Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Begüm Başdaş ile Yollarda (7): Gazeteci Franziska Grillmeier ile Yunanistan’da mülteciler için hiç bitmeyen olağanüstü hâl

Fotoğraf: Julian Busch

Begüm Başdaş’ın hazırlayıp sunduğu Yollarda programının yedinci bölümünün konuğu gazeteci Franziska Grillmeier oldu. İngilizce yapılan yayının Türkçe’ye İlayda Biberoğlu çevirdi:

Begüm: Yollarda’nın yedinci bölümüne hoş geldiniz! İyi yıllar.

Bugünkü konuğum, arkadaşım ve gazeteci Franziska Grillmeier.

2020’de önemli bir şekilde artan ve hem yollarda olan insanları hem de onlarla dayanışma içinde olanları hedef alan “Yunanistan’da mülteciler için hiç bitmeyen olağanüstü hâl” konusunu ele alacağız. 

Hoşgeldin Franziska. Seni daha detaylı tanıtayım: 

Fransizka Grillmeier, Midilli adası merkezli çalışan serbest bir gazeteci. Çalışmaları, AB’nin göç politikaları, kriz döneminde sağlık hizmetleri ve zorla yerinden edilme gibi temaları kapsıyor. Uluslararası Kalkınma ve Çatışma Hakları ve Adalet Politikaları konularında eğitim alan Franziska’nın çalışmaları, çoğunlukla Alman basınında, Der Spiegel, Die Zeit gibi gazetelerde ve ayrıca İngilizce olarak Guardian başta olmak üzere çeşitli mecralarda yayımlanıyor.  

İlk olarak Yunanistan’daki basın özgürlüğü konusuyla, özellikle yollarda olan insanlarla çalışan gazeteciler ile başlamak istiyorum. 

Ege Denizi’nin kıyılarındaki geri itmeler hakkında Der Spiegel’de kapsamlı yazılar yazan Yunan gazeteci Giorgos Christides, “Ege’nin Gündemi” başlıklı yazısında: “Yıllardır yaptığım habercilik hakkındaki eleştiri yapanlar, çoğunlukla Yunanlar, beni yurtsever olmamakla ve çalışmalarımı, vatanımı yabancılara ifşa etmek gibi sapkın bir eğilimin sonucu olmakla suçluyor” dedi. 

Güncel olarak Yunanistan’da yaşayan bir gazeteci olarak hem Yunan hem de diğer yabancı gazetecilerin mülteciler hakkında bilgiye ulaşabilmesiyle ve uygulanan kısıtlamalarla ilgili geçen yıl içinde gözlemlediğin değişiklikler neler? 

Franziska: Öncelikle beni ağırladığın için teşekkür etmek istiyorum. Seninle konuşacağım için oldukça heyecanlıyım. 

Bu yıl, o veya bu şekilde sürekli “olağanüstü hâl” ile geçti. Ocak ayının sonunda Midilli şehrine geldiğimde, Moria’lı kadınları sokaklarda hak ve özgürlüklerini talep ettikleri bir yürüyüş yaparken görmüştüm.  Sahip oldukları her şeyi yanlarına almışlardı. Çocukları omuzlarında, resmî belgeleri yanlarındaydı. İlk defa orada, polis tarafından kameramla beraber bir kenara çekilmiş, uzaklaştırılmaya çalışılmıştım. Çoğunlukla sadece yazıyorum ancak bazen fotoğraf da çekiyorum; kameram bu nedenle yanımdaydı. Adayı terk edip ülkeme dönmemi ve kendi ülkemde haber yapmam gerektiğini söylediler. Bu olayın yaşandığı ocak ayı başlangıçtı. Daha öncesinde adada gazetecilik yaptığımdan ötürü kendimi tehdit altında hissetmemiştim. İnsanlara özgürce ulaşabiliyor, onlarla konuşabiliyordum. Moria’daki insanlarla özgürce birlikte olabildiğimiz zamanlardı… Tabii ki bu askeri kampa dönüşmeden önceydi, 15 bin insan dışarıda “Jungle” denen kısımda yaşıyordu. Basın mensupları diledikleri gibi oraya gidip insanlarla görüşebiliyordu. Fakat şimdi, ocak ayının başından beri, bu durum tamamen değişti. 

