Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (2): İdlib gerilimi ve Kavala olayı

Yayına Hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. Kemal Can’la birlikte Haftaya Bakış programının ikincisindeyiz. Bitirmekte olduğumuz haftayı değerlendireceğiz. Bu hafta iki konu var; birincisi Gezi Davası ve Osman Kavala’nın tekrar tutuklanması; diğeri de, adım adım tırmanana İdlib krizi. Kemal merhaba.

Kemal Can: Merhaba.

Çakır: İdlib’le başlamak şart oldu. Biz tam yayına girerken, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Fransa Cumhurbaşkanı Macron ve Almanya Başbakanı Merkel’le üçlü bir telefon görüşmesi yaptığı açıklaması düştü önümüze. Merkel ve Macron, Putin’i arayarak, İdlib konusunu görüşmek üzere Erdoğan’la birlikte İstanbul’da dörtlü bir zirve yapılmasını teklif etmişler. Putin ise, “Bugün saat 18.00’de Erdoğan’la görüşeceğiz, biz aramızda hallederiz” cevabını vermiş. Erdoğan da “Politikamız bugünkü telefon görüşmesiyle belli olacak” açıklamasını yaptı. Erdoğan başta çok sertti, “Bildiğimiz yoldan dönmeyiz” havası vardı. Ama şimdi iş, Putin’le görüşüp ona göre bir yol haritası çizmeye döndü. 

Macron ve Merkel’in bu işe ne kadar dahil olacağından emin değilim. Tabii ki bir güçleri var. Ama Suriye’de, Putin üzerinde ne kadar baskı kurabilirler? Çok emin değilim. Diğer husus da, Ankara’nın İdlib’deki politikasında, sivil halkı korumanın dışında, orada muhalif olarak tabir edilen, Putin’in, hatta muhtemelen Macron ve Merkel’in de terörist olarak tanımladığı –ki Washington da öyle görüyor olabilir– insanların geleceği konusu var. Macron ve Merkel gibi liderlerin Erdoğan’dan çok Putin’e daha yakın olduğu kanısındayım. 

Can: Dediğin gibi, işin öyle bir tarafı var. Ama son bir hafta içerisindeki süreçte de şöyle bir şey seziyorum — bu doğrudan bir bilgi veya duyuma dayalı değil: Zaten Rusya ve Türkiye heyetleri arasında görüşmeler yapılıyordu; Türkiye’de, Rusya’da, Münih’te çeşitli görüşmeler yapıldı. Sonuç alınamadı ama hepsinin arkasında, “Neticede liderler bu işi çözer; Erdoğan ve Putin konuşacak” havası vardı; ama bu bir türlü gerçekleşmiyordu. Putin, sanki Türkiye’yi ve durumu zorlamak için o görüşmeden kaçınan taraftı. Dün Macron ve Merkel’in Putin’le dörtlü zirve için görüşme önerisi, Putin’in “Tamam, ben Erdoğan’la görüşeyim konuyu” demesi, bir tür arabuluculuk girişiminin bir sonucu gibi de duruyor. 

Çakır: İşin bir ayağında da ABD var. ABD’nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey’nin açıklamaları, Erdoğan’ın açıklaması, Trump’la görüşmesi… Trump açıklamasında “Ben sert liderleri severim, Erdoğan da bunlardan biri” diyerek, İdlib konusunda Erdoğan’la görüştüklerini bildirdi. Ama önceki gün Pentagon’dan “Türkiye ve Rusya İdlib’de çatışabilir” açıklaması geldi. Türkiye orada ABD’yi bir nevi garantör gibi görmek isterken, ABD, sadece yaklaşan felaketin uyarıcısı gibi. Biz Çarşamba günü “Transatlantik” programında Ömer Taşpınar’la konuştuğumuzda, o da İdlib konusunda ABD’nin askerî bir dahlinin olabileceği görüşünde olmadığını söyledi. Bu düşünceyi dile getiren de pek yok. Ömer’in söylediği şey çok isabetli: “Erdoğan ne zaman Rusya ile bir sorun yaşasa, Washington’a dönüyor”. Ama bu sefer, yumurtalarının o kadar büyük bir kısmını Rusya’nın sepetine koydu ki, Amerika’nın “Peki, ben ne yapabilirim?” demekten başka yapabileceği bir şey yok. 

