Menajer Ayşe Barım, sektörün kendisine sahip çıkmadığını söyledi, “Burada bunun yasını da tutuyorum” dedi. Dört ayda yedi kez bayıldığını, hapse girdiğinden beri 30 kilo verdiğini vurgulayan Barım, “Bir gerekçe uydurularak özgürlük hakkı elinden alınmış, ani ölüm riskine rağmen bir hücrede tutulan bir kurban mıyım?” diye sordu.

Oyuncu menajeri Ayşe Barım, Silivri Cezaevi’nden avukatları aracılığıyla T24’ten Cansu Çamlıbel’e konuştu. 24 Ocak’ta gözaltına alınıp 27 Ocak’ta tutuklanan Barım, sağlık durumundan sektördeki sessizliğe, tutuklanma gerekçelerinden cezaevi koşullarına kadar birçok konuda çarpıcı açıklamalarda bulundu.
Barım, kendisine yöneltilen “hükümeti ortadan kaldırmaya teşebbüse yardım” suçlamasını reddederek, “Ben hayatım boyunca politik olmadım. Bir sabah evimden alındım ve bir daha geri dönemedim. 240 gündür bir kabusun içindeyim” dedi.
Ayşe Barım, sektörün kendisine sahip çıkmadığını söyledi, “O kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşadım ki… Burada bir de bunun yasımı yaşıyorum” dedi.
Barım, “Osman Kavala ile Gezi’den önce ve sırasında tanışmıyordum. Gezi’den tam bir yıl sonra yönetmen Fatih Akın vasıtasıyla tanıştım” diye konuştu.
İşte Barım’ın röportajının tam metni.
“Dört ayda yedi kez bayıldım”
– Tutuklandığından beri en çok merak edilen şey sağlığın oldu. Zira İstanbul Tabipler Odası, 6 Ağustos’ta kamuoyuna yaptığı açıklamada, ‘ani ölüm riski’ taşıdığına dikkat çekti. Uzun zamandır hem kalp hem de beyin hastalıklarıyla mücadele ediyorsun. Anladığım kadarıyla gelinen noktada kalpteki sorun için bir cihaz takılması gerekiyor. Tıbbi terimler çoğumuzun kafasını karıştırdığı için daha basit bir dille karşı karşıya olduğun sağlık sorunlarını anlatmanı rica ediyorum.
Durumum son üç ay içerisinde gün geçtikçe kötüye gidiyor ne yazık ki. Tutuklanmamdan iki yıl önce ‘hipertrofik kardiyomiopati’ teşhisi konulmuştu ve aslında acilen ameliyat önerilmişti. Ben bazı kardiyologların görüşü doğrultusunda ameliyatı geciktirebilmek için ilaç ve sağlıklı yaşam koşulları ile hastalığı kontrol altına almaya çalışıyordum. Cezaevi sürecinde ne yazık ki kalp rahatsızlıklarım kontrolden çıktı. İlaçların dozajı arttırılsa da durum daha da kötüye gitti. Dört ay önce bayılmalarım başladı.
– Birkaç kez hücrende baygın halde bulunduğun söylendi. Kaç defa oldu bu? Bu ataklara neden olan şey nedir? Baygınlık öncesinde yaşadıklarını hatırlıyor musun? Aniden mi gelişiyor, yoksa semptomlarını önceden hissedebiliyor musun?
Dört ayda yedi kere bayıldım. Tıbbi adıyla bu durum ‘senkop’ olarak tanımlanıyor. Basitçe kalp kasımdaki bozulmaya bağlı olarak kanı pompalamaya çalıştığında kas daha da genişliyor ve kanın çıkış yerini daraltıyor. Bu ciddi darlıktan dolayı vücuda kan pompalanmıyor ve bayılma atakları gerçekleşiyor. Bu bahsettiğim yedi bayılmanın sonuncusunda yere düşerken kafamı çarpmışım ve revirde müşahede altına alındım.
“Ameliyat sonrası gereken nekahet dönemini cezaevi şartlarında geçirmem imkânsız”
– Doktorlar nasıl bir tedavi öneriyor ve bunların ne kadarı cezaevindeyken gerçekleştirilebilecek prosedürler?
Sağlık sorunlarım yalnızca kalp hastalığı ile sınırlı değil. Beynimde 10 yıl öncesinde oluşan anevrizmaya karşı takılmış iki stent var. Son hastane raporuna göre beynimde yeni bir anevrizma daha oluşmuş ve bu yeni anevrizma mevcut iki stente çok yakın bir noktadaymış. Yani kanarsa geri dönülmesi imkânsız. Tedavi riskli olduğu için de diğer stentleri uygulayan doktorumun tedaviyi gerçekleştirmesi gerekiyor. Hatta bu işlem yapılırken açık beyin ameliyatına bile dönülebilir. Çok tehlikeli olabilecek bu ameliyatları şu durumda olmama imkân yok. Çünkü sağlığım çok kötü durumda, nefes alamıyorum, uyku apnem zorluyor. Vücudum şu an çok güçsüz olduğu için bu iki ameliyata bu şartlarda dayanabileceğini düşünmüyorum. Ayrıca bu iki ameliyat sonrası nekahet dönemini cezaevi şartlarında geçirmem imkânsız.
“Vücudumda bir nevi iki ayrı patlamaya hazır bomba var”
– Var olan hastalıklarının neden cezaevine girdikten sonra ilerlediğine dair nasıl bir izahat veriyor doktorlar?