Giorgos Christides, uluslararası bir gazeteci olarak kendimle kıyasladığımda benden tamamen farklı bir hedef. Bana kıyasla, omuzlamak zorunda olduğu daha fazla eleştiri var çünkü ben çoğunlukla Almanca yazıyorum.  Altından kalkmak zorunda olduğum farklı eleştiriler var fakat Yunan gazetecilerin maruz kaldığı siyasi tacizi deneyimlemiyorum. Geçmişte, gazetecilerin yollardaki insanlar hakkında haber yapmasının engellendiği Atina ve Selanik’teki protestolara baktığımızda da görüyoruz ki bu sorun yalnızca şu anki hükümet ile ilgili değil, Syriza döneminde de yaşanıyordu. Şimdilerde tabii çok yükseldi. Türkiye, mart ayında sınırları açmaya karar verdiğinde, düzinelerce gazeteci göçmenlerin karaya varışlarına tanık olmaya geldiğini gördük. Bu histeri içinde Avrupa, 2015 yılında yaşananların tekrarlanacağını düşündü ve bu konuyu medya çok fazla yazdı. Midilli’ye o zaman sadece üç bot ulaştı ve botların adaya vardığını gözlemlediğim son gün o oldu. Şimdi bir bot adaya ulaştığında orada olmak istesem, eminim ki polis tarafından karakola alınacağım ve sorgulanacağım.

Begüm: İzleyicilerimizin, gazetecilerin hangi koşullar altında polis tarafından alıkonulma riskiyle karşı karşıya geldiğini daha iyi anlamaları için, “karaya çıkma” (landing) ne demek açıklayabilir misin?

Fransizka: Karaya çıkmak, bir botun, 8 deniz mili uzaklığındaki yolculuğunu tamamlayarak Türkiye kıyısından Yunanistan kıyısına ulaşması anlamına geliyor. Bu çok kısa bir mesafe. Örneğin, 2015’te botların en yoğun olarak geldiği zamanda, bir gecede on bin insanın adaya ulaştığı oluyordu. Bu, 2015 yılına ait maksimum sayıydı. 2016’da yapılan Avrupa Birliği-Türkiye mutabakatından beri gelen insanların sayısı ciddi bir biçimde azaldı. Örneğin geçtiğimiz yıl boyunca, sanıyorum ki, Midilli’ye yalnızca 4500 insan botlar ile geldi. Bu sayı, bir önceki yıldan yüzde 70 daha az.

Begüm: Eğer bir botun karaya varışını görmek için sahile gidersen alıkonulabileceğini söylüyordun…

Franziska: Meslektaşlarımızla deneyimlediğimiz şey şu: insanların karaya vardıkları bölgelerde onların gelişini görmek için bekleyenler, polis tarafından bir nevi sorguya çekiliyor. Polis onlara, neden orada bulunduklarını, mültecilerin adaya varacaklarını nasıl, nereden bildiklerini soruyor. Bazen insan kaçakçılığıyla veya kıyının öbür tarafında bağlantı sahibi olmakla suçlanıyorlar ve mültecilerin geliş bilgisini bu bağlantılar aracılığıyla öğrendiklerini iddia ediyorlar. Bu tutum, her şeyden önce, bulunduğunuz yerde hoş karşılanmadığınızı ve bize gözdağı verdiklerini hissetmemize yol açıyor. Bir gazeteci olarak, nazik olsanız bile birisini tehdit ediyormuş gibi hissediyorsunuz. Ben herhangi bir gösteriye bir başkasının ayağına basmaya gitmiyorum. Yaşanan durumu gözlemlemeye gidiyorum. Gösteri benzeri herhangi bir durumda oraya saldırgan bir tavırla gitmediğim gibi, bir botun karaya varışını görmeye giderken de böyle bir tavır takınmıyorum. Neler olduğunu görmeye gidiyorum; benim işim de bu. Ama özellikle bir botun karaya vardığını ve insanların indiğini görmeye gitmemeliymişiz, yani işimizi yapmamalıyız, gibi hissediyoruz. Geçen yıl boyunca Yunanistan kıyısına varan birçok insan, yasal olmayan geri göndermelere maruz kaldı; otobüslere, gemilere, küçük sandallara ya da şişme botlara zorla bindirildiler ve Türk sularına geri gönderildiler. Tabii ki, bölgedeki bağımsız gözlemcilerin bunları görmesini istemiyorlar. Oldukça militarize edilmiş bir bölge olan Midilli’de gördüklerimizin arka planı böyle. 