Can: Evet. NATO üyeliğinin 68. yıldönümünde, NATO’nun resmî twitter hesabından yaptığı paylaşımda olduğu gibi, “Türkiye’nin yanında olma” gibi çok genel ifadeler var; ama bunların çoğu retorik seviyesinde. Hatta Erdoğan da, “Jeffrey’nin lafıyla olmaz, daha sahici bir şey bekliyoruz” şeklinde bir tür sitemde bulundu zaten. Uzun süre, özellikle iktidara daha yakın televizyon kanallarına çıkan yorumcuların kullanmayı çok sevdiği o, “Alanda olmanın masadaki avantajları” cümlesi vardı. Ama şimdi, bu İdlib meselesinde, “Alanda olmanın, masada bile oturmanın garantisi olmadığı” çok somut olarak ortaya çıktı. Tam tersine, eli zayıflatan bir durum. Oradaki gözlem noktalarının bir tür “kendi eliyle verdiği rehine” durumuna düştüğü bir alan tablosu var ortada. İki gün önce, resmî açıklamalara yansımasa da, özellikle sosyal medyada Suriye muhalefeti taraftarı birtakım odaklarda, “Tamam, harekât başlıyor, başladı” havası vardı. Hâlâ resmî olarak Rusya işaret edilmese bile, Rusya’nın hava saldırısıyla, o “Başladı” denilen şey durdu. Hem fiilî olarak askerî kısmında, hava üstünlüğü meselesi çok hayatî görüldüğü için, hem de biraz önce konuştuğumuz, Putin’le görüşmenin, masada avantaj yaratmanın, alanda olmaktan gelmediğini, tam tersine alandaki durumun masada ateşten bir topa dönüştüğünü gördük. 

Çakır: Yani Türk askeri orada olmasaydı belki daha rahat hareket bile edebilirdi. 

Can: Evet, çünkü o zaman konuşacağın başlıklar farklı olurdu. Şimdi doğrudan askerî varlık üzerinden konuşuluyor. Aslında mevcudiyetini açıklamak açısından da zorlanan bir durum var. 

Çakır: Bu arada şöyle şeyler de oluyor tabii. Acayip havaya giriyorlar. Sadece İdlib değil Lazkiye, Halep, Şam… Ama şimdi İdlib’deki varlığı bile tartışmalı. 

Kadir Has Üniversitesi’nde öğretim üyesi Dr. Ahmet Ünver, özellikle sanal âlemdeki, sosyal medyadaki hareketleri incelediği bir araştırmasında ilginç detaylar çıkarmış; Türkiye’de yakın dönemde atılan NATO yanlısı tweet’lerin, bir önceki dönemde büyük bir çoğunluğunun Rusya yanlısı tweet’ler attığını kanıtlamış. Burada şöyle bir olay var: Aslında Erdoğan’ın elinde çok kart olduğu için değil, çaresizlikten yaptığı; bir ABD tarafına bir Rusya tarafına dönmesi, Erdoğan destekçilerinin de, bir Putin’ci bir Trump’çı olma arasında dönüp durduklarını ortaya koymuş. Böyle bir kafa karışıklığı içindeler ve şu an itibariyle ne diyeceklerini de şaşırmış durumdalar. Bir ara öyle bir an geldi ki, Rusya karşıtlığı esnasında, “Şimdi, ‘Aslında o Rus uçağının düşürülme emrini ben verdim’ dönemi başlayacak” dedim. Biliyorsun ilk Davutoğlu’yla başlamıştı, sonra herkes “Ben, ben” diye sıraya girmişti. Sonunda iş Fethullahçılara yıkıldı. Şimdi sanki tekrar anti-Rus bir hava doğar gibi oldu; ama gördüğüm kadarıyla saat 18.00’e kadar donmuş durumda. 

Can: Bir de… –ona çok da gaz verilmiyor– son saldırı meselesinin bile faili konusundaki belirsizliğin devam ettiriliyor olması… Çünkü Rusya’nın açıklamasında, doğrudan Rus uçaklarının müdahale ettiği zaten açıkça söyleniyor. Savunma Bakanlığı’nın açıklamasında da, hava saldırısıyla noktanın vurulduğu söyleniyor. Ama bunu Rusya’nın yaptığı konusundan çok bahsedilmiyor. Bu çok önemli bir şey.

İkinci çarpıcı mesele de, S-400 ve Patriot meselesi tam bu arada patladı. Üstelik Amerika’da medyaya servis edilen bir bilgi olarak gündeme geldi. Açıkçası burada “façayı bozan” bir durum oluştu. O dediğin manevra ve zikzakların, aslında ciddi bir öngörüsüzlük ve hesapsızlıkla yürütüldüğünü düşündürüyor.

