Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Sarah Roubato: Sadece kafe önüne gitmekle yetinmeyeceğim

Paris saldırıları ardından Sarah Roubato’nun, “Kendi kuşağıma mektup: Ben sadece kafe önüne gitmekle yetinmeyeceğim” başlıklı bu yazısı bir milyon kezden fazla okunup paylaşıldı ve Fransa’nın populer internet gazetesi Mediapart tarihinin uzak ara en çok okunan yazısı oldu. Yazının orjinalini bu linkten okuyabilirsiniz. Türkçe çeviriyi Haldun Bayri gerçekleştirdi.

Ben sadece bir görüş mektubuyum, deneme değilim. Fazlaca gölgede bırakılmış olanı aydınlatmayı deneyen ufak bir cep feneriyim. Öyleyse evet, benim daracık ışık demetim de epey başka şeyi gölgede bırakacak. Onların önemli olmadıkları anlamına gelmez bu. Yalnız, bazen ipi tam ortaya getirmek için bir taraftan çok kuvvetli asılmak gerek.

Selam, 

Tanışmıyoruz ama yine de sana yazmak istedim. Fransızım, daha otuz yaşına gelmedim. Paris, benim şehrim.

Çok sayıda ulustan, kültürden ve farklı dinlerden insanlar arasında yaşadım. Cumhuriyetçi olduğum kadar, kültürel açıdan geçişkenim de. Mağrip “kökenli” denenlerdenim. Özellikle sözlerin ve hikâyelerin izini sürüyorum. Ufak bir dünya parçasını anlatmayı, nice insanın içlerinde taşıdıkları uyuyan güçleri sözcüklere dökmeyi deniyorum.

Kafe önlerine hep bayılmışımdır. Paris’e son gittiğimde, 10., 11. ve 18. mahallelerin kafelerinde saatler geçirdim. Kafe önündeyken, hiçbir yere gitmemenin zevkini yaşıyorum. Benim varolmamdan habersiz bir kentin bağrında kendimi dinliyorum. Ne dışarısı ne içerisi, geçişin ortasında beklentiyi büyütüyorum. Ne gerçekten sokakta, ne tam olarak bir yerde, bütün kentle randevulaşıyorum. “Kafe Önü Yazıları” (Chroniques de terrasse) adında bir kitap da yazdım. Birçok yayınevinde bulunan incelenecek elyazması yığınları arasında bekliyor şu anda. Bugün o kitaba birkaç sayfa eklemek isterdim.  

Halbuki bugün, bir kafe önüne gitmeyi çekmiyor canım. 

Birkaç gündür, bu gençliğin özgürlüğüne, karmalığına ve hafifliğine saldırılmış olduğu açıklanıyor bana. La Défense’ta öngörülen saldırılar gerçekleştirilmiş olsa, “HERKES TAKIM ELBİSESİNİ GİYSİN, GÖKDELENLERİN DİBİNDE BULUŞUYORUZ!” diye facebook grupları kurulmuş olacağından; ya da dünya kapitalizmine katkıda bulunmakla övünen bir çalışanlar ve patronlar halkı olmanın gururunu haykıracağımızdan emin değilim. Ya sen?

Büyük bir özgürlük ve hoşgörü modeli olduğumuz için saldırıya uğradığımız anlatılıyor bize. Kendimize teşne olmaya ve kimlik bunalımımızın yarası üzerine kalp şekilli bir pansuman yapmaya yeter bu kadarı. Fakat gençliğin karma, özgür ve şen şakrak olduğu birçok başka ülke ve kent var dünyada. Berlin, Amsterdam, Barcelona, Toronto, Şanghay, İstanbul ve New York’taki kafe önlerine bak da gör! 

Uzmanlar kalabalığını okuyup dinledikçe, Fransa Ortadoğu’nun eski bir sömürgeci gücü olduğu için; kaynaklarından avuç avuç yararlandığı bazı ülkeleri bombardımana tuttuğu için; coğrafi bakımdan erişilebilir olduğu, Belçika’ya yakın olduğu, Belçikalı ve Fransız cihadcılar ortak dil sayesinde iletişim kurabildikleri için; cihadcı devşirme bakımından bereketli bir toprak olduğu için bize saldırıldığı izlenimine kapılıyorum daha ziyade.

Evet, biliyorum, gerçeklik bizim fantazmlarımız kadar seksi değil. Ama insan düşünüyor da, ne âlâ, zira böyle olduğumuz için bize saldırılıyorsa, o zaman çok bir şey değiştiremeyiz. Ama şayet yaptıklarımızdan dolayı saldırılıyorsa bize, o zaman dizginler elimizde : 

– Yenilenebilir enerjiler bulmak için araştırmalara girişmek; zira petrol tüm jeopolitiğin barometresi olmaktan çıktığında, dikkatimizin merkezi Ortadoğu olmayacak artık. Ve birden, Tibetliler’le Kongolular’ın kaderini, Filistinliler ve Suriyeliler’in kaderi kadar önemseyeceğiz. 

