Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yorum – Kadri Gürsel (12): “ABD’nin asıl amacı Türkiye’ye F-35’leri vermemek, S-400 almasını engellemek değil”

Türkiye ile ABD arasındaki S-400/F-35 krizini değerlendiren Kadri Gürsel, ABD’nin asıl derdinin F-35’leri vermemek olduğunu söyledi. Yaptırım tehditlerine yönelik ültimatomun da bu sebeple sızdırıldığını belirten Gürsel, “Amaç Ankara’nın taviz vermesini kolaylaştırmak değil, tam tersine taviz veremez hale getirmek” diye konuştu.

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Merhabalar hepinize. İstanbul’da tekrarlanacak olan Büyükşehir Belediyesi seçimine 2 haftadan daha az bir süre kala, ben de bu seçim hakkında yorum yapmak isterdim elbette. Hele, İmamoğlu ve Yıldırım arasındaki televizyon tartışması da yaklaşırken, bu, benim açımdan daha cazip bir konu olurdu. Ama önem açısından baktığımda, seçim gündemini geri plana iterek, bunun da ötesine geçen, orta vadede Türkiye’nin geleceğini çok daha fazla etkilemesi muhtemel görünen bir dış meseleden, bir krizden bahsetmek istiyorum bu hafta; Türkiye ile ABD arasında ağırlaşan krizin gündemi nedeniyle bu konuda konuşmakta kendimi mecbur hissediyorum. Bu haftaki yorumum, özellikle Ankara’nın dikkatlerden kaçırmak istediği bir konuda olacak; 6 Haziran’da, ABD Savunma Bakan Vekili Patrick Shanahan tarafından mevkidaşı Hulusi Akar’a gönderilen mektup. Tabii buna teknik olarak ‘’mektup’’ diyoruz ama aslında bu çok sert bir ültimatom.  Bu ültimatomun içeriğinden haberdar olabilirsiniz ama ben bu yayında da kısaca bahsetmek istiyorum çünkü içeriği çok ağır. Bunu 1964 tarihli ABD Başkanı Lyndon Johnson’un mektubuyla kıyaslamak belki mümkün olabilir. Ama bu mektubun tonu ve içindeki tehdit unsuru, Johnson’un mektubu ile kıyaslandığında çok daha ağır. Hatırlamak gerekirse, 1964 tarihli Johnson’un mektubu Hürriyet gazetesinde, Cüneyt Arcayürek imzasıyla manşet olmuştu. Bu kez hiç böyle bir reaksiyon göremiyoruz. İktidar medyası, 7 Haziran’da ABD yönetimi tarafından kendi medyasına sızdırılan bu mektup hakkında hiç yayın yapmıyor, hiç haber vermiyor; neredeyse hiçe yakın seviyede. Hâlbuki bu mektup, Türkiye’nin, uluslararası ilişkilerinin dünyadaki ve bölgedeki konumu, ekonomisi, savunma gibi pek çok meselesini önemli ölçüde etkileyecek olan bir krizin takvimini, yapı taşlarını belirliyor. Ve bu krizin içeriği, özellikle boyutları hakkında bize önemli işaretler veren bir mektup bu. 

Bu mektubun ültimatom olma özelliği, Türkiye’ye 31 Temmuz’a kadar süre tanınmış olması. Mektupta, ‘’Türkiye S-400’leri almaktan vazgeçmezse, F-35 programından çıkarılacaktır. Ama hâlâ S-400’den vazgeçme seçeneğiniz vardır’’ deniliyor. Rus S-400 füzelerinin alımı durdurulmazsa, şu anda ABD hava üslerinde eğitim gören Türk F-35 öğrencilerinin 31 Temmuz’dan itibaren üslere alınmayacağı ve eğitim için yeni öğrenci kabul edilmeyeceği hususu da belirtiliyor. 

Mektubun içeriğindeki önemli bir husus da, 2017’de Amerikan Kongresi’nden geçen ve ‘’Amerika’nın Hasımlarına Yaptırımlarla Karşı Koyma Yasası’’ olarak bilinen CAATSA yasasının Türkiye’ye uygulanacağı belirtiliyor. Kongre’de her iki parti (Cumhuriyetçi ve Demokrat partiler) tarafından, S-400’lerin tedarik edilmesi halinde, Türkiye’ye CAATSA yaptırımları uygulanması hususunda güçlü bir kararlılık olduğunun vurgulanması da, zımni olarak aslında ‘’Trump’a güvenmeyin, biz bu işi Trump’la hallederiz diye düşünmeyin’’ anlamına geliyor. 