Çakır: Zaten ortada şöyle bir sorun var. Türkiye’de, sadece iç politikada değil, dış politikada da siyasî bir aktör olarak sözü dinlenen, dikkat çekilen, Erdoğan’dan başka bir aktör yok. Böyle bir durum olduğu için, onun her sözüne, her hareketine aşırı anlam yüklemek ve birazdan konuşacağımız Osman Kavala olayında da olduğu gibi, çaresizlikten veya tıkanmışlıktan dolayı attığı adımları, bir güç gösterisi olarak görüp algılayanlar var. İdlib meselesinde son bir ayda yapılan zikzaklar, aslında bir siyasetçinin ne kadar çaresiz olduğunu gösteriyor. Sadece onun değil, hepimizin de çaresiz olduğunu gösteriyor. Ama ortada “Bakın, yanlış yapıyor, aslında doğrusu şudur” diyen etkili kimse olamadığı ve herkes sadece Erdoğan’a baktığı için, her ânın, o adımının en doğru adımı olduğunu varsayıyoruz.

Can: Ya da bu iddianın devamına yarıyor. Ama şöyle ilginç bir şey var. Biraz önce söylediğin o sosyal medya hareketliliğinin içerisinde, bir tarafıyla da şöyle bir şey var — bunun bazı araştırmalarda rakamlara yansıyan tarafları da var: Dış politikada, İdlib ve Libya meselesinde, kendi tabanını bile ikna etmek konusunda önceden şöyle bir şey vardı: Bu konuda muhalefeti de hizaya sokarak, itiraz alanını tamamen kapatan ve siyasî avantaja dönsün dönmesin kendisi için bir şey oluşturabiliyordu. Ama şimdi birçok neden yüzünden onun tam oluşmadığını görüyoruz. Bence bu İdlib meselesinde de o trafik, yani o kanat değiştirme olayı, biraz örgütlü bir trafik olarak cereyan ediyor. Ama sahici alanda, İdlib meselesi son derece hamâsî bir içerikle desteklenmesine rağmen, daha önceki dış politika hamlelerinde olduğu gibi aynı karşılığı bulmuyor. 

Çakır: Orada şöyle bir not düşeyim: İdlib ve Libya’nın en temel meselesi, “Bizim orada ne işimiz var?” sorusunun cevabının olmaması. Barış Pınarı Harekâtı’nda veya diğerlerinde, iyi-kötü, hani bir Kürt meselesinden hareketle, Türkiye’nin bölünmesi, terör, beka konuları üzerinden inşa edilebiliyordu bu. Ama İdlib meselesi, hele hele Libya meselesi –ki Libya konusu artık iyice gündemden düştü– kendi tabanının ve eminim kendi yakın çevresindeki insanların bile hâlâ tam olarak çözemediği bir mesele. “Ne işimiz var Libya’da? Ne işimiz var İdlib’de?” meselesindeki en büyük merak, bence İdlib’den gelecek olan yeni bir mülteci dalgası. Zaten, Macron ve Merkel’i de en çok ilgilendiren bu. Türkiye’de de AKP yanlısı ya da karşıtı kamuoyunun İdlib’le ilgili en büyük merakı, “Yine buraya yüz binlerce insan mı gelecek?” düşüncesi.  

Can: Ama şöyle bir şey var: Bundan pozitif fayda sağlama anlamında bir zorluk var. Ama bence kritik, riskli bir başka çizgi var, o da artık bunun negatife dönmesi. Çünkü “Askerin ayağına taş değmesin” meselesinde, askerin ayağına değen taşın sebebi konusundaki sorular artmaya başladı. “Orada ne işimiz var?” sorusunu ihanet diye karşılamak yetmiyor. Orada hakikaten bir zarar oluştuğu görülmeye başladığı zaman, bu soru sahicilik kazanmaya başlıyor. Çünkü gerçekten “Ayağına taş değmesin” diye destekleyeceği askerin zarar gördüğü bir açık pozisyon var. Bence bu tıpkı, yerel seçimin yenilenmesi meselesinde olduğu gibi –ki ikimiz de “Herhalde bu saçma siyasî adımı atmaz” tarafındaydık– ve biraz sonra konuşacağımız Osman Kavala olayında olduğu gibi, bunda da, hani o “Konsolidasyonu artırmak, kendine avantaj sağlamak için savaş planları yapıyor” ezberi var ya… Savaş, iktidarların devamı için iyi bir çıpa olabilir. Ama çıpa sizin teknenizden daha ağır gelirse, sizi dibe de götürür. 

Çakır: Bir de tabii işin ekonomik boyutu var. Bu tür milli davalar söz konusu olduğu zaman çok konuşulmuyor. Muhalefet de bu tür davalarda bunu pek dillendirmiyor. Türkiye zaten çok ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor ve bu arada bütün bu askerî manevraların ekonomik maliyeti de karşımıza çıkıyor. 

