Mehmet Altan ile Türkiye’nin Gidişatı (10): İran’dan sonra sıra Türkiye’de mi? & KHK realitesi

Mehmet Altan, Ruşen Çakır’la gerçekleştirdiği söyleşide Türkiye’nin siyasi, askeri ekonomik ve hukuki durumunu yorumladı. “Bugün gerçekten Türkiye’nin gidişatını ciddi bir şekilde dört dörtlük derinliğine bir değerlendirme ihtiyacı var maalesef” diyen Altan, özellikle Türkiye’nin savunma gücünün eksikliğine dikkat çekti. Ruşen Çakır ve Mehmet Altan, Türkiye’nin Gidişatı’nın İran’dan sonra sıra Türkiye’de mi? & KHK realitesi başlıklı videosunda gündemi değerlendirdi.

Mehmet Altan ile Türkiye’nin Gidişatı (10): İran'dan sonra sıra Türkiye'de mi? & KHK realitesi
Mehmet Altan ile Türkiye’nin Gidişatı (10): İran’dan sonra sıra Türkiye’de mi? & KHK realitesi

İsrail – İran: Savaşın beşinci gününde son gelişmeler neler?

İsrail’in 13 Haziran’da İran’ın nükleer tesislerine ve füze üslerine düzenlediği saldırılarla başlayan savaş, İran’ın balistik füzeler fırlatması ve iki ülke arasında karşılıklı saldırılarla devam ediyor. 

Saldırılara karşılık veren İran, gece boyunca balistik füzelerle misillemede bulundu. Tahran ve Tel Aviv’de yeni patlamalar yaşanırken, ABD Başkanı Donald Trump G7 Zirvesi’ni erken terk ederek doğrudan müdahale sinyali verdi.

İran medyası, başkent üzerinde yoğun hava savunma faaliyetleri ve olası hava saldırısı izleri olduğunu bildirdi.

Aynı saatlerde İsrail’de, özellikle Tel Aviv ve Kudüs çevresinde, füze alarmı verildi. İsrailli yetkililer, bir otobüs garajında beş kişinin hafif yaralandığını açıkladı.

BBC’nin Kudüs muhabiri Hugo Bachega, İran’ın saldırılarının önceki gecelere göre daha az yoğun olduğunu bildirdi.

“İsrail kendine tehdit olacak hiçbir şeyi bölgede yaşatmama kararı alıyor”

Altan, “1979 İran devrimi ile birlikte bugüne gelecek süreç aslında hazırlanmaya başlıyor. Nitekim İsrail kendine tehdit olacak hiçbir şeyi bölgede yaşatmama kararı alıyor. 1981’de Irak’taki nükleer tesisi bombalıyor.” dedi.

Türkiye’nin savunma sistemi

“Bugün gerçekten Türkiye’nin gidişatını ciddi bir şekilde dört dörtlük derinliğine bir değerlendirme ihtiyacı var maalesef” diyen Altan, özellikle Türkiye’nin savunma gücünün eksikliğine dikkat çekti. “Türkiye’nin F-35’i var mı? Halbuki üretiminin parçasıydı. Aynı zamanda şimdi F-35’i yok. Peki F-16’sı var mı? O da yok. Ne var? S-400 nerede? Ambarda.” sözleriyle Türkiye’nin savunma sistemini yorumladı.


Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhaba, iyi günler. Ayda bir yaptığımız ‘’Mehmet Altan’la Türkiye’nin Gidişatı’’ programının 10. bölümüyle karşınızdayız. Neredeyse bir yılı devirmek üzereyiz. 

Mehmet Altan: Birinci yılda pasta keselim.

Bugün kötü şeyler konuşacağız. 

Altan: Bugün gerçekten Türkiye’nin gidişatını, ciddi bir şekilde derinliğine bir değerlendirme ihtiyacı var maalesef. 

Şimdi çok basitleştirerek anlatacağım, bazıları ‘’Türkiye bölgesel bir güç olma iddiasındaysa ve bölgedeki rakip olarak ilk akla gelenler İran ve İsrail’se, İran ve İsrail’in birbirlerini böyle yıpratmaları Türkiye’nin canına minnet’’ diyor. Gerçekten böyle mi?

Altan: Aman Allah’ım! 

Ama bunu bayağı savunan var. Yani ‘’yesinler birbirlerini’’ diyen kesimler var. 

