Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Yeni Zelanda’nın “Koronavirüse karşı birleş” stratejisinden neler öğrenebiliriz? – Eski Yeni Zelanda Başbakanı Helen Clark ve Prof. Michael Baker ile söyleşi

Çeviren: Engin Deniz İpek

Birçok ülke koronavirüs salgınıyla mücadele ederken, Yeni Zelanda iyileşmeye yönelik bir model sunarak katı sokağa çıkma kısıtlamalarının bir kısmını kaldırıyor. Hayli cüretkâr bir strateji izleyen ve yalnızca 5 milyonluk nüfusa sahip zengin bir ada ülkesi olan Yeni Zelanda’nın yaptığını başka bir ülkenin yapması zor olabilir. Yine de onların salgın deneyiminden öğrenebileceğimiz çok şey olduğuna inanıyorum ve bugün Yeni Zelanda’dan bize bağlanan, konumuz hakkında uzman olan iki farklı konuğum var: Yeni Zelanda’nın eski başbakanı ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı’nın (UNDP) da eski başkanı olan Helen Clark ve Otago Üniversitesi Halk Sağlığı Bölümü’nden epidemiyoloji profesörü Michael Baker.

Işın Eliçin: Profesör Baker hoşgeldiniz. İlk olarak size Yeni Zelanda’nın koronavirüsle mücadele etmek için seçtiği yolu sormak istiyorum. Bu yolun amacı hastalığı “ortadan kaldırmak” (eliminasyon) olarak belirlenmişti; Bunun pratikte ne anlama geldiğini açıklayabilir misiniz? Şimdiye kadar bunu başarıp başaramadığınızı da öğrenmek istiyorum.

Prof. Michael Baker: Evet. Bu oldukça güzel bir soru. Tüm dünyada bu salgına cevap verme konusunda farklı yaklaşımlar olduğunu gördük. Yeni Zelanda ilk olarak “yatıştırma” (azaltma) olarak adlandırılan bir yaklaşımı uygulamaya başladı. Bu yaklaşım dünyadaki bütün ülkelerde görülen olağan salgın planlarına dayanıyor. Temel olarak, bu plan influenza (grip) salgınları etrafında tasarlandı ve influenza planları ile bu hastalığı ortadan kaldıramazsınız çünkü influenza her yıl dünyadaki sınırları aşıyor. Elbette, influenza salgınları geçmişte ve özellikle de 1918 yılında oldukça yıkıcı olmuştu. Bu nedenle, Batı ülkelerinin tamamının influenza tipi salgınlara karşı hazırlıklı olmaları oldukça anlaşılabilir. Ancak ilk zamanlarından beri koronavirüs salgınının SARS’a daha çok benzediğini söyleyebiliriz. Başka bir deyişle; bu, durdurma imkânımız olan bir hastalık. Yani bunu kontrol altına alabiliriz. 2002-2003 yıllarındaki SARS salgınında her şey çok iyi gitti, hastalığı kontrol altına aldık ve elimine ettik. Ancak maalesef ülkelerin şu anki salgını fark etmeleri biraz zaman aldı. Çin’de oldukça dikkat çekici şeyler yaptılar ve Vuhan’da bu salgını kontrol altına almayı başardılar- zaten çok iyi hazırlık yapmışlardı. Olağanüstü bir inançla çalıştılar. Diğer Asya ülkeleri de benzer şeyler yaptı. Tayvan birçok yönden Yeni Zelanda için örnek alınabilecek en iyi modeldi çünkü onlar da Yeni Zelanda gibi bir ada ülkesi. Çin’le çok geniş bağlantıları var ve salgın sorununu çok erken bir tarihte, ocak ayında tespit ederek ülke içerisinde bir salgın yönetimi başlattılar. Tayvan’ın başkan yardımcısının aynı zamanda bir epidemiyolog olması ve geçmişte SARS’ı da atlatmış olmaları ilginç tesadüfler. Yani bu tarz bir enfeksiyon salgınını nasıl kontrol edeceklerini biliyorlardı. Mart ayının ilk günlerinde bu hastalığın yok edilebilecek bir hastalık olduğunu fark ettik. Yeni Zelanda’nın bunu yapabilmesini sağlamaya çalıştık; bakış açımızı influenza tipi salgınlarla mücadeleden, SARS tipi salgınlara karşı mücadele etmeye doğru çok hızlı bir şekilde değiştirdik.

Işın Eliçin: Teşekkür ederim. Size bu konu hakkında soru sormaya devam edeceğim fakat şimdi Helen Clark’a geçmek istiyorum. Sayın Clark, Almanya’dan Tayvan’a, Danimarka’dan Yeni Zelanda’ya, kadın liderler koronavirüs salgınının yarattığı krizi yönetme konusunda daha başarılı gözüküyorlar. Kendi ülkenizin ikinci kadın başbakanı ve aynı zamanda UNDP’nin ilk kadın yöneticisi olarak bu yaygın kabul gören gözlem hakkında ne söylemek istersiniz?