Burada son bir not düşmek istiyorum. Dün, Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar, CNN Türk’te Hande Fırat’ın programına çıkmış. “Türkiye Esad’dan ne istiyor?” sorusuna çok çarpıcı bir açıklama yapmış; Esad’ın kendisine muhalif olan herkesi terörist olarak damgalamaktan vazgeçmesini istiyormuş. Allah söyletiyor diyelim. Bu, kendinde oldurmadığını, başkasına şart diye dayatmak.

Can: Şöyle bir şey: Siz, Türkiye’de “Hükümet istifa!” diyeni darbeye teşebbüsle yargılıyorsunuz. Yani sadece “Hükümet istifa!” diye bir meşru siyasî talebi dillendireni darbeye teşebbüsle suçluyorsunuz. Ama bir ülkedeki rejimi değiştirmek için askerî operasyonu meşru gösteriyorsunuz. Bu siyaseten bile son derece zor bir denklem. Bir de, Esad’ı indirme perspektifi, Amerika dahil dünyada hiçbir ülkenin gündeminde yok. Bu konuda tek başınıza bunu yapma iddiasındasınız. Üstelik tarafı olduğunuz Adana Mutabakatı’nı gerekçe gösteriyorsunuz. Adana Mutabakatı’nın tarafı: Suriye. Soçi Mutabakatı’nı gerekçe gösteriyorsunuz; Soçi Mutabakatı’nın yüklediği sorumluluklar ve yerine getirilecek şeylerin muhatabı Rusya. Ateş eden, vuran tarafla, devirmeye çalıştığınız tarafı muhatap aldığınız anlaşmaları meşru zemin olarak göstermenin, hem uluslararası düzeyde, hem siyasî düzeyde sıkıntıları, bu küçük kriz ânında çok net biçimde ortaya çıktı. 

Çakır: Osman Kavala olayına geçelim. Sen duruşmadaydın. Bütün duruşmaları izledin mi?

Can: Bir duruşma hariç, hepsini izledim. 

Çakır: Duruşma günü her şey, sanıkları ve sanık yakınlarını tedirgin edecek bir hızda ve tatsızlıkta geçiyordu. Sen de bunu yazdın, ya da söyledin. Davanın sonuçlanmasını herkes bekliyordu, ama genellikle olumsuz bir beklenti vardı. Biz burada Yiğit Aksakoğlu’yla, Mücella Yapıcı’yla da yayın yaptık. Hepsi, özellikle bu iki isim, ceza alıp tutuklanacaklarını bekliyorlardı. Avukatlar da çok menfi konuşuyordu. Birden beraat kararı çıktı. Hatta Cumhuriyet Davası’ndaki gibi, “5 yıl verelim de yattığına sayılsın”, ya da “İstinafa gitsin de tutuklanmasınlar” gibi, veya “Osman Kavala’nın yattığına sayılsın” gibi de değil. Net bir şekilde, somut ve kesin delil bulunmadığı gerekçesiyle beraat kararı verildi.

Can: Zaten en çarpıcı kısmı o gerekçe kısmı. Çünkü aynı mahkeme, aynı mahkeme heyeti, aynı iddianameye dayalı olarak, AİHM kararına rağmen, iki duruşmadır, “Güçlü şüphe oluşturan delillerin bulunduğu” iddiasıyla tutukluluğun devamına karar verdi. Mahkemenin AİHM’in kararını uygulamama gerekçesi, “kesinleşmedi” bahanesiydi; ama gerekçeyi yazarken, “kuvvetli şüphe” iddiasını tekrar ediyordu. Aynı mahkeme, bu sefer “İsnat edilen suça delil yoktur” gerekçesiyle beraat kararı verdi. Yani şöyle bir hava vardı: Şimdiye kadar Türkiye’de sembol pek çok davada yaşadık; temel hukuk normu değişti. “Suçsuzluk esastır” kalktı. İnsanlar önce suçlanıyor, sonra kendini savunmaya mecbur bırakılıyor. Yani suçsuzluk, kanıtlanması gereken bir şeymiş muamelesi görüyor. Bu davada suçsuzluğunu kanıtlamaya imkân da verilmediğini gördük. Dava süreci o kadar korkunçtu ki. Savunmanın hiçbir dilekçe ve isteğinin dikkate alınmadığı, dolayısıyla sanıkların kendilerini savunma haklarının da engellendiği bir süreç yaşadık. Dolayısıyla çok haklı olarak, hem sanıklar hem onları savunan avukatlar, son derece olumsuz bir beklenti içerisindeydiler. O gün de, kararın açıklandığı âna kadar, salondaki tansiyon sistemli olarak artmıştı. Bazı avukatlar salonun dışına çıkartılmaya çalışıldı. İzleyenler salondan çıkartıldı. Savunmanın, hazır bulunan tanıkları dinleme talebi dahil hiçbir talebi dikkate alınmadı.