Altan: İşte ciddiyetle ve derinliğine konuşmamız gerekir maalesef’’ dedim ya. Bu kurnazlık, aklın düşmanıdır. Yani kurnazlık yaptıkça akıldan yersin ve bu sonunda iflas eder. Ne demek istiyorum?  Sana sorayım. Şimdi, İsrail İran’ı F-35’lerle perişan ediyor. Türkiye’nin F-35’i var mı? Halbuki birtakım parçaları Türkiye üretiyordu, muazzam paralar kazanıyordu. Galiba yıllık 12 milyar dolar. Şimdi F-35’i yok. Peki, F-16’sı var mı? Yani onun bir düşük modeli? O da yok. Ne var? S-400. O da ambarda duruyor. Şimdi böyle yönetilen bir devletin, başkasının birbirini yıpratmasından medet ummak yerine, ‘’biz kimsenin bize dokunamayacağı bir sağlıkta, sıhhatte, afiyetteyiz ve her bir vatandaşımızın özgürlüğü ve refahı gittikçe artıyor’’ diyebilme imkânı var mı? ‘’Türkiye nasıl yönetiliyor?’’ dersen, F-35, F-16, S400’ün kararını alan adamlar çok iyi yaşıyorlar. İmkânları var, uçaklar, köşkler, filan filan… Ama bir taraftan da aç biilaç dolaşanlar, yargının zulmüne uğrayanlar var. Uzatmaya gerek yok. Türkiye’nin niye F-35’i yok, niye F-16’sı yok ve S-400 niye ambarda? Bu kararları birileri aldı. Neye göre aldılar? Demek ki muazzam olması gerekenden bir sapma var. Peki, dönüp bunun sorumluları bu hatalar, bunu değerlendirecek bir otomatik devlet özeleştiri unsurları var mı? Hukuk ve demokrasi olduğu için o da yok. 

Yani?

Altan: Yani ‘’bunu başkası yıpratıyor, ben bundan medet umayım’’ demek, ‘’ben burayı yönetemiyorum’’ demektir. 

Birkaç ay önce Erdoğan, ‘’İsrail’in hedefinde Türkiye var’’ gibi bir şey söyledi. Özgür Özel de ‘’Kapalı bir oturum yapalım, bunu bize anlatın’’ dedi, ama hiçbir şey çıkmadı. İsrail’in İran’a saldırısından sonra, Devlet Bahçeli açık açık ‘’sırada Türkiye var’’ açıklamasını yaptı. Sonra bir baktık ki Nisan ayında, Abdullah Öcalan’ın, Sırrı Süreyya’nın daha hastanede olduğu bir zamanda, Pervin Buldan ve Avukat Özgür Erol’la yaptığı görüşmenin notları yayınlandı. O notlarda Öcalan ‘’Gazzeleştirme var. Önce Gazze’ydi, sonra Lübnan, sonra Suriye. Bunların hepsi İsrail tarafından yapıldı. Sırada İran, sonra da Türkiye var’’ diyor. Belli ki ‘’Sırada İran, sonra Türkiye var’’ söyleminin hem devlet nezdinde bir karşılığı var hem de Öcalan’la bu konuda bir mutabakata varılmış ve anladığım kadarıyla da çözüm sürecinin ana motivasyonu da bu ihtimal üzerinde kurulu. Biz dünkü ‘’Hafta Başı yayınımızda Kadri (Gürsel) ile bunu konuştuğumuzda, Kadri bunun olamayacağını söyledi. 

Altan: Bu notlar Öcalan’ın görüşme notları mı?  Teyitli yani, değil mi?

Evet.

Altan: Öcalan’ın olduğunu kabul etmek gerekir öyle mi? 

Doğru.

Altan: Peki, orada ne diyor? ‘’İsrail Ortadoğu’nun hegemonik gücü yapmak istiyorlar’’ diyor. İkinci bir cümlesi daha var: ‘’Bu stratejinin olmazsa olmazı Kürtlerdir’’ diyor. Bu söylediğine şöyle cevap vereyim: Oturup sakin bir şekilde baktığımız vakit Devlet Bahçeli’nin 2 Haziran 2023’teki cümlesini unutmamak lazım: Ne diyordu: Önümüzdeki günlerde çok şey değişecektir, her şey değişecektir öyle gözüküyor. İnşallah Türkiye değişmez.’’ Ondan bir zaman sonra da ‘’Kurucu önder Abdullah Öcalan gelsin, Mecliste DEM Parti grubunda konuşsun’’ diyor. Peki bunu hangi kontekste yorumlamak lazım?  Daha geriye gidip bakmak lazım. İki şekilde. Birincisi, aslında bunun başlangıcı, bu mollalar 1979 İran Devrimi ile birlikte bugüne gelecek süreç a hazırlanmaya başlıyor. Nitekim İsrail kendine tehdit olacak hiçbir şeyi bölgede yaşatmama kararı alıyor. 1981’de Irak’taki nükleer tesisi bombalıyor. Sonra, Ortadoğu’da Menahem Begin’in saldırılarına karşı, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oybirliğiyle 487 sayılı bir karar alıyor Toprak bütünlüğü, başkasının egemenliği şu, bu, bunların hiçbiri işe yaramıyor. Bu süreci hatırlatmak için söylüyorum bunu. 