Helen Clark: Genel olarak kadın liderlerin krize daha iyi cevap verdikleri konusunda çok sayıda yorum yapıldı. Elbette bu erkek liderlerin kıymetli çabalarını görmezden gelmek demek değil. Mesela Güney Kore başkanı ikinci dalgaya geçiş dahil olmak üzere genel olarak salgına oldukça başarılı bir yanıt verdi. Yeni Zelanda’da başbakanımızın gösterdiği liderlik bizi gururlandırıyor. Onun, Angela Merkel’den Danimarka’nın yeni liderine; Finlandiya başbakanından İzlanda’nın başbakanına kadar etkileyici kadın liderler grubunun içinde olduğunun farkındayım. “Bu neden böyle?”, ilginç bir soru. Bence kadınların sağlık konusundaki güçlü çıkarlara liderlik etmeleri daha olası. Toplumların ne kadar gelişmiş veya ilerici olduklarından bağımsız olarak, kadınlar, çocukların ve ailenin sağlığı konusundaki sorumluluğu orantısız bir şekilde üstleniyorlar. Bence böyle bir kriz ortaya çıktığında kadınların ilk düşündükleri şeyler “Annem ve babam ne olacak, çocuklarım ne olacak, bu ülkemdeki insanları nasıl etkileyecek?” gibi sorular oluyor. Bu yüzden kadınlarda insan merkezli bir yaklaşım ve insanları kurtarabilmek için bilime ve bilgiye ulaşma istekliliği olduğunu düşünüyorum. Michael Baker, Yeni Zelanda’daki süreci; bunu bir grip salgını gibi yönetme düşüncesinden SARS benzeri bir salgın yönetmeye olan geçişimizi oldukça doğru bir şekilde anlattı. Bu, bizi virüsü elimine etme stratejisine sokmakta ve bugün Yeni Zelanda’daki umut verici durumun ortaya çıkmasında oldukça kritik bir adımdı.

Işın Eliçin: Profesör Baker, halk sağlığı gözüyle bakarsak bir lideri iyi yapan şey nedir? Bir bilim insanı olarak belki daha farklı bir cevap verebilirsiniz.

Prof. Michael Baker: Yeni Zelanda’da siyasi liderlik konusunda çok şanslı olduğumuzu düşünüyorum. Birçok yönden, bilim ve halk sağlığı iyi liderlerle çalışıp çalışamayacaklarından endişe duyar çünkü halk sağlığı kavramının temel tanımları, toplumun örgütlü çabaları hakkındadır. Bilim temelli yaklaşımlara sahip olduğumuzu düşünüyor olabiliriz ancak ortada iyi bir liderlik olmadıkça bu bilimsel yaklaşımları politikaya ve pratiklere dökmemiz mümkün değil. Neyse ki şanslıyız, Yeni Zelanda’da oldukça kararlı ve bilim insanlarını dinleme konusunda son derece açık olan bir hükümetimiz var. Hükümet birimlerinin içinde ve başbakanlık dairesinde bilim danışmanlığı kurulları oluşturulması, Yeni Zelanda’da öne çıkan başka bir reform. Benim gözlemime göre, oluşturulan bu kurullar salgın süresince devlet kurumlarının ve devlet yetkililerinin önüne geçmiş durumdaydı. Bürokrasinin engellerine de takılmadılar. En son hatırladığım, Yeni Zelanda’nın salgında ne yapması gerektiği konusuyla ilgili olarak bilim danışmanlarıyla iletişim halindeydim.

Işın Eliçin: Sayın Clark, 8 Nisan’da bir grup kadın lider olarak Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin (BMGK) derhal harekete geçerek koronavirüsü küresel barışa ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak değerlendirmesini talep etmiştiniz. Bunu yaparken üstlendiğiniz rolü ve BMGK’nin buna verdiği yanıtı açmanız mümkün mü?