Çakır: Ve birdenbire beraat!

Can: Evet. Birdenbire beraat kararı çıktı. Dolayısıyla, bunun dosyaya bakıp hukukî süreçlerle olmadığını düşünmek…

Çakır: Bu tamamen siyasî bir karar.

Can: Dava zaten başından itibaren siyasî. Siyasî olan bir şeyin sonu da elbette siyasî. Ama görünüm de bunu çok fazla destekleyen bir durum. 

Çakır: Ahmet Şık, kulis bilgisi olarak bazı tweet’ler atmış; Bir yanda, Adalet Bakanı Abdülhamit Gül gibi hukuka daha yakın odaklardan bahsediyor. Bir yanda da, Pelikancılar olarak bilinen yapının çatışma halinde oldukları Abdülhamit Gül’ün bu hükmün çıkmasında etkili olduğu düşüncesinde… Yani bir taraf beraat kararı alırken, diğer tarafın Osman Kavala’nın tekrar gözaltına alınıp tutuklanmasında etkili olduğunu belirten bir tweet zinciri yazmış. Bu çok yaygın bir şey. Ben açıkçası buna çok katılmıyorum. Söyleyenlerin elinde de fazla somut bir şey olduğu kanısında değilim. Genellikle akıl yürütme yapılır. Erdoğan’ın şu anda inşa ettiği sistemin içerisinde, Erdoğan’a rağmen Osman Kavala’nın beraatını sağlayacak ya da Erdoğan’a rağmen Osman Kavala’nın yeniden tutuklanmasını sağlayacak bir odak, kişi, çevre olduğunu sanmıyorum. Bana göre, beraat kararında da, tekrar tutuklanma kararında da bir şekilde Erdoğan’ın bilgisi ve rızası olsa gerek diye düşünüyorum. 

Can: Evet, ben de sana yakın biçimde düşünüyorum. Sahiden, arkada öyle durumlar olmuş da olabilir. Ben zaten her düzeyde, yerel seçimlerin öncesinde de başlayan ve hiç bitmeyen “Daha normalleşmeci bir kanat var, klikler var” meselesine son derece ihtiyatlı bakılması gerektiğini düşünüyorum. Diğer meselelerde de öyle. Benzer bir şeyi yerel seçim sürecinde de yaşadık; seçimin yenilenmesi meselesinde de benzer bir şey konuşuldu. Hatta orada, yüzeyde de bunu gördük. Çok erken biçimde “Çaldılar!” açıklamaları oldu. Tıpkı bu davada olduğu gibi, birdenbire bir sosyal medya kampanyasının yürümeye başladığını, bazı yayın organlarının öncülük yaptığını gördük. Bu olayda da benzer bir şeyler oldu. Bu tür durumlar, arkada bir şey olması ya da olmamasından bağımsız bazı sonuçlar doğuruyor. Ben asıl onlara bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Temel iki sonuç çıkıyor: Bunun bir mizansen olması durumunda da, sahiden bir kapışmanın olması durumunda da, iki şey değişmiyor: Biri belirsizlik hali: “Herkesin başına her şey gelebilir” hali değişmiyor. Öyle de olsa, böyle de olsa değişmiyor. İkincisi, altta bir kapışma olsun ya da olmasın, neticede “Son sözü Erdoğan söylüyor” durumu da değişmiyor. Yani, Erdoğan o kanada ağırlık verince, o kanadın dediği oluyor. Ama sonuçta onun dediği oluyor. Bu iki temel mesele değişmediği için, bakılması gereken şey, o kliklerin mücadelesi değil, bu yapının bütünü. 

Yalnız şunu ayrı bir tarafa koyuyorum: Kliklerle filan sınırlı olmayan, hatta Türkiye ile bile sınırlı olmayan, daha büyük, başka bir dizi iktisadî, diplomatik, çatışma ekseninin oluştuğu ve iktidar ittifakının da dahil olduğu, her şeyin yeniden dizayn edileceği bir sürecin eşiğinde olduğumuz doğru. Ama bu, şu klik bu klik meselesinden daha başka bir şey. 