Kaygı bozukluğu ve oluşan panik ataklar her iki hastalığı da tetikliyormuş. Yani vücudumda bir nevi iki ayrı patlamaya hazır bomba var. Dolayısıyla da iki açıdan da yüksek ölüm riskiyle karşı karşıyayım. Bu hastalıkların sonucu olarak gelen bayılmalarımı hissetmiyorum. Sanki bir anda kalbimde elektrik kesiliyor gibi oluyor. Bunu 7 kez yaşadığım için de “Ya uyanamazsam ya geri dönemezsem” gibi bir kaygı içinde yaşıyorum sürekli. Bu kaygı içinde olmamın temel nedeni ise burada bu hastalıklara müdahale şansı yok. Kampüs hastanesinde ne nörolog ne de kardiyolog var. En yakın tam teşekkülü devlet hastanesi 1,5 saat uzaklıkta. Yani kurtulmam imkânsız. Tabi bu korku ile yaşamaya çalışmak da korkunç. Tek isteğim sağlıklı yaşam hakkımın verilmesi.
“Ben tutuklandığım kanunun kapsamını dahi bilmiyordum”
– Tutuklanma gerekçesi olarak önüne ‘Türkiye Cumhuriyeti hükümeti’ni ortadan kaldırmaya veya görevini yapmasını engellemeye teşebbüse yardım etme’ iddiası konulduğunda ne hissettin? “Ben hayatım boyunca politik biri olmadım” diyen biri için bu nasıl bir şok, tarif edebilir misin?
Büyük bir şok yaşadım, halen de yaşıyorum, atlatabilmiş değilim. İlk göz altına alındığımda ne olduğunu anlayamadım. Beni bir sabaha karşı saat 05.00’te almaya geldiler beni ve gözaltına alınma gerekçesi olarak ‘TCK 312. maddeyi söylediler. Ben o anda bu kanunun kapsamını dahi bilmiyordum. Bana isnat edilen suçun içeriğini ancak nezaretteki ilk avukat görüşünde öğrenebildim. Yine de tam ne olduğunu bilmek istemedim bir süre. Ben tek başına var olmuş, kendi halinde bir kadınım. Türkiye Cumhuriyeti hükümetini ‘cebren ve şiddet ile ortadan kaldırmaya’ çalıştığım hangi gerekçeyle, hangi kanıtla iddia edilebilir? Bunu aklım almıyor gerçekten.
– Adım adım ilerlemeye çalışalım. Sana yönelik iddiaların kökeninde senin Gezi Parkı protestolarının planlayıcılarından biri olduğun savı var. Gerçi bunu tutuklanmadan önce emniyetteki ifadende de tutuklandıktan sonraki ilk duruşmada da anlattın ama yeniden sorayım, yeniden anlat. Mayıs ve haziran 2013 yılındaki protestolar sırasında Gezi Parkı’na kaç kez ve neden gittin?
Gezi’ye sadece bir kez, basın orada olduğu için o tarihte bizimle çalışan oyuncularımın yanında bulunmak üzere gitmiştim. 15 gün sonra diziler bitince de tatile çıkmıştım. Bunların hepsi kanıtlı. Ama bana isnat edilen suçların ne kanıtı var ne tanığı. Şirkettekiler dahil tüm bilgisayarlar ve hesap giriş çıkışları incelendi, hiçbir şey bulunamadı, bulunamaz. MASAK raporuyla da sabit, hiçbir suç unsuru tespit edilmedi.
“Başıma gelen hazırlıklı olunabilecek bir şey değil”
– “Hiçbir kanıt bulunamadı, bulunamaz” kadar iddialı bir cümleyi nasıl kurabiliyorsun?
Çünkü iddiaların hiçbirisiyle bir ilgim yok. Ben kendi halinde yaşayan, çalışan, üreten ve ülkesini seven bir kadınım. Dokuz aydır bir itibarsızlaştırma kampanyasının ve türlü iftiranın hedefinde büyük bir mağduriyet yaşıyorum. Ben hâlâ neyle suçlandığımı anlamakta dahi zorlanırken tutuklanmaya sevk edildiğimde kendimi adeta bir sis bulutunun içinde hissettim. Sesler, insanlar, kelepçe… Anlamakta o kadar zorlandım ki… Dört gün boyunca bir bodrum katında zar zor nefes alabildiğim nezaret sürecinden sonra, Çağlayan Adliyesi’nde eksi yedinci katta buz gibi bir yerde, saatler süren bekleyişte başıma gelebilecekleri düşünüp korku içinde olan bitenleri anlamaya çalışıyordum. Ne yapmıştım bilmiyordum, ama tutuklanmıştım. Sabaha karşı Silivri’deydim. Odamda bir yatak, plastik bir sandalye, masa, duvardaki yazılar ve ben baş başa kaldık. Aşina olduğum hiçbir şey yoktu. Hazırlıklı olunabilecek bir his değil bu. Meğerse evimden alındığım o sabah bir daha geri dönmeyecekmişim. 240 gündür bu kâbusun içerisindeyim.
– Gerçekten kimse bilmiyor mu neden tutuklanmış olabileceğini? Zira henüz öne sürülen kanıtların hiçbiri ikna edici görünmediğine göre dışardan bakan biri doğal olarak “Herhâlde başka bir şey var ama biz bilmiyoruz” diye düşünebilir.
Ben ne yapmış olabilirim? İnan hiç kimse anlamıyor. O dönemde birlikte çalıştığım insanlar da anlayamıyorlar. Hatta o dönemde ofiste olanlar tanıklık yapmak istemişti. Ama ben onlara “Aman dikkat edin, bir şeye karışmayın, açıklamalarınıza dikkat edin” demekten yorgun düşmüştüm. Hep şunu soruyorum kendime: “Ben ne yaşıyorum?” Hayatı boyunca hiçbir suç işlememiş, adli sicil kaydı olmayan bir yurttaş olarak yaşamış olan ben, nasıl cezaevinde buldum kendimi? İsyan etmek için sormuyorum inanın, anlamaya çalışıyorum. Neden?