Helen Clark: Üst düzey liderlerden kilit isimlere yollanan iki mektupta yer aldım. İlki sizin de az önce bahsettiğiniz BM mektubu, diğeri de G-20 liderlerine yollanan bir mektup. Küresel meselelerde üst düzey görevler yapmış kadınlar olarak oluşturduğumuz bir grup var. Bazılarımız BM içinde, eski ABD Dışişleri Bakanı Madelaine Albright gibi bazı isimler de ülkelerin BM büyükelçiliklerinde diplomatik görevlerde yer aldı. Grup olarak, BM Güvenlik Konseyi’nin eyleme geçme eksikliğinden dolayı son derece endişeliydik. Bence bu gerçekten şok edici. 2014 yılını, üç Batı Afrika ülkesine odaklanan ama elbette diğerlerini de kapsayan ebola salgınını düşündüğünüzde, devletleri ve diğer oluşumların neler yapabileceklerini biliyorsunuz. Bu salgın o kadar ciddi görülmüştü ki BMGK, BM ülkeleri için bağlayıcı olan bir karar alarak ebolayı küresel barışa ve güvenliğe karşı bir tehdit olarak ilan etti ve üye ülkeleri bununla savaşmak için kaynaklarını seferber etmeye çağırdı. Altı yıl sonra ise buradayız. Evet ebola kadar ölümcül olmayan ancak ondan daha çok yayılan ve birçok soruna sebep olan bir hastalığımız var. BMGK’den bu konuda hiçbir şey duymadık. Bu, bugünün toksik jeopolitiği açısından üzücü bir değerlendirme çünkü bu sorun ortaya çıktığında Güvenlik Konseyi’nde birbirini suçlamak için sıraya giren insanlar oldu: “Bunu sen başlattın, virüs sizden sonra ortaya çıktı, sen bunu yaptın, sen bunu yapmadın.” Bu tamamen üretkenlik karşıtı bir tutum. Bir krizle yüzleşiyoruz ve bu salgın konusunda önemli olan bir şey de yalnızca teşkil ettiği sağlık sorunları değil aynı zamanda küresel bir ekonomik ve sosyal krize de sebep olması. Aynı şekilde tek seferber edilmesi gereken şey sağlık kaynakları değil; ekonomisi çöken ülkeler var, borç altına girerek insanlara temel hizmetleri sağlayamayan ve eve kapanma durumundan dolayı zarar gören insanlara temel destek sağlayamayan ülkeler var. Bu yüzden BMGK’nin ve üye devletlerin üzerindeki baskının devam etmesi gerektiğini düşünüyorum çünkü bugüne kadar ortada yoklardı. Bu tutumlarının açıklamasının, gerçekten ihtiyacımız olan küresel ve koordineli acil eylemlerin kısıtlanması olduğunu düşünüyorum. En az gelişmiş ve düşük gelirli ülkelerdeki olası büyük hasarları önlemek için çok az zamanımız var, eğer treni kaçırırsak G-7 ülkelerinin aksine virüsle başa çıkmak için temel sağlık altyapısına sahip olmayan ülkelerde büyük travmalar görmeyi bekleyebiliriz. Bu yüzden grubum bu konuda baskı yapmayı sürdürecek ve iletişimde olduğumuz diğer gruplar ve liderler aracılığıyla G-20 liderlerine de başka itirazlar yapmayı sürdüreceğiz.

Işın Eliçin: G-20 konusuna tekrar döneceğim fakat önce Profesör Baker’a sormak istediğim bir şey var. Yeni Zelanda salgın yönetiminde dört seviyeli bir uyarı sistemini uygulamaya koydu. Bu sistemi açıklayabilir misiniz? Yarından itibaren de üçüncü seviyeye geçeceksiniz ve bundan sonra neler olacak? Bu sistem ne kadar etkili?

Prof. Michael Baker: Evet, bu güzel bir soru. Bence bu sistem çok hızlı bir şekilde organize edilen güzel bir risk iletişimi ve şimdiye kadar da işe yaradı. Yani insanlar bu sistemi anlamış gibi gözüküyorlar. İlginç olan şey, influenza salgınında verilen tepki salgın kötüleştikçe artar. Ancak bir elimine etme yaklaşımı izliyorsanız her şeyi ilk başta ortaya koyarsınız çünkü basitçe virüsü silip süpürmek istiyorsunuzdur. Bu, düşüncesel olarak somut bir değişim. Yeni Zelanda, ülkede yüzü çok az geçen vaka olmasına ve herhangi bir ölüm kaydedilmemesine rağmen oldukça yoğun hafifletme önlemlerine başvurdu. Bu diğer ülkelerin yaptığından oldukça farklı bir yaklaşım. İnsanlar bu aşamada Kuzey İtalya’daki ve Avrupa’nın diğer bölgelerindeki yıkımı gördü ve bence bu salgının ne kadar ciddi olduğunu anlamaya başladılar. Halk bu sert önlemleri destekliyordu yani. Bunun yanında iş dünyası ve iş liderleri de bunu gerçek bir tehdit olarak algıladılar ve aldığımız büyük kararların önemli savunucuları oldular. Şimdi dört buçuk haftamızı ev karantinası olan dördüncü seviyede geçirmiş olduk. Bu seviye içinde zorunlu işlerde çalışmıyorsanız tamamen evlerinizde kalıyorsunuz. Sonraki seviye olan üçüncü seviye de buna kıyasla çok özgür bir seviye değil. Hâlâ evde kalıyorsunuz ancak ekonominin devamlılığı için işgücüyle alakalı bazı önlemler gevşetiliyor: İnşaatlarda çalışan insanlar işlerine devam ediyor ve aynı şekilde restoranlar açılıyor ve oralarda çalışan insanlar da minimum temas içerisinde müşterilere servis yapmaya başlıyor. Bunun yanında eğer insanlar çocuklarını evde bırakamazlarsa ve bu insanlar temel işyerlerinde ya da sağlık kuruluşlarında çalışan insanlarsa, okullar ve erken eğitim merkezleri de açılacak.