Mesela yine Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin 1991’de, 687 sayılı kararına göre Ortadoğu’da nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlardan arınmış bölge olması kararına da kimse aldırmıyor. Çünkü Amerika İsrail’i koruyor ve bir şekilde, İsrail dışında kimsenin nükleer biyolojik silah üretmesini engelliyor ama İsrail’i olağanüstü himaye ediyor. Olup bitene, 79’dan sonraki gelişmelere, Birleşmiş Milletler kararlarına, Begin Doktrini’ne baktığın vakit, zaman içinde bakıyorsun ki Lübnan gidiyor, Irak gidiyor, Suriye gidiyor. Şimdi İran gidiyor. Peki, Türkiye boyutu ne? Türkiye boyutu için Halepçe Katliamı’na bakmak lazım. Halepçe Katliamı’nın önü arkası çok önemli derslerle dolu. Halepçe Katliamı 6 Mart 1988. Saddam, Irak’ın kuzeyindeki Kürtlere, kendi vatandaşlarına karşı görülmemiş bir vahşetle yapıyor bu katliamı. Ne ölçüde bir vahşet olduğunu söyleyeceğim. 1 Mart 2010’da, Irak Yüksek Ceza Mahkemesi Halepçe Katliamı’nı soykırım olarak tanıyor. Saddam niye bu katliamı yapıyor? Resmi olarak katliam nedenini, İran-Irak Savaşı’nda, kendi toprakları içindeki Kürt vatandaşlarının İran güçleriyle işbirliği yapması, Talabani’nin bir şekilde İran güçleriyle birlikte hareket etmesi Halepçe’yi ele geçirmesi olarak öne sürülüyor.

Burada başka bir soru var: Bir yönetimin, bir rejimin yönettiği insanlar, eğer mutluysa, memnunsa, bir düşmanla nasıl işbirliği yapar? Bu neyin feveranı, neyin isyanıdır? Hukukun, demokrasinin, eşit vatandaşlığın olmamasının ve rejimin bu insanlara zenci muamelesi yapması. Ama Halepçe orada kalmıyor. Halepçe Katliamı’ndan 3 yıl sonra, İngiltere ve ABD, Kuzey Irak üzerinde uçuş yasağı getiriyor. 

Onun bir adı vardı, neydi?

Altan: ‘’Huzuru Temin Harekâtı.’’ Peki sonra ne oluyor? Bir zaman sonra, bütün buradaki petrol gelirleri, Halepçe dahil oradaki Kürt bölgelerine kalıyor. Sonra, Kuzey Irak’ta Kürdistan, Anayasada meşru, hukuki bir yönetim biçimi alınıyor. Şimdi de Irak’ın federasyon haline gelmesi konuşuluyor. Peki, bir rejim kendi halkına kendi vatandaşına hukuksal düzeyde bir uygulamadan uzaklaşırsa, o toplumda, o yönetimde ırk, din, mezhep öne çıkarsa ne oluyor? Toz duman içinde yok oluyorsun, çöküyorsun, büyük acılar yaşıyorsun. Nitekim bu süreçlere baktığın vakit, Hizbullah, Hamas, Lübnan, Irak, Suriye bunlar vatandaşlık kavramına, demokratik bir rejime, hukuk devletine geçememiş toplumlar ve bu tür bir akıl dışı bir yönetim de İsrail’de var. Bunlar da din adına çıldırmışlar ama İsrail’in diğerlerinden bir farkı var. Demokratik bir hukuk devleti iskeletini koruyor. İsrail niye bu kadar diğerlerini korkutup, toz duman içinde yok edebiliyor, bütün rejimleri yıkıyor ve bölgede hegemonik güç oluyor? Çünkü kendi başbakanını yargılayan bir hukuk devleti. Mesela geçenlerde Netanyahu’nun eşini de aldılar, mahkemeye götürdüler ve sorguladılar. Sen bana Ortadoğu’da yolsuzluktan hırsızlıktan görevdeki başbakanını yargılayan bir Arap Müslüman rejimi, bir başka rejim gösterebilir misin? Aynı zamanda, toplumun büyük bir kesimi, her cumartesi sokağa çıkıp Netanyahu’yu demokratik bir şekilde protesto ediyor, evinin önüne kadar gidiyor. Bunun yaşandığı başka bir rejim yok.