“28 oyuncumuz TRT ve Tabii’deki 25 projede rol almış”
– Sektörünüzde dolaşan bir dedikodu var. Deniyor ki; senin şirketinin temsil ettiği oyuncuların TRT kanallarındaki yapımlarda yer almasına izin vermediğin için birilerinin canını sıkmışsın ve iş buraya kadar gelmiş. Karşı karşıya olduğun durumun birilerinin kişisel husumetinden kaynaklı olabileceğini hiç düşündün mü?
Tabii ki düşündüm ve hâlâ her gün neden ve kim, diye düşünüyorum. Ve açıkçası böyle bir duruma sebep olacak ne yapmış olabilirim, bulamıyorum. Söylediğin yorumlar bana da ulaştı. Bunun üzerine şirketteki ilgili birimden, oyuncularımızın son yıllarda TRT’de ve Tabii platformunda kaç projede rol aldıklarına bakmalarını rica ettim. Son yıllarda 28 oyuncumuz, aşağı yukarı 25 adet TRT ve Tabii projesinde rol almış. Yani bahsettiğin gibi bir algı yaratıldıysa da bizim ortaya koymuş olduğumuz rakam bunun gerçek dışı bir iddia olduğunu açıkça kanıtlıyor. TRT’nin en başarılı projelerinden Masumlar Apartmanı‘nın baş rollerinden üç oyuncu bizimle çalışıyor. TRT’nin yine çok başarılı bir projesi olan Payitaht’ın başrol oyuncusu yine birlikte çalıştığımız oyuncularımızdan biri. Tabii’nin lansman projesi olan Mevlâna’nın başrol oyuncusu da yine bizimle çalışıyor. Gördüğünüz gibi iddialar doğru değil. Ayrıca şunu da eklemek isterim ki menajer sadece bir aracıdır.
“Bu sektörün esas patronu kanallardır, seçimi onlar yapar”
– Bu vesileyle gördük ki Türkiye’de medya da kamuoyu da aslında bir menajerin iş tanımını tam olarak bilmiyormuş. Menajer ile yapımcı arasındaki fark nedir?
Menajerin görevi, oyuncu ile yapımcı arasındaki iş ilişkisini düzenlemek ve sözleşme altına almaktır. Yapımcı bir oyuncu ile çalışmak ister. Oyuncu senaryoyu beğenir ve karakteri severse oynar, beğenmezse oynamaz. Kimse onu zorlayamaz, bu bir kreatif iş birliğidir ve hatır, gönül, direktif ya da talimatla işlemez. Ayrıca bazen yapımcı oyuncuyu ister oyuncu işi ister ama role uygun olsa bile kanal oyuncuyu istemeyebilir. Kısacası bu sektörün esas patronu kanaldır, yapımcıdır. Seçimi onlar yapar. Asıl olan ise reyting başarısıdır, yani seyircinin takdiridir. Bu zincirde menajer en son halkadır. Dolayısıyla yaratılan ‘Ayşe Barım’ kimliği gerçekdışı, oluşturulmaya çalışılan menajerlik görev tanımı ise yanlıştır. Projelerin cast’ını zannedildiği gibi menajerler yapmaz.
“Eğer tutuklanmamın sebeplerinden biri 19 Mart’a hazırlık ise o zaman ben bir sektör adına burada rehin tutuluyorum demektir”
– Ocak ayı sonunda tutuklandığın zaman elbette ki hiçbirimiz yaklaşık iki ay sonra ülkenin 19 Mart sürecine gireceğini bilmiyorduk. Ekrem İmamoğlu’nun tutuklanacağını, ardından da işin CHP’ye yönelik topyekûn bir yargı hamlesine dönüşeceğini tahmin dahi edemezdik. Ancak Ekrem İmamoğlu’nun gözaltına alındığı andan itibaren devletin aldığı tedbirlere, sosyal medyada estirilen havaya, yakılan dolar rezervlerine falan da bakınca senin tutuklanmanı aslında 19 Mart’a bir hazırlık, kendilerince bir mayın temizleme yöntemi olarak görüldüğü gibi bir izlenim de çıkıyor ortaya. Senin oyuncular üzerindeki etkin üzerinden bir kurgu var sanki… Sen bile tutuklanabildiysen, herkesin başına her şey gelebilirdi! Yani senin başına gelenlerden korkup sinmiş olan popüler oyuncuların 19 Mart operasyonuna karşı sessiz kalacağını hesap ettiler sanki. Bu yoruma katılır mısın?
Evet, bu da sebeplerden biri olarak gösteriliyor. Ben neymişim, ne etkiliymişim, demek istiyorum! Eğer öyleyse, o zaman ben bir sektör adına burada rehin tutuluyorum demektir. Öyleyse de gerçekten yazıklar olsun. Bir insanın hayatı ile böyle oynanabilir mi? Kim bunu yapıyor, planlıyor, gerçekleştiriyor? Benim tutukluluğumla ne elde edilecek? Tüm sektörün benim bir lafımla hareket edeceğini düşünebilmek de başlı başına bir hayal gücü. Benim böyle bir etkim olmadığı gibi, bu sektör de böylesine kolayca güdülebilecek bir grup değil. Herkesin kendi fikri, kendi muhakemesi ve kararı var. Tümünü yok sayıp, Türkiye’ye bunca döviz getiren koca bir sektörü bir kadının güdümündeymiş gibi algılatmak da çok büyük haksızlık. Bu iddia gerçekse, o zaman ben, herkesi etkileyeceğim varsayımıyla iftiralara uğratılmış, sosyal medyada linç ettirilmiş, bir gerekçe uydurularak özgürlük hakkı elinden alınmış, ani ölüm riskine rağmen bir hücrede tutulan bir kurban mıyım? Sağlığım ve hayatım bir grup insanı korkutabilmek adına mı elimden alındı? Gerekçeli itirazlarımız hâlâ kabul edilmediğine göre demek ki görevim de henüz bitmedi? Gerçekten çok üzücü… Buna inanmak istemiyorum ben adaletin varlığına güvenmek istiyorum.