Begüm: Peki tüm bunlar yeni kampta nasıl yürüyor? Mülteciler Moria’dayken araştırmacı ve gazeteci olarak bizler onlara ulaşabiliyorduk. Bu yeni kampta ise insanlara aynı şekilde ulaşamıyoruz. Yeni kampta gazetecilerin durumu nedir?

Franziska: Genel olarak Yunanistan’daki kampların yapısı şu şekilde: mülteciler ve sığınmacılar çoğunlukla askeri alanlarda tutuluyor. Tabi, askeri bölge içerisinde fotoğraf çekemezsiniz. Hatta, seyahat ederken, kırsal bir bölgeden veya askeri bir alanın yanından geçerken de fotoğraf çekemezsiniz. Temelde burada da aynı durum var. İnsanların, öncelikle askeri amaçlarla kullanılan bir yerde tutulması söz konusu. Bu şekilde “kitleleri” kontrol altında tutmak kolay ama insani olmayan koşullarda. Hem askeriye hem de göç bakanlığı bu bölgeden sorumlu. Moria’dayken de durum böyleydi ama orada yürürken bile daha farklı bir dinamik olduğunu görmek mümkündü. Moria kendi kendine organize olmuş yerdi, bir nevi vahşi bir alandı. Yeni kamp, her tarafı çevrelenmiş olan bir atış alanına inşa edildi. Etrafı çitlerle ve denizle çevrili. İstediğiniz gibi girip çıkabilmeniz mümkün değil. Zeytin ağaçlığına girip çıkmak gibi bir şey de değil. 

Üç yüz polis tarafından gözetim altında tutulan bir kamp alanından söz ediyoruz. Hemen dışarıda büyük bir polis kamyonu duruyor ve bazen havadan gözetleme için dronelar kullanılıyor. Kampta yaşayan biri içeriye giriş yapacağı zaman havaalanlarındaki gibi bir metal detektörden geçiyor. Bölge, 7/24 tam denetim altında tutuluyor. Bağımsız bir gazeteci olarak benim giriş çıkış yapabilmem mümkün değil. Bu durum haberciliği, öncesinden farklı bir konuma taşıyor çünkü bireylere ulaşamıyorum. Kampta yaşayanlarla oturup bir fincan çay içebildiğim, bir ağacın altında uzanıp hayattan konuşabildiğim, karşımdakinin zorlukları yenme araçlarını görebildiğim zamanları kaybettim. 

Moria’da taştan yapılmış bir ağırlığın yanından geçtiğimizi hatırlıyorum. Sen “Şuna bak!” demiştin. Romantize etmek istemem ama her gün, her hafta, her yıl yaşanan onca deliliğe rağmen Moria hayat ve yaratıcılık doluydu; orada yaratıcı bir kargaşa vardı. Oysa şimdi insanlar Moria’yla kıyaslandığında çok daha kötü bir durumda olduklarını söylüyorlar. Akan bir suları yok, elektrikleri yok. Bu sabah aldığım mesajlara göre, döşenen kum torbaları suları tutamamış ve çoğu çadır yine sular altında kalmış. Bu yaşanan zorluklardan sadece biri. Bu hayatta kalmakla ilgili. İnsanlar durumun Moria’dan daha kötü olduğunu söylediğinde, çoğunun bahsettiği şey aslında burada başka türlü bir umutsuzluk olduğu ve hayatlarına kendi istekleri doğrultusunda yön verebilme hakkını kaybetmiş olma hissi. 