Bir de tabii daha derin bakarsan, nihayetinde teknolojik gücü oluşturan şey üniversiteler. Siz üniversiteleri, yargıyı çökertirseniz, ırk, din, mezhep üstünden siyaset avcılığı yaparsanız ve şimdi yeniden oluşan dünyada sıkıntılar büyüdükçe, Öcalan’ın tespiti üstünden, Bahçeli’nin tespiti üstünden Kürt meselesi de bunun odağındaysa… Ben de ‘’olmaz’’ diyordum ama oturup yeniden baktım, 79’dan itibaren sistem, İsrail’i korunaklı, ona rakip olacak, tehdit olacak her şeyi yok eden ve yeniden oyunu kuran bir noktaya gelmiş. Bunun daha derinine de bakarsan, Kasr-ı Şirin Antlaşmasına, -Sykes-Picot Antlaşmasına dönüp bakmak lazım. Yani demek ki Türkiye çok hızlı ve çok ağır gidiyor, hukuku yok sayıyor. Hâlâ ‘’seçim kazanır mıyım, ömür boyu kalır mıyım’’ derdinde. Bundan çok daha vahim bir durumda Türkiye. 

Biraz önce ‘’buralarda adalet yok, demokrasi yok, vatandaş, vatandaş olarak görülmüyor ‘’ dedin. Ama Suriye’de de Irak’ta da çok güçlü devlet aygıtları vardı. Saddam ve Esad rejimleri totalitarizme yakın, en azından otoriter rejimlerdi. Keza İran da öyle. Ama sonra ne oldu? Önce Irak, sonra Suriye, Failed State dedikleri batık devlet konumuna düştüler. Yani iflas ettiler. Şimdi de İran’ı Failed State yapmak istiyorlar. Wikipedia’da Failed State kavramının tam karşılığı nedir diye baktım. Şöyle açıklıyor: Bir: Yönetimin ülke üzerinde hâkimiyet sağlayamaması. İki: Ülkenin bütünündeki sınırlarını koruyamaması. 

Altan: İkisi de gerçekleşti.

Evet. Şu anda İran’a yapmak istedikleri, en azından İsrail’in, öyle büyük ve stratejik şeyler saldırılar yapıyorlar ki hem bilim insanlarına hem askerlere… 

Altan: Mahvediyor. Komutan kendini koruyamıyor, halkı nasıl koruyacak? Bir ara ‘’Bizi biri gözetliyor’’ diye bir program vardı, tam ona döndürmüş işi. Onu öldürüyor, yerine atananı ertesi gün öldürüyor. Yani hareket edemez hale getiriyor. Felç etmiş orayı.

Sonuçta Ortadoğu iflas etmiş devletler topluluğuna doğru gidiyor. 

Altan: Neden? Çok açık. ‘’Güçlü devlet. Bilmem ne filan…’’ Eğer vatandaşının milli gelirini artıramıyorsa, özgürlüğünü arttırmıyorsa, o devlet güçlü değildir. Orada bir avuç bunun rantını süren, rejimin etrafındakiler baskı aygıtını ele geçirdikleri için güçlü gibi görünürler. Ama bunun zemini çok kaygan olduğu için, yani çok lüks, deniz kıyısında kum üstüne yapılmış çok lüks plazalar gibi. ‘’Vay! Çok güzel bir ev, güçlü filan’’ diyorsun, hâlbuki ilk depremde gidiyor. Bunu netleştirelim. Molla rejiminin ne işe yaradığını çok net gösteren bir şey söyleyeceğim. İran Devrimi 1979’da oldu. 79’da kişi başına düşen gelir 2.350 dolar. Aradan geçmiş 46 yıl. 46 yılda 2.350 dolar 5.300 dolar olmuş. Yani 10 bin doların çok altında. On bin dolar, Amerika’da fakirlik sayılıyor. Peki İsrail’de durum ne? Molla rejimi kurulduğunda, İsrail’de kişi başına düşen gelir 5.800 dolar. Bugün ne oluyor? 44 bin 300 dolar. Molla rejimi insanları fakirleştirmeye yaramış.  Özgürlük var mı? Yok. Şimdi bu güçlü bir devlet olabilir mi? 

Buraya gelmeden ne olup bitiyor bir bakayım dedim ve sana bir soru sormaya karar verdim. Ne oluyor ne diyor bir bakayım dedim ve sana bir soru sormaya karar verdim.

Eyvah!

Altan: Verimliliğin Farsçası var mı? Verimlilik kelimesi Farsça nasıl denir? Ama yorulma, çünkü güçlü devlet olup olmadığını gösteren bir verimlilik raporu var elimde. Türkiye Verimlilik Raporu’nu getirdim sana. Uzun uzun anlatmayacağım, bir cümle söyleyeceğim. 1980’de, yani Molla rejimi olduğunda, Türkiye’nin kişi başına geliri, Güney Kore ile karşılaştırıldığında, aynı. Güney Kore’de kişi başına gelir Türkiye ile aynı. Peki bugün ne oldu? Güney Kore Türkiye’yi dörde katladı. Yani Güney Kore vatandaşı dört misli daha zengin. Peki, Molla rejimi kurulduğunda, 1980’de, Türkiye Çin’le karşılaştırıldığında durum nedir? Çin’in kişi başına geliri, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının kişi başına gelirinin onda biri. Şimdi ne oldu? Çin geçti. İşte sana güçlü devlet. Gelirken bakkala yumurtanın fiyatını sordum, bir yumurta 12,5 lira. Şimdi ben bu palavraları dinledikçe… 

Peki, Farsça verimlilik ne demekmiş? 