“Kavala ile Gezi öncesinde ve sırasında tanışmıyordum”
– Gezi protestolarına dönersek, Osman Kavala’nın da biliyorsun organizatörlerden biri olduğu iddia ediliyor. Tutuklanma gerekçende Osman Kavala ile yoğun telefon iletişimin olduğu yazıldı. Osman Kavala bunun üzerine bir açıklama yaparak “Savcılığın elindeki telefon trafiği kayıtlarından Ayşe Barım ile konuşmalarımızın Gezi protestoları bittikten sonraki tarihte başladığının anlaşılmaması mümkün değil. Gezi öncesinde, sırasında ve sonrasında telefonlarım dinleniyordu. Savcı iddia edilen türden hiçbir konuşma olmadığının bilgisine de sahip” dedi. Osman Kavala ile ne zaman tanıştın ve ne için görüştün?
Osman Kavala ile Gezi’den önce ve sırasında tanışmıyordum. Gezi’den tam bir yıl sonra yönetmen Fatih Akın vasıtasıyla tanıştım. Kendisi de zaten hatırlattığın gibi sosyal medyasından bunu teyit etti. Fatih’in 2013’te çektiği The Cut filminin dünya lansmanı 2014 Venedik Film Festivali’nde yapılacaktı. Türkiye lansmanı ise aralık 2014’te İstanbul’da olacaktı. Duvara Karşı filminden beri Fatih’in Türkiye’de tüm filmlerinin tanıtım çalışmalarını yürüttüm. Fatih, The Cut filminin Türkiye tanıtımının Osman Kavala’nın sahibi olduğu bir mekânda yapılmasına karar vermişti. Bu nedenle Osman Kavala ile haziran 2014 ile aralık 2014 arası sadece film için görüştük. Bu da tüm HTS kayıtlarında var. Aralık 2014 tarihinden sonra da hiç görüşmedim. Bu da kayıtlarla sabit. Osman Kavala da ben tutuklandığımda bu gerçeği teyit etti.
“Hiçbir oyuncuyu Gezi Parkı’na yönlendirmedim”
– Savcılık tarafından getirilen iddiaların belki de en çelişkili gözüken tarafı, senin Memet Ali Alabora ile yaptığın bir görüşmenin tapesinin kalkışma organize etme delili olarak dosyaya konulmuş olması. Zira sen Memet Ali Alabora’ya aslında Oyuncular Sendikası’nın hazırladığı metnin ağır olduğunu ve bunun oyunculara zarar vereceğini düşündüğünü söylüyorsun. Hatta “yayınlamayın” diyorsun ama Savcılık bunu başka türlü yorumluyor. Neden o açıklamanın yapılmasına karşı çıkan bir tavrın olmuştu?
İlk duruşmamdaki ifademde de net olarak belirttiğim gibi, Memet Ali Alabora o dönem Oyuncular Sendikası’nın başkanlığını yapıyordu. Ve attığı bir tweet yüzünden büyük bir saldırı altındaydı, tehdit ediliyordu. Sektörde bu konuyla ilgili açıklama yapmak isteyenler olduğunu hatırlıyorum. Oyunculara da bazı bildiriler ulaşıyordu. Bana da ulaşan söz konusu metni okuyunca demek ki açıklamanın imzalayanlara zarar vereceğini düşünmüşüm. Ben her konuda çok temkinli bir insanımdır; “Bunu yapmasanız keşke” diye fikrimi söylemişim. Fikrimi söylemek suç mu? Zaten daha sonra iddianamede başka insanların da açıklamayla ilgili konuşmaları yer alıyor. Okuyan herkes “Aman yapmayın” diyor. Sonra da o kişiler kendi aralarında yapmamaya karar veriyorlar. O dönemde konuşmalar kayıt altına alınmış, hiçbir suç unsuru olmadığı açık ve ben ne tanık ne şüpheli olarak geçmişteki dava süreçlerine yer almamışım. Neden şimdi bunu böyle yorumluyorlar? Bu değerlendirmelerin hangi gerekçelerle böyle yapıldığını anlamakta güçlük çekiyorum. Mevcut haliyle hukuki açıdan hiçbir açıklaması yok, diye düşünüyorum. Kaldı ki iddianamede yer alan iddialar tamamen yorumdan ibarettir. Ben hiçbir oyuncuyu Gezi Parkı’na başka bir yere de yönlendirmedim. Ben hiçbir oluşum içerisinde hiçbir zaman olmadım. Sosyal medya paylaşımlarına teşvik etmedim. Neden ben hedefim, anlamıyorum.
“Sektör bana sahip çıkmadı”
– Dışarıdan bir bakışla ben açıkçası meslektaşlarının ve oyuncularının sana yeterince sahip çıktığını düşünmüyorum. Bütün bu süreçte kendi sektörünü sana yönelik operasyon konusunda haddinden fazla sessiz ve tepkisiz kaldığını düşündüğün oldu mu?