Tam da bu görüşümüzü doğrular nitelikte bir gelişme oldu bugün; ABD Kongresi’nin Temsilciler Meclisi kanadının Dış İlişkiler Komitesi, oybirliğiyle, Türkiye’nin S-400 alması halinde, CAATSA yaptırımlarının Türkiye’ye karşı uygulanmasını öngören bir karar tasarısını kabul etti. Yeri gelmişken, kısaca CAATSA yaptırımlarından söz etmek lazım; 12 yaptırım kaleminden oluşuyor. Bu yaptırımların 5 tanesini Başkan’ın mutlaka uygulaması gerekiyor. Özellikle Rusya’yı ilgilendiren maddesinden söz ediyoruz: Rusya’dan kayda değer miktarda silah alan ülkeler hedef alınıyor burada. Silah alımı yapan kişi ve kuruluşlara karşı malvarlığı dondurması, ABD’ye sokulmaması gibi yaptırımlar var. Mesela bunlar bankaysa swift’ten çıkarılması, yani dolarla işlem yapamaz hale gelmesi var. Bunun dışında, askeri yaptırımlar var. En ağır yaptırım olarak da, hedef ülkenin -ki burada hedef ülke Türkiye olacak maalesef- uluslararası finans kuruluşlarına erişiminin engellenmesi, buralardan kredi alamaması gibi ağır yaptırımlar söz konusu. Türkiye’nin, Batı güvenlik sistemindeki yerinin de tehlikeye düşeceğini ve hatta belki de bunun sonlanacağını veya bu yola doğru gidecek sürecin başlayacağını ima eden bir ifade de var burada: ‘’S-400’lerin alınması, Türkiye’nin, ABD ve NATO bünyesinde işbirliğini muhafaza ve geliştirme imkânlarını aksatacak, engelleyecektir’’ diyor. 

Bir diğer ilginç husus; ‘’S-400 alımı ve karşılığında, bütün bu yaptırımlara maruz kalınması, Türkiye’nin, Rusya ile stratejik ve ekonomik olarak aşırı bağımlılık içine girmesi ile sonuçlanacaktır’’ deniliyor. Bana göre, burada kastedilen şu: Türkiye’nin ABD ile iyi ilişkilerin olmaması halinde yahut ‘’Türkiye Batı güvenlik sistemi içinde yer almadığı takdirde, stratejik açıdan Rusya’ya aşırı bağımlı bir ülke haline gelecektir’’ demek, bir bakıma, ‘’Rusya’ya tabi bir ülke olursunuz’’ anlamına gelir. Çünkü biraz tarihi bilenler, bu konuda biraz okumuş olanlar, Türkiye ile Rusya arasındaki ilişkilerin, aslında çatışmalar ve gerilimler tarihi olduğunu, zaman zaman Batı ile sorunlarla karşılaştığında, Türkiye’nin, Rusya ile ilişkilerini geliştirdiğini ama Batı’yı da Rusya’nın karşısında bir denge, bir ağırlık olarak tuttuğunu görürler. Bu mektupta kastedilene göre ise, bir dengesizlik oluşacak ve bu dengesizlikten en çok Rusya faydalanacak demektir. 

Ekonomi alanında da ‘’S-400 alımının, Türkiye’nin savunma sanayi ve iddialı ekonomik hedeflerine zarar verecektir’’ deniliyor. Bütün bu yaptırımların neticesinde, Türkiye, bu yolda işsizlik ve gayri safi milli hâsılada ve uluslararası ticarette kayıplara uğrayacaktır.’’ Bu, açıkça bir tehdit; ‘’Türkiye ekonomisi zor duruma düşer’’ demeye getiriyor. Bu durum, bence Türkiye’nin son zamanlarda karşı karşıya kaldığı en ağır tehdit. İktidar medyası, tabii ki iktidardan gelen talimat doğrultusunda bu konuyu görmezden geliyor. Niye görmezden gelindiğinin cevabını vereceğiz tabii ki. Ama önce, bu ültimatomun zamanlamasına bakmak lazım. Zamanlaması neden önemli, niye 6 Haziran’da geldi? Birincisi bu mektupta, Türkiye’nin, Rusya’ya S-400 eğitimi için personel gönderilmesi üzerine bu adımın atıldığı belirtiliyor. Tetikleyici neden bu. Ayrıca, Ankara’nın S-400 alımında ısrarlı olduğunu ve S-400’lerin Temmuz ayında Türkiye’ye geleceğinin her fırsatta tekrarlanması var bu zamanlamada. Bunun dışında, seçime 2 hafta kala, bu ültimatomun Türkiye’ye verilmiş olması, ABD yönetiminin, bu ültimatomun Türkiye’de iktidar tarafından bir seçim malzemesi olarak kullanılmasından çekinmediğini gösteriyor. 