Altan: Bilmiyorum ki. Orada yok. Türkçede de yok verimlilik kelimesi. Ben uydurdum. Sen konuşulduğunu gördün mü? Verimlik diye bir kelime yok, benim uydurduğum bir kelime. 

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Beklemediğim bir şey çıktı. Benim adım Farsça ya, Ruşen’li bir şey mi çıkacak diye bekledim. Farsçada ‘’entelektüel’’ kelimesi nasıl denir?

Altan: Molla.

Hayır yahu, gerçek entelektüeli kastediyorum. 

Altan: Bilmiyorum nedir?

‘’Ruşan fikr.’’ ‘’Aydınlık fikir’’ demek.

Altan: Ooo belki hayırlı bir şeydir verimlilikte. Türkiye’de hiç verimlilik konuşmuyor. Bir sürü herif sabahtan akşama ‘’güçlü devlet’’ filan diyerek televizyonlarda konuşup başımızı şişiriyor.  Bir tek ‘’tenezzül etme’’ kelimesini duymuyorum, bir de ‘’verimlilik.’’

Peki, tekrar ‘’Türkiye’de olur mu?’’ meselesine gelecek olursak: Sen diyorsun ki, ‘’bizim de diğer ülkeler gibi sorunlarımız olduğunu, vatandaşını mutlu ve özgür edemeyen bir ülkede yaşadığımızı, dolayısıyla teorik olarak Türkiye’nin de kırılgan olduğunu söylüyorsun. 

Altan: Doğru, ama daha da öte bir şey söylüyorum. İsrail, Ortadoğu’da bu kadar etkin, bu kadar belirleyici, bu kadar oyun kurucu bir devlet olarak gittikçe güçleniyor ve ortak olarak kendisine aldığı, bu dört bir ülkeye bölünmüş olan Kürtler. Ortadoğu’nun yeniden şekillenmesi meselesini Kürtler dışında konuşmanın manası yok. Peki, Türkiye’de ‘’terörsüz Türkiye’’ dedikleri… Yahu sen hala Anayasayı uygulamıyorsun. Anayasa kararını, AİHM kararını, Yargıtay kararını yok sayan idari mahkemelerin adamları orada duruyor, bizim paralarla maaş alıyor. Anayasayı yok sayan, yani 19’u, 26’yı, 28’i yok sayan savcı, mahkeme üyeleri her gün yükseliyor bürokraside. Bununla nasıl iç cepheyi tahkim edeceksin? Bu, kurnazlığı geçen bir yer. 

İç cepheyi nasıl tahkim edeceğini sana söyleyeyim. Herhalde İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nde 6’ncı, 7’nci dalga operasyonlar olur, cephe tahkim olur. 

Altan: Siyasi amaçlarla hukuku ittirip kaktırmak, bir şekilde baskı yapmak… Bundan çok hızlı geçmeleri lazım. İnfaz yasası büyük bir imkândı, maalesef onu atladılar. Şimdi ben geriye dönüp baktığımda ya Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kim yönetir? 46 yıldır kimi yönetiyor? Nasıl geldiği belli. ‘’Begin Doktrini’’ diyorum, ‘’İsrail’i düşman, yok edeceğiz’’ diye oraya gelen bir molla rejimi diyorum. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin bütün kararlarına rağmen, hiçbir şekilde İsrail’e kimsenin dokunmaması sistemi. Aynı zamanda gittikçe onun gücünün artması. Bunu okuduğun zaman bir şey görmek lazım, değil mi? Tabii hiç konuşulmayan şey başbakanı yargılayacak kadar da yönetime akıl dışı adamlar geçse de, sisteminin bunlara karşı bir savunma mekanizmasını kaybetmediğini de görmek lazım. Sen burada yargıyı, hukuku buharlaştırıyorsun, ondan sonra da ‘’güçlü devlet’’ diyorsun. Bu mümkün değil. Buradaki en büyük hata, bundan siyasi bir elbise çıkarmaya çalışmak. ‘’Biz iktidarda kalalım’’ saplantısı var ya, Türkiye, bu çok kritik süreçte, Allah korusun yürüyemez, taşınamaz hale gelecekse bu yüzden gelecek. Olması gerekeni yapmayıp, siyaseten peynir fareliği yapmak. Siyaseti bu kadar topluca kirletmişsiniz, siyasetin finansmanını konuşmazsınız, bu siyasetçilerin gelirlerini konuşmazsınız, mal varlığını konuşmazsınız. Bu kadar zor bir işse niye oraya giden dönmek istemiyor onu konuşmazsınız, süre sınırı getirmezsiniz ve sürekli iktidarda kalmak için parlamentoda her türlü numarayı çevirirsiniz. Mesela Türkiye’nin niye F-35’i yok? Niye F-16’sı var?