Kesinlikle ben de öyle düşünüyorum. O kadar büyük bir hayal kırıklığı yaşadım ki… Burada bir de bunun yasımı yaşıyorum. Bu olayların başlangıcında sektörün içerisinde aktif olan yapımcılara gittim. “Bir menajer bir sektörde böyle bir tekelleşme yaratamaz, gerçeğini açıklayın” diye çalmadığım kapı kalmadı. Hatırlıyorsan, her şey 26 Eylül 2024’te bir gazeteci tarafından TV sektörü üzerine yazılan bir yazıda atılan korkunç bir iftira ile başladı. O tarihte yazıyı kimse ciddiye almadı. Zaten isim kullanmadan, son derece planlı tasarlanmış, asılsız bir iddia olarak kaldı. Ancak bu yazının sadece o çirkin iftira olan kısmı 7 Ocak 2025’te sosyal medyada yeniden dolaşıma sokuldu. Sanki biri düğmeye basmışçasına, şahsım ve birlikte çalışmaktan her zaman gurur duyduğum genç, çalışkan ve başarılı bir kadın oyuncu hedef gösterildi. Magazin değeri yüksek olacak şekilde organize edilerek, kimliği belirsiz hesaplarca öncelikle oyuncusunu pazarlayan bir “mama”, sonrasında sektördeki tüm başarısızlıkların müsebbibi tekelci ve şantajcı gerçek dışı bir Ayşe Barım kimliği yaratıldı. Bu itibarsızlaştırma ve dijital zorbalığın karşısında suç duyurusunda bulundum ve hukuki yollara başvurdum. Peşlerini de bırakmayacağım.
Çalıştığım birçok yapımcıya “Lütfen bir açıklama yapın, oyuncuları kimin seçtiğini, dizilerin patronunun kim olduğunu söyleyin” dedim. Ama iki yapımcı dışında -onlara gerçek tabloyu çizdikleri için teşekkür ederim- kimse karışmak istemedi. Bana sahip çıkmadılar, bunu ömrüm boyunca unutmayacağım. Korksam da benim vicdanım asla elvermezdi. Oyuncular ise destek olmaya çalıştıkça bu kimliği belirsiz trol hesaplarca linç edildiler. Sonra da beni yalnız bırakmakla suçlandılar. Ben önce tekelleşme iddiasıyla sosyal medyanın linç kültürünü acı şekilde yaşadım. On gün sonra ise bir anda bu suçlamalar aynı trol hesaplarınca Gezi provokatörlüğüne çevrildi. Sonrasını zaten biliyorsun. Düşünsenize ben 240 gündür tutukluyum. Ama bazen “Bu sessizlik, mağduriyetime yer açmış olabilir mi?” diye de düşünmeden edemiyorum.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
“Oyunculardan ziyaret etmek isteyenlerin başvuruları reddedildi”
– Oyunculardan seni ziyaret etmesine izin verilen oldu mu?
Yalnızlaştırma, izolasyon ve aslında sosyal bir varlık olan insanı insandan mahrum bırakma, benim kaldığım bölümdeki cezalandırmanın bir parçası. Tutuklandığım günden beri Bakırköy Savcılığı’na ve Adalet Bakanlığı’na yapılan özel izin başvurularının hepsi reddedildi. Burada milletvekili dışında da izin alan o kadar çok kişi oldu ki neden ben yalnızlaştırılıyorum, anlayabilmiş değilim. Oyunculardan da başvuru yapanlar reddedildi. Oyuncular ve arkadaşlarımla aylar sonra ilk defa mahkeme salonunda göz göze geldik, birbirimize baktık, birbirimizi ne kadar sevdiğimizi hissettik. Her birine ayrı ayrı teşekkür ederim orada oldukları için. Avukat kabinlerinde denk geldiğim herkese sordum ve evet onlara özel izinle ziyaretçi geliyormuş.
“Kusura bakma ama sektörle ilgili konuşmak istemiyorum!”
– Popüler kültür alanında iş yapıyorsun ve içinde yer aldığın projelerin başarısı için genç kuşakların yakalanması çok önemlidir. Bu son süreçte yeni kuşakların herkesin sandığından daha politik olduğunu fark ettik. Gençlerdeki bu damarın, Türkiye’deki dizi-film sektörünün geleceği açısından itici bir güç olma ihtimali var mı?
Valla kusura bakma ama sektörle ilgili konuşmak istemiyorum. Dediğim gibi büyük bir yas içindeyim. Öncelikle kendi geleceğimi ve sağlığımı düşünüyorum şu anda. İlk defa kendimi ve ailemi ön plana alacağım yeni bir hayat kurma hayali içerisindeyim. Sektördeki değişimleri hep birlikte görüyoruz ve göreceğiz.
– Silivri uzun yıllardır çeşitli vesilelerle Türkiye’nin gündeminde olan bir cezaevi. Bambaşka bir iş kolunda olduğun için belki bugüne kadar biz gazeteciler kadar yakın takip etmedin ama artık sokaktaki herkesin diline yapışan bir “Silivri soğuktur” söylemi var. Bu, bir korkuyu ifade eden bir cümle olarak literatüre geçti. Sen kendi Silivri deneyimini nasıl tarif edersin, korkulduğu kadar var mı?