Çakır: Ama o bir şeylerin değişeceği durumda, şu andaki iktidar bileşenlerinin büyük bir kısmı belki dışlanacak ve belki de şu anda muhalefette olan birtakım güçler gelecek. Olayı, Türkiye’nin yönetimini sadece ve sadece Erdoğan eksenli bir yönetim olarak kurguladığımız zaman, hep bu kliklere bakmamız gerekiyor. Ama bence, Erdoğan devri kapanacak. Bir yandan bunun sancısı yaşanıyor. Diğer husus da, aralarında birtakım kapışmalar olduğu belli. Ama Erdoğan kimseyle iktidar paylaşmıyor, iktidar dağıtıyor. Ben bir süredir hep bunu tekrarlıyorum. Mesela ne yaptı? Ahmet Davutoğlu’na “Abdullah Gül olmasın, sen ol” dedi. Ama Ahmet Davutoğlu bunun tamamen kendi iradesiyle olduğunu ya da hak ettiği için olduğunu zannetti. Ona göre hareket etmeye kalktığı andan itibaren önü kapandı ve atıldı. Mesela Binali Yıldırım’a başbakanlık verdi. Sonra onu alıp İstanbul’a aday yaptı. “Binali Yıldırım ikinci adam olacak” dendi. Oldu mu? Olmadı. Çünkü Binali Yıldırım oralara tırnaklarıyla kazıyarak gelmedi. AKP’nin ilk yıllarında bir kolektiflik vardı. Biz gazeteci olarak herkesin sözünü ayrı ayrı takip edebiliyorduk. Kimi zaman grup başkanvekilleri, kimi zaman milletvekilleri, bazı kritik bakanlar bile… Hepsinin iyi kötü bir anlamı vardı. Bülent Arınç’ın söylediği o “özgül ağırlık” kimisinde çok, kimisinde daha az vardı: Ve değişik değişik aktörler, medya üzerinden, şuradan buradan pozisyon alabiliyorlar, güç kazanabiliyorlar ya da güç kaybedebiliyorlardı. Bir süredir böyle bir şey yok. Şimdi tamamen, atfedilen, “O ona omuz atmış, bu ötekine şunu yapmış” gibi fotoğraflara bakarak bir şey çıkartılmaya çalışılıyor. Bunların doğruluk payı da olabilir. Davutoğlu buraya yayına geldiğinde, kendi ayağını kaydıran dört tane unsur saydı. Çünkü AKP içerisindeki savaşların en bariz örneği odur. Koskoca bir başbakanı, kıytırık bir internet sitesindeki metinle alıp götürdüler. 

Can: Davutoğlu, siyasî olarak ilk harcanan başbakanın kendisi olduğunu işaret etti, ama aslında daha önce Abdullah Gül var. Kendisinin aracı olduğu bir başka tasfiye var orada.

Çakır: Tabii. Ama orada başka bir şey var. Ahmet Davutoğlu’nun başına gelen olayda, o “Pelikan Bildirisi” denen şeye baktığında, güçlü bir başbakanın, bir parti liderinin yerini kaybetmesi gibi bir şey olabilir mi? Buna benzer ne metinler gördük. O zaman biz çoktan ölmüştük! 

Her neyse. Davutoğlu dört unsur olarak ne saydı? Bir, “Eski rejimin uzantıları”nı saydı; herhalde Doğu Perinçek’i, Mehmet Ağar’ı kastetti. İkincisi, “Kripto Fetöcüler” dedi ve Pelikancıları saydı. Üçüncüsü, “Aile” dedi. Dördüncü olarak da “Müteahhitler”i söyledi. Müteahhitlerin siyasî bir gücü olacağını sanmıyorum. Kripto Fetöcü dediği de, en fazla o diğer iki aktörden birisiyle ilişki içerisinde etkili olabilir bence. Ama bunlara baktığımız zaman, üç-dört isimden fazlasını sayamıyoruz. Bunların hiçbiri Erdoğan’a rağmen hareket edebilecek insanlar değil. Ama belki şöyle bir şey olabilir: Erdoğan sonrası için şimdiden…

Can: Bir de, bunu siyasette çok büyük ölçeklerde düşünmene gerek yok. Senelerce çeşitli işyerlerinde çalıştık. Bazı yöneticilerin bile, aşağıda birilerine kendi eliyle bazı iktidar alanları ve birbirleriyle çekişecekleri iktidar alanları veriyormuş gibi yaparak, daha büyük bir şeyi yönetme yönteminin çok yaygın ve kullanılır bir şey olduğunu biliyoruz. Dolayısıyla, kendilerini öyle bir klik zanneden… Çünkü daha önce de yaşandı, bunun tersi olmuştu; daha önce Sabah gazetesindeki bir yazarla Adalet Bakanı Abdülhamit Gül arasında yaşanan bir tartışma çıktığında, güya Adalet Bakanı Erdoğan’a gitmişti. Yargıda “İstanbul Grubu” olarak bilinen ve Erdoğan’ın İstanbul’daki avukatlarının yönettiği iddia edilen bu grup için Erdoğan, Gül’e “Ne gerekiyorsa yap” demiş ve o zaman “Abdülhamit Gül kazandı” denmişti. Sonra da Pelikan Grubu’nu yerinde ziyarete gitti. Şimdi de tersi söyleniyor. Dolayısıyla, böyle gruplara, kendi altında, birbirleriyle itişebilecekleri alanlar bırakması, bu tür liderlik modellerinde çok şaşırtıcı değil. 