Aslında 2015’ten beri, yani Türkiye ile ABD ilişkilerinin iyice bozulmaya başladığı dönemden bu yana, ABD, ikili ilişkilerdeki sorunların, iktidar tarafından seçimlerde malzeme olarak kullanılmaması için, bunun zamanlamasını yaparken seçim takvimini de gözetirdi. Bu konuda bir misal vermek istiyorum; 31 Mart’taki yerel seçimlerden 1 gün sonra, Türkiye’ye F-35’lerle ilgili mürettebat ve malzeme naklinin askıya alındığı haberi geldi ABD’den. Bunun ilan edilmesi için bile 31 Mart seçimlerinin aşılmasını beklediler. Ama şimdi böyle bir kaygı veya özen görmüyoruz. ABD’nin böyle bir kaygısı olsaydı seçimden önce göndermez, medyalarına sızdırmaz ve 2 hafta beklerlerdi.

Bu mektubu medyalarına sızdırmaları da ilginç; Shanahan, mektubu mevkidaşı Savunma Bakanı Hulusi Akar’a 6 Haziran’da gönderiyor. 7 Haziran’da da kopyasını kendi medyalarına sızdırıyorlar. Hatta içeriğini değil, ekranda da gördüğünüz gibi bizatihi mektubun kendisini PDF formatında sızdırdılar. Türkiye’de iktidar medyasında ise bu mektuptan hiç söz edilmedi; görmezden gelindi ve haberi saklandı.

Peki, Washington Ankara’nın bu reaksiyonunu görmüş müydü? Yani, bu ültimatomun Türkiye kamuoyuyla paylaşılmayacağı öngörüsünde bulunmuş muydu Washington? Olabilir. Ankara’daki iktidarın, mektubu kamuoyundan saklayacağını öngördükleri için, halk, krizin ulaştığı vahamet seviyesi hakkında bilgilensin diye sızdırdıkları yönündeki bir görüşü fazlasıyla naif buluyorum. ‘’Türkiye’de medya çalışmıyor, zaten medya iktidarın kontrolü altında. Onlar bunun haberini yapmayacaklardır, dolayısıyla biz verelim. Bizim de Türk kamuoyuna bir hizmetimiz olsun’’ diye hareket ettiklerini sanmıyorum. 

Bir parantez açayım: Türkiye’yi yönetenler, yönetmeye çalışanlar, seçimden önce bu ültimatomu neden gizlediler? Herhalde, ortaya çıkması halinde, piyasalar buna olumsuz reaksiyon verir diye çekindiler, tedirgin oldular. Kendilerince bu hasarı yönetmek istediler. Ama Amerikan tarafına bakınca, açıkçası, Washington’un Ankara’nın zaaflarından istifade etmek istediğini düşünüyorum; Ankara’yı iyice köşeye sıkıştırıp hareket alanı bırakmamak niyetinde olduğu kanaatindeyim.  