Işın Eliçin: Sayın Clark tekrar G-20 konusuna dönmek istiyorum. Eski İngiltere Başbakanı Gordon Brown’ın da aralarında olduğu bazı diğer küresel liderlerle de çalışıyorsunuz. Bunun yanında G-20’ye baskı kurmaya çalışan isimlerin içinde olduğu bir listede bazı Türk akademisyenleri ve diplomatları da gördüm. G-20, geçen cuma ülkeleri, uluslararası organizasyonları ve özel sektörü 8 milyar dolarlık bir hedef belirleyen finansman girişimine katkıda bulunmaya davet etti. Bu yeterince iyi bir gelişme mi? İstediğiniz şey bu muydu?

Helen Clark: Bu onlarca eski liderin G-20 liderlerine yaptığı itirazlardan biriydi. Bu 8 milyar dolar, esasen 2014 yılındaki ebola salgını sonrasında Dünya Sağlık Örgütü (WHO) ve Dünya Bankası (WB) tarafından kurulan Küresel Salgın Hazırlık Kurulu’nun önerisinin içinde bulunuyor. Bu kurul aşıların, tedavi yöntemlerinin, tanı yöntemlerinin ve elbette WHO’nun acil önlemlerinin geliştirilmesi için özellikle 8 milyar dolarlık bir yatırım önerisinde bulundu. Dolayısıyla bu konuda vaat edilenler G-20’nin girişimleriyle ortaya çıkmış değil. Paket Avrupa Komisyonu Başkanı tarafından açıklandı. Dolayısıyla önemli Avrupa ülkelerinin birçoğu ve aynı zamanda insani yardımlar konusunda oldukça cömert olan Körfez ülkeleri de bu bu çabayı destekliyor. Ancak gerçek şu ki, bu yapılması gereken şeylerin yalnızca küçük bir parçası. Çünkü dediğim gibi tam bir ekonomik kriz yaşarsanız, ekonomi durursa; turizm sektörü, gayri safi yurtiçi hasılanın yüzde 10’unu karşılayan bir sektör olarak durursa Karayipler ne yapacak? Turizm sektörü oldukça canlı olan Kenya ne yapacak? Hint Okyanusu’ndaki Maldivler, Seyşeller ne yapacak? Bölgemiz Güney Pasifik’ten bahsetmiyorum bile. Aynı şekilde ülkelerin Kovid-19’un yarattığı tehdidi karşılamak için kamu harcamalarını yeniden düzenlemeleri de kritik bir önem taşıyor. Eğer çok borcu olan bir ülkeyseniz (bazı ülkelerin bütçelerinin büyük bir kısmını borç ödemeye harcadıklarını söylemek hiç gerçek dışı değil) bu borçların bekletilmesine ihtiyacınız var. Sahra Altı Afrika’da ülkelerin 44 milyar dolarlık borçlarının vadesi bu sene doldu. Bu paranın koronavirüs ile mücadele için harcanabilmesi adına bu borçtan feragat edilmeli. Çünkü bildiğimiz gibi, eğer bir ülke koronavirüs salgınına karşı halk sağlığı tepkisini ortaya koyamazsa, karşılaştığı ekonomik sorunlar daha da derinleşecek ve daha uzun sürecektir. Bu nedenle G-20 liderlerine olan talebimiz, gönderdiğimiz mektupları hazırlamamızda yardımcı olan Gordon Brown’un liderliğinde 2009 yılında yaptıkları gibi daha hızlı hareket etmeleri. Küresel mali krizin korkunç sonuçları karşısında trilyon dolarları dolaşıma soktular. Gereken her şeye sahip olduğumuzu mektupta belirttim. Evet, uzaktan bakıldığında şu an gerçekten 2 trilyon dolarlık bir yanıt arıyoruz. Borçtan feragat edilmesini istiyoruz. IMF’den 500-600 milyonluk özel kredi çekme hakkı istiyoruz. Dünya Bankası ve Kalkınma Bankası’ndan yeni kredi limitlerine ihtiyaç var. Bunlar gerçekten büyük meblağlar ancak hayatımız boyunca görmediğimiz, hatta 88 yaşındaki babamın bile daha önce görmediği bir şekilde dünya ekonomisi komple bir çöküş içinde. Ve sanıyorum ki, ulusların kolektif gücüyle, küresel bir depresyon haline gelen şiddetli bir resesyonu durdurma gücüne sahibiz. Ancak bu yalnızca, liderlerin kararlı adımlarla birlikte hızlı bir şekilde hareket etmeleriyle mümkün.

