mühendisi, çevre mühendisi yetiştiren, 1933 yılında temeli atılan, 1935 yılında görkemli törenle açılan, 3 Alman profesör, 1 Belçikalı profesör tarafından yönetilen 4 katlı bina gecekondu olarak inşa ediliyor ve inşa süresi 6-7 yıl sürüyor. Gecekondu günümüze dek gereksiz kullanım işlevini 2000 öğrencisi, 9 serası, 4 bilim dalı, 23 öğretim üyesi, 45000 herbaryum örneği, yağmur orman modeli, çağdaş botanik bahçesi ile öğretim ve eğitim vermektedir. Ne mutlu böyle gecekondulara demek gelir insana.”

Gelen tepkiler sonucunda müftülük geri adım atmış. 1995 yılında bahçe SİT alanı ilan edilir ve içindeki bitkiler, korunması gerekli tabiat varlıkları olarak tescillenmiş. 1934’te resmi olarak enstitü inşaatı için üniversiteye verilen arazinin İstanbul Üniversitesi’ne tahsis edilmesi, 1996 yılında bir kere daha resmi olarak onaylanmıştır.

Alfred Heilbronn’un Almanya’ya geri dönmesinin ardından, Mehpare Heilbronn da 1960 İhtilali sonrası görevden alınan 147 profesörden biri olması sebebiyle Almanya’ya taşınmak zorunda kalmış. Alfred Heilbronn’un 1961’deki vefatının ardından botanik bahçesi eski günlerine kıyasla bakımsız kalmaya başlamış. Prof. Turhan Baytop:

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

“Nebatat Bahçesi, esas sahibi vefat etmiş ve yeni sahiplerinin de hiç ilgilenmediği harap bir köşk bahçesi durumuna gelmiş. 1940lı yıllarda Alman Hocaların büyük emek ve gayret ile kurdukları ve bize pırıl pırıl bir durumda bıraktıkları “Biyoloji Binası ve Nebatat Bahçesi” maalesef bugün her yönden acınacak bir duruma gelmiştir.”

Özetle; Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi, Osmanlı’nın son dönemi ile Cumhuriyetin ilk yüzyılındaki bir çok politik dönemece, birçok göçmene ve o göçmenlerin dünyanın her yanından taşıdıkları tohumların köklenmesine ev sahipliği yapmış önemli bir hafıza mekânı.

Şimdi gelin, yaşatılmak için uzun uğraşlar verilmiş, bugün ilgisizliğe terk edilmiş bu bahçeyi yeniden eski canlılığına taşımak isteyen insanlara, Dilşad Aladağ, Eda Aslan ve Alfred Heilbronn’un oğlu Kurt Heilbronn’a soralım.

Dilşad Aladağ, siz bu saklı bahçeyi, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’ni nasıl keşfettiniz?

Bahçe ile ilk karşılaşmamız çalıştığım bir iş dolayısıyla olmuştu. 2014’te fotoğraf sanatçısı ve mimar Ali Taptık’ın Venedik Mimarlık Bienali Türkiye Pavyonu Hafıza Mekânları sergisi kapsamında geliştirdiği projede asistan olarak çalışıyordum. Bu süreçte Ali ile pek çok modern mimarlık yapısını ziyaret etme fırsatım oldu. Bunlardan benim için en heyecan verici olanı ise Botanik Bahçesi’ydi. Bu karşılaşmanın ardından başka vesilelerle yine buluştuk. O sıralar mimarlık okuyordum, okul projem için botanik bahçesi tasarlamam gerekiyordu. Üniversite’deki tasarım stüdyosundaki hocam Deniz Aslan, bir botanik bahçesinin yalnızca insan için inşa edilmediğini, içerisinde başka türlü bir yaşam döngüsünü barındıracağını hatırlatarak bu süreçte bir bahçeyi gözlemlememi öğütleyince 2015’te Botanik Bahçesi ile yeniden buluştuk. Yapının altyapısını anlamak, bitkilerin mekânla ilişkisini kavramak isteyenlere şehirde ve hatta ülkede bu kadar donanımlı ve zengin başka örneği olmayan bir mekândı Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi. Bu ziyaretlerin bahçenin geçmişini hatırlama, mekânı kaydetme ve hikâyesini anlatmak üzere bir sürece dönüşmesi ise çok sonra, 2017 yılında bahçenin müftülüğe devredildiğini öğrendiğimizde Eda Aslan ile bahçeyi ziyaret etmemiz ile gelişti.