Ankara, Amerika’nın sızdırdığı bu mektubun ardından geri adım atıp S-400 alımından vazgeçerse, bu, moral ve siyasi planda çok ağır bir fatura çıkartacaktır Ankara’ya ve çok ağır bir geri adım atış olacaktır. Şöyle düşünün: Türkiye, ABD’ye ‘’S-400 alımı zaten bitmiş anlaşmadır, imzası atılmıştır, parası ödenmiştir. Biz S-400’leri alacağız, almaktan vazgeçmeyiz. Ama yanında Patriot da alırız’’ diyerek, aylar boyunca kararlı bir tutum sergiledikten sonra, bir geri adım atış, baskı karşısında eğilen bir iktidar görüntüsü çıkacaktır. 31 Temmuz tarihi ültimatomda tanınan süre. Türkiye F-35 programından çıkarılmakla kalmayacak, CAATSA yaptırımları da gelecek. ABD’nin, bu kadar açık ve net bir tehdit içeren bir mektubu sızdırmalarının nedeni, Ankara’nın taviz vermesini kolaylaştırmak değil, tam tersine, Ankara’yı taviz veremez hale getirmektir. Burada bir psikolojik operasyon söz konusu. Washington’un, Türkiye’ye, Ankara’ya karşı çektiği bir operasyon mevcuttur. Bu ültimatomun, hiç bekletilmeden 7 Haziran’da ABD medyasına sızdırılmasının bir psikolojik harekât olduğunu düşünüyorum.  Bu sayede, Ankara geri adım atmazsa S-400’leri almak zorunda kalacak. Çünkü dediğim gibi, geri adım atamaz hale getirilmek isteniyor. F-35’ler de Türkiye’ye verilmeyecek; Türkiye F-35 programından çıkartılacak. Mektupta da bu hususun altı net bir şekilde çizilmiş. 

30 Nisan tarihinde Medyascope.tv’de ‘’S-400 Krizi: ABD’nin amacı ne?’’ başlığıyla yaptığım yorumda da belirtmiştim: Amerika, bugünkü Türkiye’nin S-400 almasını engellemekten ziyade, Türkiye’ye güvenmediğinden ve mevcut iktidarı da müttefiki olarak görmediğinden, aslında Türkiye’ye F-35’leri vermek istemiyor. Bu ültimatomun verilmesi, bu kadar açık oynanması, Türkiye’nin tehdit edildiğinin dünyaya ve Türk kamuoyuna gösterilmesinin, Türkiye’yi geri adım atamaz hale getirmesi, geri adım attığı takdirde de, bunun, çok küçültücü, aşağılayıcı bir geri adım olmasının sağlanması, -bunu tekrar etmekte yarar görüyorum- Türkiye’nin hareket alanını büsbütün daraltmayı amaçlayan bir hamle. Türkiye S-400’leri alacak ve ardından da CAATSA yaptırımlarına maruz kalacak; ekonomik ve askeri yaptırımlar gelecek. Bu hususu tekrar etmek lazım; ülitmatomun altı kalın bir şekilde çizilmiş. 

Güvensizlik meselesi de karşılıklı; Türkiye de ABD’ye güvenmiyor. Ankara’nın ABD’ye güvenmemesinin nedenlerini daha önceki yayınlarda bahsetmiştim. Bu, giderek artan bir güvensizlik. Ama 15 Temmuz başarısız darbe girişiminden sonra, artık hasar yönetilememiştir ve kalıcı olmuştur.  

Türkiye’nin, maruz kalacağı CAATSA yaptırımları sonucunda, askeri ambargolarla yüz yüze gelirse -ki gelecek, ültimatomdan öyle anlaşılıyor- F-16 filolarının ciddi zaafa uğraması söz konusu olacak. Uzmanların bu konuda görüşleri var. Biliyorsunuz, F-16 filoları, bugün Türkiye’nin hava savunmasının ana gücünü oluşturmaktadır. 

Bütün bu anlattıklarımdan çıkan sonuç, S-400’lerin stratejik bir hamle olduğu ve sonuçlarının da stratejik olacağıdır. Bu bağlamda da şu soruyu sormak mümkün: ‘’Türkiye, bu kriz nedeniyle Batı güvenlik sisteminden kopabilir mi?’’ Cevabım, ‘’Evet, kopabilir.’’ Ama Türkiye’nin Batı güvenlik sisteminden kopması bu kadar basit değil. Neden değil? Türkiye’nin Batı güvenlik sisteminden kopmasının nasıl finanse edileceği sorusuna şu aşamada herhangi bir cevap verilemiyor. Bu cevabın, Ankara’dakiler tarafından da bulunabildiği kanaatinde değilim. Peki, ne olacak, nasıl finanse edilecek bu? Türkiye’nin Batı güvenlik sisteminden kopması sonucunda oluşacak büyük güvenlik ve savunma açığının finansmanı nasıl olacak, nereden karşılanacak? Ekonomik büyüklüğü İtalya kadar olan Rusya bunu üstlenebilir mi? Çin üstlenebilir mi? Çin’in böyle bir niyeti var mı? 