Işın Eliçin: Söylediklerinizin devamı olarak, dünya gittikçe “önce ben” diyen liderlerin dünyası olmaya başlıyor ya da bazen buradan böyle görüyoruz. Ancak Kovid-19’la savaşmak için çok taraflılık yerine uluslararasıcılık (enternasyonalizm) gerekiyor. Bunu nasıl görüyorsunuz, ‘önce ben yaklaşımı’ benimsenecek mi?

Helen Clark: Öyle sanıyorum ki ‘önce ben yaklaşımı’ hepimize Trump’ı anımsatıyor. Bu tür bir yaklaşım benimseyerek salgınla başa çıkabileceğimiz bir süreç içerisinde olduğumuzu sanmıyorum. Herkesin bir adım atması gerekiyor. Yeni Zelanda uluslararası düşünebilen bir ülke. Biz burada virüsü elimine etme durumunun içindeyiz fakat dünyanın geri kalanı harekete geçmedikçe burada sadece oturacağımızı ve insanlarımızı istediğimiz şekilde destekleyemeyeceğimizi biliyoruz. ABD çok daha büyük; ancak sınırları var, seyahat etmek isteyen insanları var, ticaret yapmak isteyen; turistlerin gelmesini isteyen insanları var. Salgına uluslararası bir cevap verilmesi ABD’nin de yararına olacaktır. Umuyorum ki bir noktada Beyaz Saray’a bir tavsiye gelecek ve ABD kadar büyük bir gücün bile bir şeyleri tek başına halledemeyeceğini açık bir şekilde vurgulayacak. Birbirimize ihtiyacımız var. Bu sorunun üzerinde birlikte durmalıyız. İngilizce’de eski bir deyim vardır: “Birlik olmazsanız ayrı ayrı asılırsınız.” İyi sonuçlar elde etmek için birlik olmak önemli.

Işın Eliçin: Profesör Baker, farklı ülkelerin salgına getirdikleri farklı yaklaşımlara bakarak iki soru sormak istiyorum. Birlikte hareket etmenin aksine bir ülke kendi yaklaşımını benimseyebilir mi ve eğer ülkeler bu şekilde devam ederse yani herkes farklı bir yaklaşımı benimserse bu salgının daha ne kadar süre günlük hayatı etkiyeceğini ve daha ne kadar insanın erken ölümlerine sebep olacağını düşünüyorsunuz?

Prof. Michael Baker: Gerçekten çok güzel sorular. Bence buradaki temel fikir bizim (bilimin) yaklaşımlarımızı küresel olarak paylaşmamız gerektiği. Salgının başında çok iyi işaretler vardı. Çin’in virüsün gen dizilimine dair bilgileri küresel bir biçimde paylaşarak dünyanın farklı noktalarındaki bilim insanlarına testler, aşılar konusundaki çalışmalarına başlamaları için gerçek bir dokunuş yaptığını düşünüyorum. Ancak bazı nedenlerden dolayı risk değerlendirilmesinin başarısız olduğunu düşündüğüm bir nokta vardı ve ne yazık ki, WHO ile çalışmama rağmen -WHO’nun gerçekten iyi bir organizasyon olduğunu ve bu tarz bir oluşuma çaresizce ihtiyaç duyduğumuzu düşünmekle birlikte- WHO’nun ihtiyacımız olan risk değerlendirmesine bazı noktalarda yardımcı olmadığını düşünüyorum. Benzer olarak, Yeni Zelanda’nın her zaman birlikte çalıştığı birçok Batı ülkesi kurumu da -ABD’deki CDC, İngiltere’deki Halk Sağlığı Kurumu ve Avrupa’daki EDC gibi- virüs konusunda sağlam bir değerlendirme ortaya koyamadılar ve bu salgını hafife aldılar. Ayrıca çok net öneriler sunduklarını da düşünmüyorum. Ayrıca, WHO o dönem seyahat kısıtlamalarının uygunsuz olduğunu öne sürüyordu. Ancak bunu öne sürdüklerinde dikkatli bir şekilde hazırlanmış seyahat kısıtlamalarının büyük fark yaratabileceği bir dönemdeydik; o dönemde salgını küresel düzeyde kontrol altına alma ve yok etme şansımız vardı. Elbette zor bir iş olurdu ancak teknik olarak imkânımız vardı. Sonra bu pencere kapandı. Ve Yeni Zelanda ve Avustralya gibi ülkeler Asya’daki uygulamaları baz aldı; batı ülkelerinden iyi örnekler gelmiyordu. Yani ortada batıya dair bu virüsle beraber gelen neredeyse istisnai ve her zamanki gibi kibir dolu olan bazı unsurlar var. Asya ülkelerinden daha fazla şey öğrenebilirdik ve bunların ışığında daha iyi hareket edebilirdik.