Dilşad Aladağ, keşif sürecinizde hafiye gibi araştırma yapmış, bütün heyecanınızla akademisyenlerin ailelerinin, öğrencilerinin peşinden koşmuşsunuz. Sizin bu ilginiz bahçenin kurucularının çocukları ve öğrencilerini başta bir dirence, ardından eski hatıraları konuşmaya itmiş. Bu ilk direnç belki bahçenin yeniden hayata geçmesinin imkânsızlığından, belki kaybolmasının verdiği acıdandı. Peki, siz bu bahçeyi anlatmayı neden tercih ettiniz?

Bahçeyi teknik gözlemler yapmak üzere ziyaret ederken kapatılmasına dair söylentilerden, arazisiyle ilgili müftülüğün talebinden haberdar olmuştum. 2017 yılında bahçe arazisinin İstanbul Üniversitesi’nden İstanbul Müftülüğü’ ne devredildiği haberi kamuyla paylaşıldı. Bu karar o yıllardaki başka mekânsal dönüşüm süreçleriyle paralellik oluşturuyordu. İstanbul’da Gezi Parkı, Atatürk Kültür Merkezi, Ankara’da İller Bankası, Çubuk Barajı Gazinosu gibi modern mimarlık yapılarının yıkılma kararlarıyla karşı karşıya kaldığımız dönemden bahsediyorum. Bu kararlar akabinde gelişen mimarlık tarihi ve kültürü alanından çalışmaları takip ediyordum. Bu çalışmalar benim için oldukça ilham vericiydi, unutturulan, göz ardı edilen mimarlık miraslarıyla yeniden tanışma ve bağ kurma fırsatı sunuyorlardı.

Botanik Bahçe bir kere içerisine girdiğinizde unutamayacağınız bir çokluğu, canlılığı barındırıyordu. Yoğun bir kent dokusu içerisinde bir vaha gibiydi. Ama sorsanız İstanbul Üniversitesi’nin aynı semtteki fakültelerden öğrencileri bile bilmiyordu bahçeyi. Devredilme kararı da 2017 yılının olağanüstü hal ile sıkışmış politik ikliminde pek yankı bulmamıştı. Hem bu bilinmeme haline karşı doğan bir merak ve aciliyetten hem de bahçe mekânına borçlu hissettiğimden bahçeyi odağına alan bir sürece girişmek istedim. O sıralar ilgiyle takip ettiğim, işlerinde kentteki hafıza mekânlarının geçirdiği süreçlere eğilen sanatçı Eda Aslan’ı bahçeyi birlikte deneyimlemeye davet ettim. Unutma Bahçesi yolculuğu Eda Aslan ile bahçeyi ziyaret ettiğimiz gün başladı. İlk ortak niyetimiz, şehrin hafızasından silinmek üzere olan bu bahçeye hafızada bir yer açmak, onu kayıt altına almak ve bir şekilde bir sonraki kuşaklara taşımak mümkün mü sorusuna cevap aramaktı. Kendi adıma, unutturmanın bir çeşit silme, yok etme halinin ilk aşaması olduğunu düşünerek; hatırlamak ve hatırlatmak üzerinden bir direnç geliştirme amacıyla geliştiğini söyleyebilirim sürecin. Bizi çok sayıda tanıklığa, arşive, hikâyeye ulaştıran bir maceraya dönüştü bahçeyi merkezine alan niyetimiz.

Dilşad Aladağ, bilimsel öneminin yanı sıra, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi neden yaşamalı? Bahçenin varlığı size neyi çağrıştırıyor?