Abi, cevabını bildiğin şeyleri sorup durma. Dün Silivri’de Ekrem İmamoğlu’nun duruşmasını dinledim. En sonundaki paragrafta şöyle diyor: “Etrafımızda hemen tüm bölgeye yayılma riski gösteren ağır bir jeopolitik kırılma yaşanırken, Türkiye ağır sorunların üstüne, bu kırılmaların yarattığı siyasi ve iktisadi risklerle boğuşurken, iktidarın da tabiriyle ‘iç cepheyi’ güçlendirmek dışında artık yol yoktur. Bu ülke, karşılıklı uzlaşma ortamından, birlikten, beraberlikten adaletten zarar görmez.’’ Ben bunu ‘’birlik beraberliğe her zamankinden fazla ihtiyacımız olduğumuz bir dönemde bu düşmanlığı niye yapıyorsunuz?’’ diye yorumladım. Sonrasında zaten ‘’bizi tutuksuz yargılayın’’ diyor.

Altan: Bunların hepsi doğru. Hepsinin altına imza atılması gereken cümleler. Ama bu yeni başlamadı ki. Mesela, ben CHP’nin 15 Temmuz’dan sonra olup bitene bir reaksiyon gösterdiğini görmedim. O dönemde aynı şeyler yaşandı. Siyasetçiye kızdığım nokta o. ‘’Bana bir şey olmaz.’’ Sana da olur, herkese olur. Zamanında padişahlar yok olmuş. Niye sen kuralları sahiplenmiyorsun? Şimdi büyük bir demokratik isyan, çığlık. Neden? Çünkü iş siyasete uzandı. Parlamento iktidarı bölündü. Parlamento iktidarına bir şey olmaz zannediyorlar. Çünkü ‘’Sayın Bakan’’ diyorsun, kol kola geliyorsun, çay içiyorsun, istediğin ricanı yaptırıyorsun, dışarıda düşmanmış, muhalifmiş gibi duruyorsun. Hâlbuki o parlamento iktidarı devletin. Muhalefeti, şusu busu yok, hepsi iç içe. Şimdi bu geleneksel yapı, demokratik ülkelerde olmaması gereken bir hoyratlığa, bir ceberutluğa döndü; yargı, hukuk ortadan kalktı ve bağırmaya başladılar. Ama hukuk sizin için ortadan kalktığı vakit bağırdığınızı, başkası için ortadan kalktığında da bağırmanız lazım. Hadi şimdi bağırıyorsunuz da eyvallah ama bu yeni olmuyor. Bunların hepsini ben de yaşadım.  

Şimdi bu hukuksuzluklara en başından beri itiraz eden Selahattin Demirtaş’tan bir alıntı yapıyorum. 

Altan: Çok haklı 10 sene oldu. 

Demirtaş uzun bir açıklama yazmış. İkinci maddesi tamamen Ortadoğu üzerine. Şöyle diyor: ‘’İç cepheyi güçlendirme amacına da adalet duygusunun gelişmesine de hizmet etmediği açık olan siyasi görünümlü yargı tacizlerine kesinlikle son verilmelidir. Seçilmiş belediye başkanları ve bürokratların tutuksuz yargılanmaları, iç hukukumuzun da gereğidir ve bu konuda artık somut mesafe kat etmeli, tahliyeler sağlanmalı, adil bir yargı süreciyle de davalar en hızlı şekilde sonuçlanmalı, Ortadoğu’daki ateş devasa bir yangına dönüşürken, toplumu dışlayacak böylesi tutumlarda ısrar edilmemelidir.’’ 

Altan: Bunları hepimiz tanıdık. Hani bir çıtayı kanırtıp vidalamaya çalışırsın, ‘’Hayır daha kırılmaz, biraz daha sıkıştırayım’’ derken çat diye kırılır. Sabır göstermek ve kuralları işletmemeye siyaset diyor Türkiye. Kuralın canına oku, ‘’felakete gidiyoruz, yapma etme’’ diyene de ‘’sen onu aldırma, bu pilav daha çok su kaldırır’’ mantığı. Bu aldırmazlık siyaset değil. Bu burayı çürütme, yok etme.  Bak hepimiz bağırıyoruz. Siyaset kurumu bu oyunu oynayacağına, kuralların işletilmesine, en azından daha evvel değil, hadi bırak YÖK’ü Siyasi Partiler Yasası’nı, 12 Eylül rejimini, muhalefet, 15 Temmuz’dan sonra siyasal iktidarın söylediği bütün jargonu, bütün üslubu benimsedi. Şimdi eleştiremiyor, çünkü hukuku savunmadı. Şimdi kendine dokununca da bağırıyor. Selahattin Demirtaş’ın günahı ne? AİHM karar var onun. Siyasal iktidar bu korkunç tabloda Türkiye’yi korumak istiyorsa, Anayasanın 153 ve 90. maddelerini yani AİHM ve AYM kararlarını derhal uygulamalı ve bu HSK’nın anayasayı yok sayan hâkimleri korumasına son vermelidir. Biz bu toprakların insanıyız buranın vatandaşıyız, bu kadar gördük ettik bildik. Bütün iyi niyetinle bağırıyorsun, ama duyuramıyorsun. Duymayınca ne oluyor? F-35 yok, F-16 yok, S-400 ambarda. Bu, yönetmek midir şimdi?   