– Ülkelerimizin etkinliklerinde; oraya buraya bombalar sallamaktan (zira söylenene göre bombalar bazen iyiymiş), ya da sonunda istediğine ulaşmış bir IŞİD olan bir ülkeyle ticaret yapabilmekten başka karar almayan Mülkiye mezunu erkekleri ve kadınları yetkilendirmemek amacıyla yeni siyasî modeller bulmaya girişmek.

– Gazeteciler, saldırıların çok sayıda gençte polis olma isteği uyandırdığını gösterdiler. Ne âlâ. Fakat Fransa denen bu bereketli toprağa cihadcılık tohumunu ekenlere engel olacak eğitimcilik, öğretmenlik, sosyal girişimcilik heveslileri nerede? Eğer polis olmak isteyenler kadar kalabalıklarsa, gazetecilerin neden ötekilere odaklanmayı seçtiklerini sorabiliriz o zaman. Gençler eğitmenlikten ziyade polislik mesleğine yöneliyorlarsa, bunun neyin tercümesi olduğunu da sorabiliriz. 

Şayet Fransız gençliğinin sürekli bir tehdide dönüşen şeye karşı tek cevabı kafe önünde bardaklar yuvarlamak ve konserlere gitmekse, teşkil ettiğimizi ileri sürdüğümüz simgenin düzeyinde olduğumuzdan kuşku duyarım. Dünyanın şu anda bize gösterdiği dikkat, bundan çok daha iyisini yapmamızı hak ederdi.

Kafe önlerine gitmememiz gerektiğini söylemiyorum! Tabii ki gitmek gerek; tıpkı fırına, kütüphaneye, sinemaya gitmek gerektiği gibi. Dolambaçsız yaşamak gerek. Çünkü seçim hakkımız yok. Simgesel bir direniş bu. Ama her “savaş” durumunda, ya da her halükârda istisnaî durumda, mümkün olan en etkili biçimde davranabilmek için seçim yapmak gerek. Ve medyanın hayalgücünde, “birbirimizle konuşalım!” ya da “yardımlaşalım!” diye bir hareket görmedim. Şayet bir gün çocuklarımız bu dönemin üzerine eğilirlerse, bu direnişin simgesinin, bir bardak içki yuvarlamakta olan ben imgesi olmasından gururlanmazdım. Uzanan bir eli, özellikle de dinleyen bir kulağı tercih ederdim. 

Öyleyse belki daha biraz erken, ama kendini sorgulamak için hiçbir zaman fazla erken değildir. Biz gençler hakkında medyanın yansıttığı imgeyi yeniden tanımlamak için, bu hep beraber olma ihtiyacından yararlanamaz mıyız diye soruyorum kendime. Kitlesel medyada sergilenen karmalık, özgürlük ve şen şakraklık simgesinde kendimi bulamadım. Belki sen de bulamadın. Çünkü biliyorum ki senin binlerce çehren var. Kimileri başka bir toplum modeli arayarak zaten her gün hareket halindeler. Bunların çoğu zaman simgelerle uğraşacak vakti yok. Kimi başkalarının da harekete geçmek isteyip bunu nasıl yapacaklarını bilmediklerini biliyorum. Kimi başkaları da bu soruyu kendilerine sormamışlar. Şu son iki gruba yazıyorum tabii ki.

Benim karmalığım

İster Mağripli olalım, ister Fransız, Malili, Çinli, Kürt, Müslüman, Yahudi, ateist, bi, homo ya da hetero, yeni liberalizmin ve aşırı tüketimin küçük uysal askerleri haline geldikten sonra hepimiz aynı oluyoruz. Binlerce hektar ormanı yok eden ve Amazon halklarını kırıp geçiren Nutella’yı satın almaya devam ediyoruz; son iphone’u satın alıyor ve attığımız eski telefonlarımızla atık dağlarını biraz daha yükseltiyoruz; Bangladeşli ve Çinli çocuklar tarafından boyanmış ucuz giysileri tercih ediyoruz; hayvanlar üzerinde test edilen ve kalan doğal kaynakları yok eden makyaj malzemelerine her yıl yüzlerce euro harcıyoruz. 