Botanik, bitki bilimi demek. Bitkiyle ilişkili bilgiler ise pek çok açıdan dünyaya dair kayıtlar, veriler içeriyor. Botanik Bahçesi hem bu bitkilerin ihtiyaçlarını, davranışlarını takip eden bir enstitü hem de pek çok ikilimden bitkiyi barındıran bir biriktirme, yaşatma ve sergileme alanı. Yani bir ziyaretçinin hem bitkilerle duyusal anlamda tanışabileceği bir mekân hem de bu bitkilerin izlerini taşıdığı iklimleri hayal edebileceği bir alan. Yaşayan 3000  bitki bu anlamda çok zengin bir koleksiyon demek. Bahçenin bir diğer parçası, herbaryum ise farklı bölgelerden, yükseltilerden toplanmış, kurutularak muhafaza edilmiş bitkilerin saklandığı bir koleksiyon. O da başka türlü bir zenginlik. Anadolu’da çıkılan gezilerde toplanmış sayısız türü, tohumu barındırıyor. Özellikle de türlerin yok olma tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuz günümüzde çok önemli. Bunlar tüm botanik bahçelerine baktığınızda görebileceğiniz zenginlikler. Öte yandan, sizin de yazıda özetlediğiniz gibi bu bahçenin arazisi çok katmanlı bir tarihsel anlatının yükünü taşıyor sırtında. Birbiri üzerine yapılan, hepsi birbirinden yüklü yapıların yıkıntısı üzerinde yeşermiş bir mekân bahçe. Soykırımdan kaçan, sürgünde yeni hayatlar kuran profesörlerin ümidi, yaşama ve bilim yapma hevesi yeşertmiş bahçeyi. Bu mekâna bakınca tüm biyolojik zenginliğinin yanında bu kültürlerarası hikâyenin hafızasını, mekânını da görüyorum. Bu da gelecek kuşaklara kalmasını her şeye rağmen ümit ettiğim başka türlü bir zenginlik.

Eda Aslan, “Unutma Bahçesi” projesini bize anlatabilir misiniz? Unutulmamasını istediğiniz bir bahçe için yaptığınız projeye neden “Unutma Bahçesi” dediniz? Orada neler unutulmuş?

Unutma Bahçesi uzun bir soluk. Kişilerle, bitkilerle, unutulan hikâyelerle, tarihin farklı katmanlarında gezinilen, yeni ağlar bağlantılar kurmaya çalışan, “unutulmanın”,”unutmanın” karşısına belki pasif bir direnme metodu olarak da “hatırlamayı” öneren oldukça süreç odaklı bir üretim olarak tanımlayabilirim. İzleyiciyi, meraklısını, kentliyi de bir noktada bu bahçeyi hatırlamaya, hatırlayarak direnme sürecine ortak etmeye davet eden uzun bir soluk Unutma Bahçesi.

Bu üretim süreci ismini Latife Tekin’in Unutma Bahçesi adlı kitabından ödünç alıyor. O dönemde Latife Tekin’in “Unutma Bahçesi” adlı kitabına yeni başlamıştım. Kitap hatırlama ve unutma gerilimi üzerine yazılmış, temelde insan ilişkilerini güç ve çıkar çatışmalarını merkeze alan Unutma Bahçesi adlı bir mekânda bir araya gelmiş bir grup insan üzerine bir anlatı sunuyor Latife Tekin. Bahçenin hikayesine baktığımızda da aslında bazı benzerlikler farkettik politik çatışmaların, güç ilişkilerinin merkezinde konumlanmış bilinçli olarak yıpratılmış ve İstanbul’un hafızasından kademeli olarak silinmeye zorlanmış bir mekân. Bu vesileyle Latife Tekin’e ulaşıp kendisine süreci ve bahçenin hikâyesini anlattım ve kitabın ismini ödünç alıp alamayacağımızı sordum. Kendisinin de bu süreç ilgisini çekti ve bahçenin hikâyesi ile ilgilendi.. 

Soruyu tersten cevaplamanın daha doğru olacağını düşünüyorum. Bahçe ile ilgili ansiklopedik diyebileceğimiz temel bilgi dışında bilinen, hatırlanan pek bir şey yoktu. Sizin de bildiğiniz gibi bahçe ve enstitüsü binası palimpsest yapı üzerine kurulmuş ve neredeyse tüm bu tarihsel katmanlarda gerçekleşen yıkımın tozuyla kaplanmış ve üstü örtülmüş. Aynı zamanda fiziksel olarak bile fark edilmesi, erişilmesi oldukça zor olan bir mekân bahçe arazisi. Bu sebeplerden dolayı bilgiye ulaşılabilirliği bile neredeyse imkansıza dönüşen bir mekânda da haliyle hatırlanan, görünen çok az şey vardı demek yanlış bir tanım olmaz. Biraz olsun bahçenin üzerinde tozu hafifletmek ve farklı dönemlerdeki hikâyeleri, anlatıları açığa çıkarmak gerekiyordu. 

Eda Aslan, bahçedeki ilk gözleminiz zihninizde hangi kapıları açtı? Gözlemlerinizi sanat eserine dönüştürme sürecinizi anlatabilir misiniz?