Artı, Türkiye şu anda, doğusundan, kendisine karşı yönelen orta menzilli balistik füze tehdidine karşı ve bu balistik füzelere takılması muhtemel nükleer başlıklara karşı, NATO’nun nükleer koruma şemsiyesi altında. ‘’Eksen kayması’’ tartışmaları vardı. Türkiye, Batı güvenlik sisteminden çıkıp, karşılığında bir Doğu güvenlik sistemine mi geçecek? Böyle bir güvenlik sistemi, böyle bir pakt, bir savunma teşkilatı var mıdır? Yok böyle bir şey. Karşısında bir alternatif varmış gibi konuşuyoruz. Türkiye’nin, güvensizliklere rağmen, NATO’nun sağladığı bir nükleer koruma şemsiyenin alternatifi şu aşamada yok. 

Sözlerimi bitirmeden önce bir parantez açmak istiyorum; İdlib parantezidir bu. Şu anda, İdlib’in güneybatısında ya da Hama’nın kuzeybatısında, kırsal bölgede, Suriye Rejim Güçleri ve silahlı cihatçı muhalif gruplar arasında çok şiddetli çatışmalar oluyor. El-Kaide’nin devamı olan Heyet Tahril El-Şam (Şam Kurtuluş Heyeti) ve aynı zamanda, Türkiye’nin örgütleyip teçhiz ederek bu bölgeye gönderdiği ve bünyesinde çeşitli grupları barındıran Ulusal Kurtuluş Cephesi. Kanlı çatışmalar söz konusu. Rusya’nın ve Suriye’nin hava üstünlüğüne rağmen, her iki taraf da, yani Suriye Rejim Güçleri ve Cihatçı gruplar birbirlerine karşı bir üstünlük sağlayamıyor. Bunun anlamı nedir? Anlamı; Türkiye, Rusya ile İdlib’de vekâleten savaş içindedir. Bu gerçeğin böyle bilinmesi lazım. Çünkü bir taraftan, Suriye Rejim Güçleri’ni her bakımdan destekleyen, donatan bir Rusya var. O Rejim Güçleri de, Türkiye’nin desteklediği, yardım ettiği güçlerle savaş içinde. Demek ki, Türkiye ve Rusya İdlib’de vekâleten bir savaş içindeler. Ama bu, şu aşamada, pekâlâ sınırlı tutulabilecek, ilişkilerin bütününe zarar vermeyecek bir seviyede olabilir. Tabii ki bir mülteci krizi meydana gelmezse.  Kastettiğimiz ‘’Eksen’’ de bu tabii ki; ortak çıkarların fevkalade az olduğu bir eksenden söz ediyoruz. 

Velhasıl, bu ültimatomla Ankara’ya bir tuzak kurulmuştur. Ankara, duygusal davranıp yanlış kararlara sürüklenmek istenmektedir. Maalesef Ankara’nın bu tuzağa düşmemesi de fevkalade zordur. Çünkü bu tuzağa düşmemenin bir bedeli vardır ve bu bedeli ödemek de hiç kolay değildir. S-400’lerin alınmasından vazgeçilmesi halinde, Amerika’nın baskı ve tehdidine boyun eğmiş, küçülmüş, küçümsenmiş bir Ankara tablosu çıkacaktır karşımıza. Bunun yönetilebilir olduğunu zannetmiyorum. Ama diğer ihtimal, yani S-400’lerin alınmasının, Türkiye’ye olan maliyetinin fevkalade ağır olacağını şimdiden öngörmek lazım. Türkiye’nin getirildiği nokta tam bir açmazdır. Bu açmazdan çıkmak mümkündür, evet. Ama Türkiye’nin çok ağır bir maliyet ödemeden çıkması mümkün görünmüyor. O zaman, ‘’Bu durumda ehven-i şer nedir?’’ diye soralım. Ehven-i şer olan, bence S-400’leri almamaktır. S-400’ler alınmayacaksa, bunun manevi, ahlâki, siyasi bedelinin sorumlular tarafından ödenmesidir. Bunun yönetilmesi gerekiyor. Yönetilmezse, Türkiye’nin karşı karşıya kalacağı riskler ve tehditler, S-400’lerin alınmaması sonucunda karşılaşılacak tehdit ve sonuçlardan çok daha ağır ve büyüktür. İzlediğiniz için teşekkür ederim. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.