Benim karmalığım, benden hakikaten farklı kimselerle tanışmaya yönelmek olacak. Sekiz kişi iki odada yaşayan kimseler; kökenlerinin ve dinlerinin bir önemi yok. Hastanelerdeki çocuklar, hapishanelerde tutulanlar. Yalnız yaşayan yaşlı kadınlar. Arkadaş grubunun uzağında duran, iyi futbol oynayamadığı için hep dışlanan ve beğenilmek isteyen şu on iki yaşındaki çocuk. Bir tiyatro oyunu görmeye hiç gitmemiş ücra mahalle ergenleri. Artık hiç iş kalmamış, ufak sapa köylerde yaşayanlar. İçlerinden biri McDonald’s’daki patates kızartmasını ödemediği için küfürleşerek birbirine girişen tatlı su kabadayısı ufaklıklar. Genellikle böyle bir şey gördüğünde ne yapıyorsun? Kafanı çeviriyor, gülüyor, “ortalık da kızışmış hani!” diyerek kendini rahatlatıyor ve muhabbetine dönüyorsun. “Dünyayı kötülük yapanlar değil, hiçbir şey yapmadan onlara bakanlar yok edecek” diyordu Albert Einstein. “Herkes kafe önlerine!” çağrısına uyanların hepsi haftada birkaç saatlerini şu ötekilerle hasbıhal etmeye ayırsalardı… yine de bir düzelme olurdu gibi geliyor bana.

Benim özgürlüğüm

Her haftasonu şenlikçi âyinlere giden sürüye katılmanın neresinde bir özgürlük belirtisi olduğunu göremiyorum. Benim özgürlüğüm, aşırı tüketimden geçen yoldan başka bir yola girmek olacak. Ev, araba, büyük ekran, güneş altında tatil ve alışverişten başka bir ufku olmak.

Benim özgürlüğüm, canım çektiğinde ağırdan alma, günümün neye benzeyeceğini bilmeme imkân vermeyen bir işimin olması özgürlüğü olacak.

Benim özgürlüğüm, yabancı bir ülkeye yolculuk yaptığımda, onun çehresini biraz daha tanınmaz hale getirmediğimi bilmek olacak. Geceleyin gökyüzünde hâlâ yıldızları olan bir yerde yaşamak. Kentimin sokaklarında rastgele dolanmak. 

Benim özgürlüğüm, doyuma ulaşmayı bilmek ve dolu olmak olacak; bir noksanlık ve hep daha fazla ihtiyaç yaratan tüketim zevklerinin tam tersi. Benim özgürlüğüm, dünyanın güzelliğiyle ilgilenmeyi denemiş olmak olacak. “Şenliğin sonunda, bizim uğrayıp geçmemizle bir şeyin değiştiğinin yazılabilmesi için.” (Claude Lemesle)

Benim şenliğim

Benim şenliğim gösteri endüstrisinde bulunmuyor. Ufak konser salonlarını yüreklendirmek, öylesine çalan müzisyenin şapkasına bir para koymak, bir ambarda kurulmuş ufak kır tiyatrolarına ve kültür derneklerine gitmek şenlik bana. Tek başına yaşayan bir yaşlıyla bir gün geçirmek de bir şenlik. Çocuklarının peşinde koşmaktan perişan olmuş bir anneye bir cumartesi bedava bakıcılık hizmeti sunmak da bir şenlik. Yoksunluk çekilen mahallelerin aileleriyle daha hali vakti yerinde aileleri tanıştırmak da bir şenlik. 

Şenlik gündelik hayattan çıkandır. Ve şayet gündeliğim gürültücü ve ışık saçan tüketim ise, ekransız bir sözü geliştirdiğim, amacı tüketmek olmayan bir etkinliğe girdiğim her sefer, şenlikte olacağım. 

Çöküş halinde kapitalistler olduğumuzu söyleyen cihadcıların ekmeğine yağ sürdüğümü söyleme sakın. Aşırı tüketimin eleştirisi onların tekelinde değil ya. Kaldı ki onlar da en kapitalist ülkelerle aynı yalaktan sulanıyorlar: Petrol ve silah ticaretinden. 

İşte. Aynı kafe önlerinde ya da aynı şenliklerde rastlaşır mıyız bilmem. Ama kendin için, medyanın sana yansıttığı suretten başka bir suret inşa etme hakkın olduğunu söylemek istiyordum sadece. Elbette kafe önlerine gitmeyi bırakmamak gerek, ama sadece kendimizi rahatlatmaya yarayan simgesel bir jestten başka bir şey olduğunu zannetmeyelim bunun; cihadcıları etkileyeceğini de hiç sanma (görünen o ki 11 Ocak yürüyüşünden çok etkilenmemişler), hele şu an doğmakta olanları durdurabileceğini hiç zannetme. 

Yaşamakta olduklarımız, her birimizin bir anlığına kendi içindeki kafe önüne ilişmesini ve yaşadığı topluma bakmak için başını kaldırmasını hak ediyor. Kimbilir… belki de biraz ileride, binalara asılı beyaz bir gökyüzü parçasında, her birimiz umduğu toplumu seçecektir.

Sarah

 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.