Silivri deneyimimi genelleyemem çünkü Silivri Cezaevi Kampüsü’nde 10 adet cezaevi bulunuyor ve her birinin yönetimi farklı olabilir. Siyasi tutukluların hissi biraz daha farklı olabilir. Kısıtlamalar, izolasyon ve beton bir kafes içerisinde ne kadar süreceğini bilmediğin bir tutukluluk hali… Dayanılması çok zor. Ne olursa olsun hiçbir sosyalleşmenin olmadığı yapayalnız bir hayat. Benim kaldığım 9 No’lu Kapalı Cezaevi, bazı yönleriyle daha farklı. Burada özellikle belirtmeden geçemeyeceğim çok değerli bir ekip var. Müdürümüz, baş memurlarımız, kadın infaz koruma memurları, avukat görüşlerindeki görevliler, revir ekibi ve psikoloğumuz; bu zor ve korkutucu süreci insani ve vicdani yaklaşımlarıyla katlanılabilir hale getiriyorlar.
Bu arada yanlış anlaşılmasın, tüm kurallar yüksek güvenlikli bir cezaevine ait. Yani normal bir kapalı cezaevine göre oldukça kısıtlayıcı ve insan yaşamı açısından zorlayıcı. Ancak bu ekip, kuralları titizlikle uygularken aynı zamanda insan faktörünü de göz ardı etmeyerek son derece profesyonel bir şekilde çalışıyor. Yöneticiler, çok ağır bir yükün altına girerek burayı büyük bir disiplin ve başarıyla yönetiyor. Eğer bu ekip, 9 numaralı cezaevinin yemeğini çıkartsaydı eminim yemekler de daha sağlıklı olabilirdi.
“Kalp damar sağlığını böyle korumak imkânsız”
– Herkesten çok kilo verdiğini duyuyoruz ki bu sadece sana özel bir durum değil. Cezaevine girenlerin çoğu aynı durumu yaşıyor. İştahınız mı kapanıyor, yoksa yemeklerin tadı mı kötü, yoksa başka bir sorun mu var?
Cezaevinde dağıtılan yemekler gerçekten çok sağlıksız. Tabii kızacaklar olacaktır, burası otel değil cezaevi elbette. Ama lütfen unutmayın ki tutuklu da olsanız hükümlü de fark etmez sağlıklı yaşamak herkesin hakkıdır. Kendi yemeğimizi pişirmeye izin verilmediği için dağıtılan yemekleri yemeğe mecburuz ve burası çok büyük bir cezaevi. Binlerce kişiye günde iki öğün yemek çıkıyor. Kullanılan yağlar da sağlıksız. Yemekleri genellikle kaynar suyla yıkayıp yemeye çalışıyorum ama bu yöntem de çoğu zaman işe yaramıyor. Bir diyetisyen tarafından hazırlanan menüler ise anlaşılması güç derecede dengesiz. Örneğin, aynı öğünde kıymalı patates yemeği ve su böreği veriliyor. Bu koşullarda kalp ve damar sağlığımı korumam imkânsız hale geliyor. Zaten bağırsak ve mide rahatsızlıkları bu yüzden de sık duyuluyor. Kantinde de maalesef daha çok paketli ürünler bulunuyor.
“30 kilo verdim, kas kaybım devam ediyor”
– Cezaevi yönetimine şikâyet ya da taleplerinizi iletebiliyor musunuz?
Dilekçeler yazılsa bile, yemekler açık cezaevi mutfağında hazırlanıyormuş ve oradan dağıtımı yapılıyor. Bu nedenle yapılabilecek bir şey olmuyor. Mevsimsel hiçbir ürün menülere yansıtılmıyor veya verilmiyor, her hafta aynı yemekler çıkıyor ve bu durumun yıllardır böyle devam ettiği söyleniyor. Yazın karnabahar, kışın bamya gibi… “Protein veriliyor” deniyor ancak ne yazık ki sağlıklı bir protein içeriği olmuyor. Benim için bu koşullar daha da yıpratıcı oldu. Şimdiye kadar 30 kilo verdim ve kilo kaybım hâlâ devam ediyor. Kas kaybım çok fazla. Genelde peynir, yoğurt, yulaf ezmesi, salatalık, domates ve meyve ile beslenmeye çalışıyorum. Yedi aydır böyle devam ediyor ama buna rağmen kollarım ve bacaklarımda ciddi güçsüzlük gelişti, neredeyse hiç kasım kalmadı. Avluda yürüyüş yapmaya gayret ediyorum fakat nefes darlığı nedeniyle fazla efor sarf edemiyorum. Gerçekten çok zor bir durumun içindeyim. Kısacası hem kalbim hem de beynim açısından son derece kritik bir süreçteyim. Her an ani bir krizle karşılaşma ve geri dönememe ihtimalim var. Bu korku ile yaşamak başlı başına ağır bir yük oluşturuyor Üzüntü, korku ve kaygı içerisinde ayakta kalmaya ve bir yaşam mücadelesi vermeye çalışıyorum.
“Mücadeleci bir kadınım ama karşımda nasıl baş edileceğini bilmediğim bir haksızlık var”
– Fatih Altaylı ile avukat görüşlerine gidip gelirken karşılaşıyormuşsunuz. Mektuplarında senin için birkaç kez “Buradan çıkabileceğine dair inancını hepten yitirmiş gibi gözüküyor” ifadesini kullanması dikkatimi çekti. Bu seni tanıyanların pek konduramayacağı bir yakıştırma, çünkü genç yaşından itibaren mücadeleci bir insan olarak bilinirsin. Hakikaten de Silivri’den çok uzun süre çıkamayacağını düşündüğün oluyor mu?