Işın Eliçin: Söylediklerinizin devamı olarak “sürü bağışıklığı” yaklaşımını da yorumlayabilir misiniz? Ülkeler bilim insanlarının tepkilerinden dolayı böyle bir yaklaşımı benimsemediklerini söylüyor fakat bunu kamuoyuyla paylaşmadan uygulamaya çalıştıklarına dair bazı şüpheler var.

Prof. Michael Baker: Öncelikle her zaman düşündüğüm şey şu: Bir salgına uluslararası düzeyde tepkiler vermeye yönelik politikaları düşünürken karşıt olguları da (ya şu şekilde olsaydı, ya bu farklı olsaydı) göz önünde bulundurmak zorundasınız. Seçenekleriniz neler? Bazı ülkeler için ve özellikle de sınırlarını yönetebilen ülkeler için virüsü sınırlandırmak ya da virüsün ülkeyi ezip geçmesini kabullenmek arasında bir seçim yapma şansı var. Öyleyse ilk seçenek, eğer ülkesel düzeyde bir seçeneğiniz varsa, virüsle yaşayabilecek misiniz yoksa onu ülkeden atmak için yatırım mı yapacaksınız? Pasifik Okyanusu’ndaki ada ülkeleri bu konuda uç bir örnek. Bunu yapan Samoa ve Tonga gibi ülkeler daha önceki tecrübelerinden yola çıkarak virüsün onlar için ne kadar yıkıcı olabileceğini biliyorlardı; solunum cihazları ve tıbbi kaynakları yoktu ve bu onlar için en mantıklı seçenekti. Bir sonraki seçenekte; Avustralya, Yeni Zelanda ve Tayvan gibi turizm ve ticarete bağımlı ülkelerin sınır yönetimlerini sağlayarak virüsü ortadan kaldırmaları gerçekten oldukça mümkün. Ancak Avrupa veya Amerika kıtasının ortasındaysanız, salgını yönetmek için gereken kaynaklara sahipsiniz demektir ve bir şekilde, tam eve kilitlenme ya da farklı eve kilitlenme yöntemlerini uygulayabilir, aşı bulunana kadar insanları evlerinde tutabilirsiniz. Yapabileceğiniz şeylerden bir tanesi de “yatıştırma yaklaşımının” bir versiyonunu uygulamak. Virüsü durduramayacağınızı kabul ederek yayılmasını yavaşlatabilirsiniz. Bunun işlevsel olabilmesini sağlamak için toplumdaki yaşlı ve hastaların içinde bulunduğu savunmasız grupları güvenli bir şekilde kümelere ayırmanız ve enfekte olmadıklarından emin olmanız gerekiyor. Bu da oldukça etkili ve mantıklı bir yaklaşım olabilir. Muhtemelen İsveç bunu yaptığını itiraf eden tek ülke ama bence bazı diğer ülkeler de belirli açılardan böyle bir yaklaşım sergiliyor. İsveçli epidemiyologlar da bu durumu normalleştirmiş gözüküyor. Ancak aşının bir yıl içinde hazır olacağı düşünülürse yalnızca enfekte olanlar açısından değil, sağlık sistemi açısından, sağlık sistemine erişimi olmayanlar açısından ve ekonomik zarar açısından bunu yapmak doğru mu bilmiyorum. Bence nihai hesaplamaları yaptığımızda, virüse karşı geleneksel yaklaşımlar kullanan ülkelere kıyasla Yeni Zelanda olarak bizim yaptığımız seçimin daha iyi olduğu ortaya çıkacak. Ve onlara hak veriyorum, bu farklı yaklaşımların sonucunu belirlemek zor olacak. Söylemem gereken bir başka şey de hiç kimsenin bu hastalık için bağışıklığın ne anlama geldiğini bilmediği. Yani yüksek düzeylerdeki enfeksiyon oranlarını kabul edebileceğinizi ve sürü bağışıklığı uygulayacağınızı söylediğinizde, bunun ne kadar başarılabilir olduğunu hâlâ anlamış değiliz. Bağışıklığın ne kadar sürdüğünü de bilmiyoruz. Yani bu oldukça spekülatif bir yaklaşım.