Sıradan bir Botanik Bahçesini düşündüğümüzde belli bir düzen içerisinde konumlamlandırılmış tasnif edilmiş edilmiş net bir strüktürü olan yapılar canlanır zihnimizde. Bilimsel bir alan olduğu için her şey yerli yerinde ve olması gerektiği düzendedir. sayısını hatırlayamadığım farklı botanik bahçe ziyaretlerimden deneyimlediğim bu bahçeler bitkilerle çevrili olsa dahi herhangi bir duyguyu içinde barındırmayan rasyonel mekânlar. Ama Alfred Heilbronn Botanik bahçesini ilk ziyaretimizden son ziyaretimize her bir ziyarette kendi adıma söylemeliyim ki yeni bir his ile tanıştım. İstanbul’un terkedilmiş köşk bahçeleri gibi sahipleri tarafından terk edilmiş eski köşk bahçelerinin hüznü ve duygusu vardı bu bahçede.Botanik bahçesi vasfını yitirmiş bir bahçe, yabani otlar tarhları sarmış, eğrelti otları Güney Amerika’dan gelen bir bitki ile aynı saksıda komşu olmuş, bitkilerin bilimsel isimlerini ve orijinlerini gösteren etiketler güneşte sararmış ve bazıları tamamen silinmiş. Hatta bazı bitkiler kendilerine kalıcı bir tarh dahi bulamamış ve saksılarda sanki her an taşınacakmış gibi konumlanmış. Bahçenin bu kendine has fiziksel hali, elbette terkedilmişliğin estetiği ile de sarmalanmış bir mekân olması dolayısıyla onu pek çok botanik bahçesinden ayırıyor ve bu “kendi başına olma hali” onu biricik kılıyor. 

Bahçenin hem fiziksel yapısındaki hem de tarihsel sürecindeki çok karmaşık çok katmanlı yapısı üretim sürecinde her zaman merkezdeydi. Üretim sürecinde ziyaret edilen mekanları, hisleri, araştırma yaparken gezindiğimiz tüm katmanları açmak, şeffaflaştırmak, tasnifsiz, hiyerarşisiz sunmak ve izleyici ile buluşturmak oldukça önemliydi bu hassasiyeti korumaya çalıştık. 

Eda Aslan, Türkiye’de birçok bilim insanı ile görüşmüş ve Almanya’da Kurt Heilbronn ile görüşebilmek için maceralı yolculuklar yapmışsınız. Bir hikâyenin iz sürücüsü olmak size neler hissettirdi? 

Bir sanatçı olarak pratiğimde kaydedilmemiş anlatıların, hafızadan silinmiş mekânların, nesnelerin, arşivlerin peşine düşmekteyim.Bu sebeple iz sürme, arşivlerde gezintiye çıkma ve toplayıcılık hali üretim pratiğimin merkezinde yer alıyor. Bu iz sürme, toplama hali her süreçte yeni tanışıklıklara, yeni ortaklıklara, yeni yollara ve yolcuklara olanak sağlayabiliyor. Dolayısıyla bu süreç benim için çok yeni olmamakla birlikte bu Unutma Bahçesi’ni özel kılan hem uzun soluklu, hem de kolektif bir sürecin varlığı. Farklı disiplinlerin biraradalığı, birlikte çalışmayı bu kadar uzun sürece yayılacak şekilde deneyimlemek oldukça özel ve pek çok açıdan öğretici bir süreçti. 

Kurt Heilbronn, Dilşad ve Eda size ulaşıp Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi hakkında konuşmak ve ailenizden kalan arşivi incelemek istediklerini söylediklerinde başta pek de ciddiye almamış ve tabiri caizse işi yokuşa sürmüşsünüz. Başta neden direndiniz ve daha sonra sizi onları ciddiye almaya iten neydi?

Evet, doğrudur, ben bastan onları üniversitedeki botanik enstitüsündeki hocalara yönlendirmek istedim. Çünkü benim günlük rutinim ve mesleki hayatımda bahçe ve enstitü herhangi bir rol oynamıyordu. Orası İstanbul Üniversitesinin yetkisi altında olan bir bahçeydi ve benim özelim değildi. Babam o bahçenin ve enstitünün kurucularından, annem de oranın öğrencisi ve öğretim görevlisi olmuş. Bahçenin kurulması, öğretime katkıda bulunması konusunda ikisinin de çok emeği geçmiş.  Babamın 1961’de vefat etmesi ve annemin de 1964’de emekli olmasıyla benim bahçeyle hiçbir bağlantım kalmamıştı. Ta ki, annemde bulunan (1993 annem vefat etti) Uludağ Herbariumunun bir kısmını Botanik Enstitüsüne teslim edinceye kadar. Bunun ardından 75 yılını dolduran botanik bahçesine o zamanki sorumlu Fen Fakültesi Dekanı Sayın Dinçer Güven’in inisiyatifi ile “Alfred Heilbronn” bahçesi adı verildi. Evimizde bir takım kutuların var olduğunu biliyordum ama bir arşivin varlığından haberdar değildim. İki genç araştırmacının ısrarları üzerine, “Buyurun gelin, birlikte bakalım o kutulara.” dedim. Açıkçası bu kadar yoğun bilgi ortaya çıkacağına ve yaşantımı bu denli etkileyeceğini beklememiştim.