Gerçekten mücadeleci ve güçlü bir kadınım. Ama haksızlık karşısında düşündüğüm kadar güçlü olmadığımı burada fark ettim. Demek ki bu kasım pek gelişmemiş. İçimdeki çaresizlik her gün biraz daha büyüyor. Hayatımda hiç ağlamadığım kadar ağladım burada. Kardeşim avukat olduğu için tutuklandığım günden beri neredeyse her gün geldi ve galiba en çok ona sarılıp ağlıyorum. Benden 12 yaş küçük ve çocukluğundan beri hep ben ona ablalık yaptım. Artık o beni koruyup kollamaya çalışıyor. Annem 81 yaşında ve haftada sadece 10 dakika telefonla konuşma hakkım var. Her seferinde “Üzülme kızım, seninle gurur duyuyorum. Sen hiçbir şey yapmadın. Seni çok seviyorum” sözlerini duyduktan sonra ağlamaktan kopup gidiyoruz. O da güçlü bir kadındır. Babam beni istememiş ama annem yine de beni hayata getirme kararı almış ve ben doğduktan iki yıl sonra da annem ve babam boşanmışlar. Yani 1970’lerde tek başına büyütmüş beni annem. Hep çalışıyordu, biz de dedem ve anneannemle yaşıyorduk.
Mücadele etme ve ayakta kalma dürtüsü belki de benim genlerimde var. Ama karşımda anlayamadığım, anlamlandıramadığım ve nasıl baş edeceğimizi bilemediğim bir haksızlık var. Ne yazık ki böyle bir durumda var olmayı bilmiyorum. Mücadele etmeyi denerdim, ama sebebini bilmediğim sanki görünmez bir düşmanlık ve yok etme arzusu karşısında nasıl mücadele edilebilir, bunu inanın bilmiyorum. Ve evet, sık sık umutsuzluğa düşüyorum. Bu kâbus nasıl ne zaman sona erecek hep bunu düşünüyorum umarım buradan sağ salim çıkabilirim.
“Reyting tahminleri yapıyorum ve genelde tutturuyorum!”
– Bir günün nasıl geçiyor?
Bol bol kitap okuyorum. Şu anda 112. kitabımı okuyorum. Geceleri ise kitap okuyamıyorum. Odada florensan lamba var ve o ışık hep baş ağrısı yaptığı için ışıkları açmadan televizyon izliyorum. Biliyorsunuz hücremizde kullanmak için kantinden bir TV satın alabiliyoruz. Aldığım televizyonu mini buzdolabının üzerine koydum. Ben açıkçası buraya girene kadar televizyon izlemiyordum. Sadece oyuncularımızın dizilerinin ilk bölümlerini muhakkak seyretmemiz gerekir. Yoksa izlemiyordum. Burada bayağı izledim. Malum üç mevsimdir buradayım! Kış sezonunda her akşam oyuncularımızın oynadığı bir dizim vardı. Pazartesi Kızıl Goncalar, salı Kral Kaybederse, çarşamba Eşref rüya, perşembe Başka Bir Gün, cuma Kızılcık Şerbeti, cumartesi Can Borcu, pazar Şakir Paşa… Geceleri başka türlü geçmiyor. Daha sonra diziler bittiğince uykum gelmemişse tartışma programlarına biraz bakıyorum. Tabii yaz sezonuna geçince büyük bir boşluk oldu. O zaman da TRT2, TLC gibi film veren kanallara geçtim. Bir de sabahları serçelerden dolayı ve odalarımızda perde olmadığı için gün ışığından beş buçuk gibi uyanıyorum. Gün çok erken başlıyor ve zaman zor geçiyordu. Yaz boyunca Menajerimi Ara ve İstanbullu Gelin’in tekrarları ile sabahları geçirdim. Yeni sezonda yeni giren dizileri seyrediyorum ve reyting tahminleri yapıyorum, genelde tutturuyorum :)
“Kral Kaybederse gibi televizyon kurallarının dışında bir işin reyting başarısı sektör adına umut verici”
– Proje aşamasındayken bizzat hazırlığına emek verdiğin dizilere denk geldiğini tahmin ediyordum ki sen de şu an tam bunu teyit ettin. Reyting rekorları kıranlardan biri de Halit Ergenç’in başrol oynadığı Kral Kaybederse oldu. Cezaevinden, katkıda bulunduğun bir projenin yükselişine tanıklık etmek nasıl bir duygu?
Kral Kaybederse‘yi çok önce okumuştum ve çok sevmiştim. Televizyon kurallarının dışında bir iş bence. Bir genç kız, bir genç adama âşık olmuyor. Kahramanın yolculuğu var. Ama adı üzerinde: “Kral Kaybederse”. Ben Halit‘i seyretmeye bayılıyorum. Ve Kenan Baran narsisizmin muhteşem bir biçimde vücut bulmuş haliydi. Çok istiyordum Halit’in Kenan Baran’ı yorumlamasını ve bence çok iyi oldu. Hele yönetmenler, Merve ve Aslıhan‘ı seçince izlerken doyamadığım sahneler izledim bu sezon. Senaryosundan, rejisine ve diğer kastlara kadar alışageldik dizilerden çok farklı olduğunu düşünüyorum. Reyting başarısı ise benim için ayrıca umut vericiydi sektör adına. Seçimleri bu kadar cesurca yapılmış bir işin karşılık bulması, yeni hikayelerin anlatılmasına yol açacaktır.
“Keşke başıma gelenleri tüm açıklığıyla korkmadan anlatabilsem”
– Peki kendin bir şeyler yazıyor musunuz?