Şimdi kapatırken şunu da sorayım: 

Altan: Neyi kapatıyoruz? Daha yeni açıyoruz, ne kapatması? 

Bir dakika, bir sakin ol. Bu konudan farklı bir konuya geçmek istiyorum. Ben bir süredir KHK’lılarla ilgili yayınlar yapıyorum. Geçenlerde Doç. Fatma Zehra Fidan’la bir yayın https://medyascope.tv/2025/06/13/turkiyenin-khk-lilar-gercegi-video/ yaptım. Kendisi bir sosyolog ve konuya çok hâkim. Bana bu konuyla ilgili çok sayıda e-posta geliyor. İnsanlar öykülerini anlatıyor. 

Altan: Korkunç işler, çok korkunç. 

Çok acı ama, birkaç kişi dışında insanlar bu topa girmekten ürküyor. Mesela Ömer Faruk Gergerlioğlu’nu özellikle ayırmak lazım, çünkü iş bir yerde FETÖ ile bağlantılı olarak görülüyor ama bir kere hepsi Fethullahçılıkla ilgili değil. Zaten bunların büyük bir kısmı da darbeyle alâkası olmayan, belki sempatizan, belki yakın insanlar. Hatta tamamen alâkası olmayan binlerce on binlerce kişi var. 

Altan: Çok büyük bir mağdur kesim var. 

Evet, çok mağdur var. Ama orada öyle bir hikâye var ki, şimdi bunu yapıyorsun hala bazıları senin samimiyetini sorguluyor. Elime ne geçiyor bunu yapmakla? Mesela Mehmet Altan’ı buraya çağırmışım, ‘’Türkiye’ye sıra gelir mi?’’ diye sorduğum zaman ne geçiyor elime? Bu tamamen kamu yararına bir iş yapmak. Ama bazı insanlar hayatı hep böyle yaşadıkları için, sivil kavramından bihaberler. 

Altan: ‘’Senin eline ne geçiyor diyen, kendisi de hukuk mağduru olmayacağını düşünüyor.

Ama bunu söyleyenlerin içinde mağdur olanlar da var.

Altan: Ooo patolojik bir hadise. Ben bu KHK meselesini niye gündeme getirdiğini kendimden örnek vererek anlatayım. Ben buna ‘’hukuk mağduru KHK’lılar’’ diyorum. Bu ne demek? Yani, hukuksal olarak hiç dokunulmaması gereken adama zulmediyorsun. Ben KHK’lıyım. Yedi yıldır Anayasa Mahkemesi, AİHM’in kararına ve Yargıtay’a rağmen, mesela 2018’de Yargıtay, ‘’Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin Adalet Bakanlığı Anayasayı yok saydığı için bu adamın başı belaya girdi’’ diye kararı var. Ona rağmen İdari Mahkeme Yargıtay’ı, AİHM kararını, Anayasa Mahkemesi’ni dinlemiyor. Ama rezalet burada bitmiyor. Yedi kişilik OHAL Komisyonu vardı biliyorsun. Benim dosyamda iki tane yalan söylediler. Benim için ‘’mahkûm oldu ve üniversitede soruşturması var dediler. Ben bunlara suç duyurusunda bulundum. Ama 37 sayılı KHK ile bunları dava edemiyorsun. Ben mahkûm olmadım, üniversitede soruşturmam da yok. Beni kimin attığı belli değil. İdari Mahkeme üniversiteye yazı yazdı, İstanbul Üniversitesi ‘’soruşturması yok’’ dedi.  Ama atıldığıma dair o bütün tanıdığım insanların imzası var Resmi Gazetede. Sen bir OHAL Komisyonu düşün ki, araştırma yok, anayasaya aykırı atıyorlar. Zaten bir akademisyeni YÖK dışında kimse atamaz. Üçüncüsü, ceza usullerine göre idari araştırma için ifadeni bile almıyor. Tümden Anayasaya aykırı. Sonra OHAL Komisyonu’na gidiyorsun. Komisyondaki 7 kişi yalan söylüyor. Yalan söylediği vakit İdari Mahkeme’nin bakması gereken şey, OHAL Komisyonu’nun verdiği karar. Yani iki tane mesele: Hüküm giymiş mi ve hakkımda araştırma var mı? Mahkeme bunu soruyor. Hüküm giymediğim belli, araştırma da yok. Peki, beni kim niye attı? Siyaseten atıyor. İş orada durmuyor. Üç kişiden oluşuyor bu İdari Mahkeme. O da Anayasa Mahkemesi’nin kararını dinlemiyor. Hadi neyse İstinafta düzelir diyorsun.  İstinaf, Ceza Mahkemesi’nin yapmadığı bir araştırma yapıyor. Bütün bunlardan beraat etmişim. Beraatı bırak, suç işlendiği için başımın belaya girdiği karar altına alınmış. Tekrar Jandarmaya, MİT’e, Emniyete, Digitürk’te, yani Ceza Mahkemesi’nin yaptığı araştırmaları İstinaf yapıyor, bu da üç kişi. Ve sonunda hiçbir şey bulamıyor, bilmem nerede suç duyurusu yaptığım bir tek cümlelik şeyden bunu onuyor. Bütün bunlar 7,5 sene sürüyor. Böyle bir şey iç cepheyi tahkim edebilir mi? Türkiye’nin sorunlarını çözebilecek bir devlet haline getirebilir mi?