Çakır: Bunu zamanında Fethullah Gülen için anlatırlardı. Orada ikinci adam yok, çok sayıda “İkinci adam olduğunu sanan ya da olmayı düşünen insan var” denirdi. 

Can: Evet. Ama mesela CHP’de senelerce olan hizip meselesi gibi ya da ANAP’taki kanatlar gibi, liderleri ve kendi politik güçleri olan kanatlar yok. Dolayısıyla ben de sana katılıyorum. Ama bu tür iddiaları da tamamen palavra haline getirmiyor. Sahiden de böyle bir şey olabilir. Ama mesela şöyle acayiplikler var: “Erdoğan Avrasyacılara yanaştı mı? Onlar mı Erdoğan’ı etkiliyor?” gibi şeyler var. Ama bazen öyle şeyler oluyor ki, bazen o Avrasyacı, bazen o NATO’cu olduğu zaman, “Kim kimin yanında?” meselesi de karışıyor. Çok pragmatik liderlerin, doğrudan o tür tazyiklerle politik şeyler alıp almadığı ya da o tazyik eden grupların gücüyle bunu açıklamak bazen yanıltabiliyor. 

Çakır: Transatlantik’te Ömer Taşpınar’la bunu hep tartışıyoruz. Taşpınar sürekli Erdoğan’ın Avrasyacılık meselesini iddia olarak ortaya koyuyor. Kaç yıldır yapıyor bunu. Tabii ki var; Çin’le de iyi geçinmeye çalışıyor, Rusya’yla zaten mâlûm. Ama bunun bir ideolojik mesele olduğunu sanmıyorum. Bunu tamamen, iktidarı uzatabilmenin geçici yolları olarak kullanıyor. Burada da, İdlib’de sıkıştığı zaman hemen “NATO benim canım” noktasına gidebiliyor. Yani şimdi bir günde Avrasyacı ideolojiyi bırakıp tekrar Batılılaşmacı mı oldu? Hayır. Bir pragmatizmi var –ki Erdoğan’ın en büyük başarısı buydu–, ama artık pragmatizmin de sonuna gelmiş durumda. Artık o eski gösterdiği reflekslerle, çıkışları yapabilen lider pozisyonunda değil bence. Sürekli olarak günü idare etmek, biraz daha mesafe almak için tamamen çaresizlikle bir şeyler yapmaya çabalıyor. Şimdi şöyle şeyler oluyor: Özellikle FETÖ meselesinde, diyelim ki birilerinin eski fotoğrafları konuluyor. Erdoğan’ın İdlib gibi kritik konularda bir hafta içerisinde yaptığı açıklamaların her biri, birbirinin zıttı. Buralardan hareketle siyasî analiz yapmak çok mümkün değil. Bazen öyle bir çıkış yapıyor ki, “Evet, Türkiye değişiyor” diyorsun. Eskiden böyleydi. 7-8 yıl önce o lafı ettiği zaman, “AK Parti bir yere doğru gidiyor” derdik. Açıkçası ben artık Erdoğan’ın grup konuşmalarını, açıklamalarını büyük bir merakla ve ânında izleme refleksinden arındım. Bu benim tembelliğimden dolayı değil. Çünkü artık sözlerinin değeri kalmadı. Çok şey söylüyor ve sürekli söylüyor. İddialı söylüyor. En son grup konuşmasında Kılıçdaroğlu üzerine söyledikleri… Hatta Yavuz Oğhan “Kılıçdaroğlu’nu yargılayacaklar” diye tweet attı. İlk dinlediğin zaman öyle sert konuşuyor ki, sanırsın Kılıçdaroğlu’nun kapısına Terörle Mücadele ekibi gidiyor. Ama hiçbir şey olmuyor. İş Bankası hikâyesi de öyle değil mi? İlk gün bunu söylediğinde, ertesi gün İş Bankası’na gideceklerini bekledik. Hâlâ bekliyoruz. Yani yapmayacağı anlamına gelmiyor. Ama artık ilk söylediği sözünün anlamının değeri ciddi bir şekilde aşındı. Tabii biz bunu dışarıdan, Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı gazeteciler olarak böyle algılıyoruz ve bir şeyler söylüyoruz. Ama yabancılar da, mesela Putin ya da diğerleri de, onun sözlerini böyle okuyor.