Begüm: Uygulanan tüm kısıtlamalara rağmen sen üretmeye devam ediyorsun. Genellikle Alman okuyucular için yazıyorsun; peki çalışmalarının Almanya’da nasıl algılandığını düşünüyorsun? 

Franziska: Öncelikle, çalışmalarının nereye varacağını bilmek hiçbir zaman mümkün değil diye düşünüyorum. Tanık olduğum onca gerçekliği ve yaptığım onca görüşmeyi yazdığım şeyle kıyasladığımda, yazdığımın ne kadar az olduğunu görüp şaşırıyorum. Yazılarımı her tamamladığımda, yazdığım şey çok azmış ve hakkında yazdığım tüm insanların seslerini yeteri kadar duyuramamışım ve adil davranamamışım gibi hissediyorum. 

Bu yıl Almanya’ya gittiğimde, sokaklardaki dayanışmayı gördüğümde çok şaşırdım. Berlin’de ya da Münih’te yürürken beklemediğim yerlerde aniden “Moria’yı boşaltın” ve “insanların dışarı çıkmasına izin verin” gibi hashtagler gördüm. Adada dünyadan bir haber yaşıyorum; bazen adeta bir mağara insanıymışım gibi dünyayla bağım kopuyor. Bu nedenle Almanya’da çalışmalarımın nasıl algılandığını tam olarak görmemiştim. Tabii ki bahsettiğim dayanışmanın benim haberciliğimle doğrudan bir ilgisi yok; ben yalnızca bütün bir zincirin küçük bir halkasıyım. Aşırı sağcı gruplardan eleştiriler alıyorum ve bazen internette, özellikle yoğun olarak kullandığım Instagram’da, hedef gösteriliyorum. Ayrıca sosyal medya üzerinden şahsi geri bildirimler de alıyorum. Doğruyu söylemek gerekirse, bunlar çoğu zaman beni çok etkiliyorlar. Geribildirim veren insanların yaş grupları, cevapların çeşitliliği inanılmaz. 

Begüm: Genellikle adadaki koşullardan ve taleplerden bahsediyoruz ama mülteciler için anakara da daha iyi veya daha kolay bir yer değil. Geçtiğimiz yaz, anakaraya giden ancak kalacak yerleri olmayan ve Atina meydanlarında evsiz kalan insanların haberlerini gördük. Ayrıca mültecilere yönelik pek çok şiddet, düşmanca tavır ve saldırı olaylarının haberi de vardı. Mülteciler adadan ayrılıp ülkenin iç kesimlerine gittiğinde neler oluyor? 

Franziska: Bahsettiğin şeyi bu yıl Atina’da, 11 bin statüsü kabul edilmiş mültecinin Ege adalarından ve konaklama merkezlerinden tahliye edildiğini gördük. Bunlar korona döneminde yaşandı. Nisan ayında tüm kamp karantinadaydı. Hiç kimsenin içeri girmesine veya dışarı çıkmasına izin vermediler. Yangından önce insanlar 170 gün boyunca karantina altındaydılar. Sokaklarda, market alışverişine ya da eczaneye giden insanlar dışında kimse yoktu. O kadar. Adalılar ve benim gibi misafirler etrafta dolaşabilirken, kamptan birini dışarıda görmek mümkün değildi. Biz limanda kahve içebilirken, birdenbire çantalarıyla, bebek arabalarıyla, çocuklarıyla iskelede yürüyen insanlarla karşılaştık. Limanın yanından geçerken Atina’ya giden feribotu yakalamak için kıyı şeridinde sıralanmış yüzlerce insan görmeye başladık. Bunlar son derece beklenmedik durumlardı çünkü birçok insan mahsur kalmıştı ve olumlu sonuçlanan sığınma taleplerinin çoğunun gerçek amacının, adayı boşaltıp insanları göndermek olduğunu sandık. Fakat problem şuydu ki, hiçbir şey organize olunmuş bir şekilde yürütülmüyordu ve kamptakiler tek dileklerini “Moria’dan çıkmak istiyorum. Sadece burayı terk etmek istiyorum.” şeklinde ifade ediyordu. Göç Bakanlığının isteği ise adaları boşaltmak, mevcut sayıyı azaltmak için insanların gitmesiydi. İnsanların anakarada başlarının çaresine bakacağını düşündüler. Bakanlığa göre, konaklayacak bir yer kiralamak ve iş bulmak zorunda olan insanlar ya bunları yapacaklardı ya da seyahat edebilecek bir kimlik kartı çıkaracak ve bir başka Avrupa ülkesine gideceklerdi. Yunanistan hükümetinin umudu bu yöndeydi. Fakat insanlar Atina’ya geldiğinde yaşanan gerçek tamamen farklıydı. Hatırlıyorum, feribotta Midilli’ye veda eden bir aile ile beraberdim. Onlarla birlikte aynı yolculuğu yaptım. Feribotta durup, Midilli’ye el salladılar. Atina’daki Viktoria Meydanı’na geldiler ve kendilerini evsiz barksız kalmış buldular. Bir şehirde evsiz kalmak bir adada evsiz kalmaktan daha farklı, daha zor. 