Işın Eliçin: Sayın Clark, koronavirüs salgınından sonra nasıl bir dünyayla karşı karşıya olacağımız konusuyla ilgili bazı tartışmalar var. Bazı yorumcular bu krizin dünyayı daha sürdürülebilir ve daha eşit bir yola sokma fırsatı sunup sunmayacağını merak ediyor. Sizin öngörüleriniz neler?

Helen Clark: İdeal bir dünyada hem liderler hem de toplumlar bu krizden ders çıkarmalı ve yaşam şeklimizin zoonoz (hayvanlardan insanlara bulaşan) hastalıkları ortaya çıkarmaya oldukça elverişli olduğu gerçeğiyle yüzleşmeli. Böyle bir krizin toplumlardaki bütün kırılmaları ortaya çıkardığını, en savunmasız olan kesimlerin kırılganlıklarının arttığı gerçeğiyle yüzleşecekler. Sera gazlarının azalımı ve sanayileşmenin durması nedeniyle soluduğumuz havanın kalitesinin arttığı gerçeğiyle yüzleşecekler. Bunun gibi diğer birçok gerçekle daha yüzleşecekler ve bu durumdan daha güçlü bir şekilde dönebilir miyiz diyecekler. Yine de dünyada böyle ani değişiklikleri uygulamaya koyabilecek liderlik kalitesine sahip olup olduğumuzdan kuşkuluyum. Ekonomik hasarların derinleşeceğinden endişe ediyorum, insanlarda her zaman olduğu gibi aceleyle işlerine geri dönme eğilimi olacaktır. Sonunda ekonomiyi şişirmeye devam edeceğiz, büyük turizm akışları sürecek ve karbon ayak iziyle bir anlamda yine cehenneme gideceğiz. Bu nedenle vatandaşlar her şeyin farklı olabileceğini söylemedikçe burada yakaladığımız değişim fırsatını kaybederiz. Baker’ın söylediklerine ek yorum yapmak isterim; Dokuz yıl boyunca Yeni Zelanda’da başbakanlık yaptım ve tıpkı kendi yaptıklarım gibi dünya çapındaki liderlerin bu durumu nasıl ele aldıklarına bakıyorum. Şunu söylemem gerekir ki bizim ülkemizde İsveç’teki gibi bir yaklaşım getirerek hastalığı serbest bırakma gibi bir şansımız yoktu. Bunu yapsaydık çok ciddi bir toplumsal tepki olurdu. Beni en çok endişelendiren şey ise yaşlılar ve korunmasız insanların içlerinde olduğu durum. Eğer virüse karşı yatıştırma anlayışı içinde hareket ederseniz bu insanları yaşadıkları yerlere kilitlemeniz gerekir. Onlarla etkileşime giren herkesi de yaşadıkları yerlere kilitlemeniz gerekir. Yaşlılar ve toplumun zayıf kesimlerindeki ölüm oranlarına baktığımızda gördüğümüz manzara şok edici. Bu yüzden kriz ve nasıl yönetildiğine bakıp ortaya konan etik ve ahlaki tutumlar üzerine düşünmeye ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. ‘Önce insan’ anlayışı içerisinde insan merkezli bir kriz yaklaşımına sahip olan Yeni Zelanda’da olduğum için oldukça minnettarım. Evet, sürdürdüğümüz politika ekonomimize zarar veriyor ancak virüsü elimine etme şansımız var. Bununla beraber; virüsü elimine etme anlayışı sürdürmeyen ülkelere oranla bu durumdan çok daha iyi bir şekilde çıkıp çok daha hızlı bir şekilde toparlanacağımızı ve her durumda o ülkelerin de ekonomilerine zarar verecek kilitlenme önlemlerine başvuracaklarını düşünüyorum.

Işın Eliçin: Son sorulara geçiyorum. Profesör Baker, sanıyorum ki röportajlarınızdan birinde “İyileşme dönemi bu küresel felaketten çıkınca olmak istediğimiz daha sürdürülebilir, daha güvenli ve daha eşitlikçi bir toplumu planlamak için kullanılabilir” demiştiniz. Bunu açıklayabilir misiniz?