Biraz yazıyorum fikirlerimi, günlük tutuyorum. Keşke bir gün başıma gelenleri tüm açıklığıyla anlatabilsem, korkmadan. İmkânsız sanki… Bu yaşadıklarım inanılmaz. Burada benim ve neredeyse herkesin görüş avukatı var. Bu avukatlar genelde Silivri’de oturan parlak, harika gençler. Her gün ziyaret ediyorlar, haberleri getiriyorlar. Sohbet ediyoruz, dava detaylarını ve dava ile ilgili bilgileri güncelliyoruz. Benim şansıma harika genç bir avukat kadın ile tanıştım. Avukat Melek. Çok başarılı ve biz onunla da İngilizcesi gelişsin diye görüşmelerimizi İngilizce yapıyoruz. Ben çalışmadan, bir fayda sağlamadan çok zor yaşıyorum. Bu bulduğumuz formül çok iyi geldi bana da ona da. Yeni tanıştığım bir insan, çok güven duydum ve sekiz aydır yanımda. Yazın ikinci bir avukat gelmeye başladı avukat Esmanur. O da müthiş bir insan. Onunla da İngilizce konuşuyoruz. O da bana biraz Almanca öğretiyor. Yani günümün en az dört saati avukatlar ile görüş yapıyorum. Çünkü yazın oda inanılmaz sıcaktı. Haziran, temmuz, ağustos aylarında odada nefes almakta çok zorlanıyordum. Kardeşim de böyle bir formül buldu. Çünkü avukat görüşlerinin yapıldığı kabinler nispeten daha serin ve ortak bir klima var. Bu şekilde en azından sağlığım açısından tehlikeyi biraz azaltabildik. Burada sabah ve akşamüstü havanın serinlediği zamanlarda 45’er dakika hafif tempoda yürüyerek kitap okuyorum. Meditatif bir etkisi olduğunu söyleyebilirim. Tabii romantize ettiğim zannedilmesin, burada gün aslında geçmiyor. Sadece belirli rutinler yaratarak zamanı daha dayanılabilir kılmaya çalışıyoruz.
– Okuduğun kitapları merak ettim. Biraz da bu yaşadığın süreci anlamlandırmak adına bir şeyler de okuyor musun, diye soruyorum aslında.
Kitaplarımı genelde kardeşim seçiyor çok iyidir bu konuda ve çok kitap okur. Arkadaşlarım da bu süreçte yardımcı olabilecek Pema Chödrön, Viktor Khahl, Robin Sharma gibi yazarlardan destekler yolluyor. Aslında okumadığım ya da yeniden okumak istediğim klasiklerin yanında hep New York Times Bestseller’lar ve Booker Prize kazananlar gibi güncel kitaplar da oluyor. En güzeli yeni yazar keşifleri ve onların külliyatına dalmak oluyor.
– En çok özlediğin şey nedir?
En çok ama en çok özlediğim doyasıya sarılmak sevdiklerime. Bu gerçekten en özlediğim an. Sonrasında, dilekçe yazmadan özgürce bir şey istemek ve anında alabilmek, yemek pişirmek, müzik dinlemek… Kapının üzerime kitlenmediği bir an :(
Denize girmek, Rocco, Bambam, evim, ailem, arkadaşlarım, ofisim ve yatağım…
– Orada alışabildiğin herhangi bir şey var mı?
Hiçbir şeye alışmadım. Yalnızca uyumlandım ve öylece duruyorum.
“Benim hiçbir zaman siyasi duruşum olmadı ve olmayacak”
– Bütün bu yaşadıkların da mı seni bir biçimde politize etmedi? Silivri’den çıktıktan sonra siyasetle artık daha yakından ilgilenecek olabilir misin?
Sanatla, doğayla, hayvanlarla ilgili biriyim. Siyasetin hiçbir zaman içinde olmadım, olmayacağım. Kendini sıfırdan yetiştirmiş tek başına bir kadın olarak mesleğimle ve kendimle gurur duyuyorum. Onurumun, itibarım, bunca yıllık emeğimin, dürüstlüğümün, ülkeme bağlılığımın, sevgimin ve her şeyden önemlisi masumiyetimin bu şekilde ayaklar altta alınmasına ve yok sayılmasına razı değilim. Haksız yere atılan iftiralar sonucunda buradayım. Hayatım tehlikede olmasına rağmen her itirazım reddedildi. Ne için? Tekrar ediyorum, benim hiçbir zaman siyasi duruşum olmadı ve olmayacak. Ben sadece özgürce yaşamak istiyorum ve burada ölmek istemiyorum.
“Her zaman apolitiktim”
– Şimdi anlıyorum ki son yıllarda cezaevine düşen pek çok kişinin aksine sen bu süreçten sonra belki de daha da apolitik oldun. Belki siyaseti sıradan bir yurttaş gibi izleyecektin ama şimdi onu bile izlemek istemiyorsun gibi geliyor kulağa yazdıkların. Doğru mu yorumluyorum ruh halini?
Ben her zaman apolitiktim. Hiçbir zaman siyasi bir duruş gölgesinde yaşamadım hayatımı, işimi de öyle yapmadım.
“Benim yaşadıklarımdan sonra kimseye hiçbir önerim olamaz”
– Geçtiğimiz sürecin yıllar sonra dizisini filmini çekecek sinemacılar kuşkusuz olacaktır. Bugünden bakarken onlara önerin ne olur?
Burada herkes yaşadıklarını kayıt altına alıyordur eminim. Gelecekte bir gün izleyebilir miyiz? Bilmiyorum ki! Benim bu yaşadıklarımdan sonra kimseye hiçbir önerim olmaz, aman Allah korusun. Ben hele şimdi her şeyden uzakta ve hiçbir şey izlemediğim duymadığım, sadece kalbimi, doğayı ve sevdiklerimi duyabileceğim bir düzen hayal ediyorum.