Kurt Heilbronn, çocukluk yıllarınızda bu bahçede vakit geçirdiniz mi? Anne ve babanızın bahçe ile ilgili çabası, ailenizin göç hali ve bu duruma tezat bir biçimde bahçenin unutulmuş yerleşiklik hikâyesi aklınıza neler getiriyor?

Annem, babam arada bir beni enstitüye götürüyordu. 4-5 yaşındaki her çocuk gibi ben de bahçede oynuyordum ve orada çalışan abi ve ablaları oyunuma dâhil etmek istiyordum. Botanik enstitüsü, bahçe ve üniversite öğrencilerinin eğitimi, annem ve babam için son derece ciddi bir uğraştı. Babam emekli oluşunu ve enstitüden ayrılmasını, kabullenememişti.  Annem de 1964’de ebedî olarak Almanya’ya göç etmesini ve sadece benimle meşgul olmasını kabullenmekte çok zorlandı. Almanca diline yeterince hâkim olmadığından tamamen evine bağlandı. Onların mutsuzluğu benim de hayatımı oldukça etkilemiştir. Annem Münster’deki evimizi babamın vefatından sonra adeta bir müzeye çevirdi ve aileden kalan tüm eşyaları ölünceye kadar muhafaza etti. Aynı zamanda evi bir botanik bahçesine,  serasına çevirmişti. Annemin vefatından sonra arada sırada botanik bahçesini ziyaret ettim. Bahçenin iyi bir durumda olmaması beni hep meşgul etmiştir. Yukarıda da belirttiğim gibi benim özel bahçem olmadığından ve sorumluluğun üniversiteye ait olmasından dolayı, ben herhangi bir aksiyonda bulunmadım.

Enstitünün ve bahçenin Diyanet’e devredilmesi üzerine kendi çabalarımla Botanik Enstitüsünü aktive etmeye, üniversitenin botanik enstitüsünü / bahçeyi sahiplenmesi, bu sorumluluğu üstlenmesi için çeşitli görüşmeler yaptım.  2019 yılında üniversitenin o zamanki rektörü ve diyanet ile yaptığım görüşmelerde her iki kurum da Botanik Enstitüsü çalışmak istiyorsa buyursun çalışsın dediler ancak Botanik Enstitüsü elinde ödenek olmadığından bahçe ile gerekli olduğu şekilde ilgilenmiyor. Şu andaki durum, üniversitenin bir öğretim üyesi orada bulunuyor ama öğrenci eğitimi yok ve bahçe kendi haline bırakılmış durumda, diyanet bir bahçıvan tahsis etmiş.

Kurt Heilbronn, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi’ni yeniden yeşertseniz neler hissederdiniz? Bu bahçenin yeniden yeşermesi sizin için ne ifade ediyor?

Botanik Bahçesinin sırf yeşermesi değil, bahçenin Botanik Enstitüsünün ve üniversitenin bir parçası olarak öğrenci eğitim programının içine alınmasını ben çok önemli buluyorum. Çünkü orası hem bir bilim kaynağı hem de İstanbul’un bir kültür mirasıdır.

Okuduğunuz üzere, Alfred Heilbronn Botanik Bahçesi  ve Enstitü binası, bir göç ve köklenme palimpsesti. Her dönemde üzerine kendi hikâyesini yazma arzusuyla karalanmış, silinmiş, tekrar karalanmış ve tekrar silinmiş bir hafıza mekânı.

Sizce bu mekânı bitkilerin muhafızlığında koruyabilir, köklendirebilir, yeniden şehrin nadide bir parçası haline dönüştürebilir miyiz?


Kaynakça: 1, 2,

“Bir yerin İzinde Pek Çok Yer” kitabını edinebileceğiniz link