Prof. Michael Baker: Sanırım bu tema şimdiden ortaya çıkmış durumda. Birçok insan bu her şeye yeniden başlama düşüncesinden, her şeyi daha farklı yapmak için önemli olan bir zaman olarak bahsediyor. İnsanlar bu tarz büyük olaylardan sonra hep bir şeyleri değiştirmekten bahseder ancak bu çok sık yaşanmaz. Meslektaşlarım arasında bu salgından neler öğrenebileceğimiz büyük bir tartışma konusu. Hepimiz bu hastalığın bulaşıcılık bölgesini göz önüne alarak bunun yerel, ulusal ve uluslararası düzeylerde sağlık kurumlarımızı değerlendirmek için bir fırsat olduğunu, bu kurumların insanlara nasıl daha iyi hizmet verebileceğini anlamak için önemli olduğunu düşünüyoruz. Ne yazık ki tarihteki salgın hastalıklardan çok şey öğrendiğimizi söylemek güç. Buna karşın Yeni Zelanda’daki sağlık sisteminin küresel veba korkusuyla oluşturulduğunu ve 1918 yılındaki grip salgınından sonra 1920’de daha iyi bir yönetim gösterdiğini söyleyebilirim. 20 yılı aşkın bir süredir ise Yeni Zelanda’daki sağlık sistemi sistematik olarak geriye gitti ve parçalanma yaşadı. Bu, sistemi tekrar inşa edebilmek için bir fırsat. Daha geniş bir perspektiften, bunun, bilim insanlarının söylediği gibi iklim değişikliği, çevresel bozulma gibi ufukta gözüken ve hızla yaklaşarak 10-20 sene içinde tepe noktasıyla birlikte ortaya çıkması beklenen durumlar için evrensel bir test olduğunu düşünüyorum. Umarım insanlar bu salgından bir şeyler öğrenerek “Bilim insanlarını dinleyelim, uygulanabilecek politikalar konusunda bilgilenelim, sanki bir salgınmış gibi iklim değişikliğiyle savaşalım” derler. İklim değişikliği bize doğru geliyor, zaman çizelgesi koronavirüse göre biraz daha uzun fakat koronavirüsten çok daha yıkıcı olacak. Dolayısıyla hükümetlerin halk sağlığını korumak ve sürdürülebilir toplumları oluşturmak için ne yapmaları gerektiği hakkında daha derinlemesine bir şekilde düşünmeyi ve kısa vadecilikten uzaklaşmayı tekrar gündemlerine almaları gerekiyor.

Işın Eliçin: Helen Cark, daha önceki açıklamalarınızda biraz karamsarlık hissettim. Eğer hükümetlerimize ve hatta uluslararası kurumlara güvenemezsek bireyler olarak ve küresel vatandaşlar olarak neler yapabiliriz?

Helen Clark: Bence bireyler olarak hükümetlerimizi hem Michael’ın hem de benim söylediğim gibi, dönüştürücü yaklaşımlar göstermeleri adına baskılamalıyız. Bu, her şeyi daha sürdürülebilir şekillerde tekrar inşa etmeyi çözerek doğayla daha uyumlu, daha adil, herkes için daha olanaklı bir dünyada yaşamamız için uygun olan bir zaman. Bu olaya aynı zamanda çok ama çok pratik bakmak gerektiğini de düşünüyorum. Ülkeler geçmişte yaşadıkları olumsuz olaylara baktıklarında hatta iklim krizine ve deprem felaketlerine baktıklarında hem Türkiye’nin hem de Yeni Zelanda’nın deprem ve benzeri deneyimler yaşadığını düşünürsek salgın hastalıklar hakkındaki bu farkındalıkla birlikte esneklik ve hazırlık planlaması da inşa edebileceğimizi düşünüyorum. Koronavirüs karşısında neden şaşırdığımızı anlamakta zorlanıyorum. Bu, son 17 yılda halk sağlığı krizi olarak ilan edilen beşinci zoonoz hastalık. 2003’te SARS vardı, 2009’da domuz gribi vardı, 2014’te Afrika kıtasında ve 2019’da Demokratik Kongo Cumhuriyeti’nde ebola vardı. Şimdi de koronavirüs. 17 yılda beş tane. Ortalama her üç-dört-beş senede bu tarz bir hastalık patlak verecek. Ve bu hastalıkları yönetmek konusunda daha iyi olmazsak, toplumlarımızda, ekonomilerimizde, sağlık refahımızda, insanlarımızın güvenliğinde kısa aralıklarla büyük aksamalar yaşayacağız. Bu nedenle bizi yöneten liderler açısından bunun şiddetli yansımaları olması gerektiğini söyleyebilirim.

Son çağrım ise bütün ülkelerin tam ve erken iş birlikleri içine girmeleri gerektiği üzerine. Yeni bir virüsün veya hastalığın ortaya çıktığını bildirmek konusunda gecikme yaşanması kabul edilemez. Bu işte hepimiz birlikteyiz. Ülkelerin yoğun bir şekilde birbiriyle bağlantılı oldukları bir dünyada, bir ülke çok kısa bir zamanda diğerini de etkiler. Bu yüzden dünyamızın bu korkunç hastalıkların, hastalıkların da dünyamız için bu kadar çekici bir hale gelmesini durdurmak için küresel işbirliğini güçlendirmemiz gerekiyor.

Işın Eliçin: Sayın Clark ve Profesör Baker çok teşekkürler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.