Bir dokunduk bin ah işittik.

Altan: Öyle değil, bir de aynı zamanda KHK’lıyı, hukuk mağduru olarak birisini savunmanın, tamamen Türkiye’nin iç cephesinin tahkimini, hukuku, adaleti anayasayı, insanı, sivil olarak ahlâkı, vicdanı savunmak anlamına geldiğini birebir bir örnek vererek anlatıyorum. 

Evet, çok acayip örnekler var.

Altan: Bu yeni dönemde de OHAL Komisyonu için ilk suç duyurusunu benim avukatım yaptı. Bunun aynısı darbeciler için, Kenan Evren için vardı değil mi? Siz meşru rejimi koruyorsunuz, peki neden korkuyorsunuz, niye zırhınız var, niye yargılanmıyorsunuz? Burası nasıl bir hukuk devleti ki Hâkim ve Savcılar Kurulu’nun kararını mahkemeye götüremiyorsun? Eskiden Askeri Şura’nın mahkeme kararlarını mahkemeye götüremezdin, şimdi HSK’yı götürmüyorsun. E suç işleyen orada, Adalet Bakanlığı üyelerini terfi ettiriyor. Sonra ‘’iç cepheyi tahkim.’’ O zaman ne oluyor? 

Toparlıyoruz. Sırada Türkiye var mı?

Altan: Benim en hassas olduğum meseleye, ‘’burası nasıl bir hukuk devleti? Anayasa nerede?’’ diye bas bas bağırdığım meseleye geldin, sonuna bombayı koydun. 

Evet. Sırada Türkiye olur mu? 

Altan: Allah korusun fakat bugün buraya gelmeden evvel, PJAK bildirilerine baktım, bütün o cenahtaki gelişmelere de baktım. Ürkerim. Türkiye geç kalıyor. Hiç olmazsa şu İnfaz Yasası’nı doğru dürüst çıkarsalar. Bu siyasi peynir fareliğinden vazgeçip, gerçek, olması gerekeni yapsa çok hızlı yol alırız. AKP unutmuştur, kendi programını okusa hatırlar ne yapacağını. Hadi bırak eylül, ekimi beklemeyi, AYM ve AİHM kararlarını, Anayasanın 153 ve 90. maddelerini uygulasa Türkiye rahatlar. Anayasa Mahkemesinin kararını uygulamayan hâkime para veriyoruz biz. Ne iç cephesi, neyin tahkimi? Ben ilk defa bu iddiaları ciddiye alıyorum ve ürküyorum. Türkiye’nin siyasi çıkar, rant meselesinde de çok ağır hareket edip geç kaldığını da düşünüyorum. Onun için her geldiğimde söylüyorum, burası bana Balkan Savaşları’ndaki Osmanlı’yı hatırlatıyor. Allah benzetmesin.

Programı kapatırken bir sitemle kapatacağım. Başka yerlerde yayınlara çıkıp aşk üzerine konuşuyormuşsun. 

Altan: Teşekkür ediyorum, çünkü nerede konuşsam izliyorsun.

Hani bir söz vardı ‘’Sana sevdanın yolları, bana kurşunlar:’’ Tam da öyle hakikaten. 

Altan: Ama bölgede kurşunlar var. 

Evet. ‘’Mehmet Altan’la Türkiye’nin Gidişatı’nda, İran-İsrail Savaşı’nı, bunun Türkiye’yi nasıl etkileyeceğini ve KHK’lıları konuştuk. Kendisine çok teşekkürler, sizlere de bizi izlediğiniz için teşekkürler. Bir sonraki ay 11. yayınla karşınızda olacağız.