Can: Ama şöyle bir şey var. Bunu sen de Osman Kavala meselesinde dile getirdin. Benim önemsediğim nokta şu: Doğru, giderek en uç şeylere vardırılan iddialar ve çıkışlar, anlamsızlaşıyor, karşılık bulmaz hale geliyor. Ama bir yandan da, Kavala meselesinde de çok gördüğümüz gibi, bütün odağı, aslında “Ne yapmak istiyor, ne tasarlıyor? Bu oyun mu, arkada ne var?” tartışması ve oradaki aktörlerin… Osman Kavala meselesinde olduğu gibi, onun, Batı’yla ilişkiler anlamındaki önemi üzerinden, mağdurları, davalardaki iddiaları öne çıkartarak, asıl olarak merkeze doğrudan Erdoğan’ı koymak, onun, sürekli iktidarını devam ettirmesini sağlayan iki şeyi beslemeye devam ediyor. Üstelik kendisi güç kaybetmesine rağmen. Birincisi, “Her şey orada bitiyor” hissini, diğer aktörlerin –bunun içerisinde muhalefet de var, dünyadaki bütün güç merkezleri de var, sıradan insanlar da var, sivil toplum da var, kamuoyu da var–  hepsinin önemsiz olduğu bir denklem. İkincisi, belirsizlik halini, “Her an her şey olabilir” halini devam ettiriyor. Bu ikisi, aslında onun karşısında olanların bile, bilerek ya da bilmeyerek beslemeye devam ettiği bir hal. Kavala davasında da, İdlib meselesinde de bunu görüyoruz. İstanbul seçiminde de, Kanal İstanbul meselesinde de, ekonomide bile bunu görüyoruz. 

Çakır: Ben geçen gün Osman Kavala meselesinde tam da onu söyledim: Onun çaresizlikle, güçsüzlükten dolayı atmak zorunda kaldığı adımları, özellikle muhalefet cenahında yer alanlar, ona güç atfederek analiz ediyor. 

Can: Çok iddialı bir şey söyleyeyim: Osman Kavala hamlesi, yani beraat ve üstüne tekrar tutuklanmasından çıkan resim –çok rahatsız edeceğini bilmeme rağmen söylüyorum bunu– hukukî ve siyasî bir hezimet olarak tamamlanacak bir süreci, birdenbire, Erdoğan’ın çok önemli bir aktör olarak her şeyin üzerinde belirleyici olarak çıkabildiği bir sürece çevirdi. “Arkasında çatışma var, klikler var” dense de, Erdoğan, bütün sıkışmışlığına, zorlanmışlığına rağmen bir şey yapmış değil. Sonuçta, bir durumu, tamamen keyfî olarak, bütün hukukî ve yasal normları değiştirerek kararını vermiş ve uygulatmış biri olarak pozisyon alıyor.

Çakır: Tamam, söylediğin doğru. Ama bu güç değil, güçsüzlük göstergesi. 

Can: Evet, biliyorum. Ama yansıması öyle değil. 

Çakır: Yansımasını bir kenara bırak. Osman Kavala gibi –ki bugün Soner Yalçın da detaylarıyla yazmış–, kimsenin kolay kolay Fethullahçılığa meydan okuyamadığı dönemde, Fethullahçıların Türkiye’deki faaliyetlerinin altını oymada çok etkili bir pozisyon almış birisini, kalkıp 15 Temmuz’la irtibatlandırıyorsun. Baştan sona tamamen yalan. Bu, dünyada otoriter, güçlü lider olarak akla gelen ilk isimlerden birisi tarafından yapılıyor. Bu aslında çaresizlik. Güçlü lider dediğin ne yapar? Tamam, adam çıktı. Çıksın. Ona rağmen gücünü Osman Kavala çıktıktan sonra, onu eleştirerek, küçümseyerek, aşağılayarak kendini göstermek varken, tam bir çaresizlikle davranıyor. Osman Kavala’dan korkuyor. Bu kadar basit. Bunu söyleyebilmek lazım. Selahattin Demirtaş da böyle, Osman Kavala da böyle. Hatta bir şekilde, Ahmet Altan da böyle. Şu anda 3 tane sembol isim var. Belki Mümtazer Türköne’yi de ekleyebiliriz.

Can: Ben de bunu söylüyorum. Doğru. Söylediklerine hiçbir itirazım yok, zaten aynı kanaatteyiz. Sadece, bunu hâlâ gücüymüş gibi göstermenin yollarını bulabilmesinden bahsediyorum.

Çakır: Onu o bulmuyor. Düşmanları ona ikram ediyor. 

Can: E, işte ben de onu söylüyorum. 

Çakır: Peki. Bugün yayını sen kapat. 

Can: O zaman, “Söyleyeceklerimiz bu kadar” demeyeceğim. İyi günler diyeceğim. Hoşça kalın. 

Çakır: Haftaya görüşmek üzere. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.