Viktoria Meydanı’nda birden aileler, işkence ve cinsel taciz mağdurları, bekar anneler mahsur kaldı. Tuvalete gidecekleri, ellerini yıkayacakları bir yer bile yoktu. Açık olan tek yer, günde bir kere bir kişinin gelip ellerini yıkamasına izin veren bir restorandı. Sabahları sokak temizleme araçları gelip meydanı yıkarken, insanlar eşyalarını alıp sokağın bir başka köşesine gitmek zorunda kalıyordu. Bir pandemi döneminden geçiliyordu ve karantina vardı; ancak insanların herhangi bir konuda bilgi alabilecekleri bir yer yoktu. Yerel halkta korku ve yaşananlara karşı kızgınlık olduğu için de insanlar kalacak bir yer kiralayamadılar. Anlamamız gereken bu insanlar kamplarda hayatta kaldılar. Gidebilecekleri bir dil okulu, bir entegrasyon programı olmadığı için Atina’ya geldiklerinde, emlakçıyı arayıp “Daire kiralamak istiyorum” diyebilmeleri mümkün değildi. Paraları olsa bile artık takatleri kalmamıştı.   Sokaklarda kaldıklarında aniden, tekrar hayatta kalabilme moduna geri döndüler. Atina’da böyle oldu. Evsiz kalan birçok aile daha sonra anakarada var olan kampların çevresine gitti ve yarı-evsiz denilebilecek bir duruma geldi. Buralara gittiler çünkü günde bir kez yemek alabilme, telefonlarını şarj edebilme, çocukları için bebek bezi ve çeşitli medikal malzeme bulabilme imkanına sahip olabileceklerini düşündüler. Çünkü bunlar sağlanmıyordu. Bana sürekli olarak bir avukat veya doktor tanıyıp tanımadığımı sorduklarını hatırlıyorum. Durumları çok kötüydü. 

Daha sonra Selanik’e gittim. Burada evsizlik, özellikle Evros sınırından geri gönderilme deneyimi olmuş ve sokağa terk edilmiş genç erkekler için, uzun yıllardır gündemde olan bir sorun. Zaten, Evros bambaşka bir hikâye. Ayrıca, Uluslararası Tıbbi Gönüllüler’e ait tıbbi bir merkezde de bulundum; Diavata gibi kamplara da gittim. 

Bir gün küçük bir çocukla karşılaştım, elleri yara bere içindeydi. “Nereye gidiyorsun?” diye sorduğumda, “Uluslararası Tıbbi Gönüllüler merkezine, bir Alman hemşireye gidiyorum” dedi. Ona, kampta tıbbi herhangi bir tedavi alabiliyor mu diye sordum. O da “Evet, doktor sivrisinek ısırığı olduğunu söyledi” diye cevap verdi. Oysa, uyuz olmuştu ve uyuz tüm vücudunu sarmıştı. Bu İranlı-Kürt çocuğun tek şansı bir otobüse binerek şehre gitmek ve anakarada oldukça az olan bağımsız insani yardım görevlilerinden biri tarafından tedavi edilmekti. Biz konuşurken bana kampta okul olmadığını ve ileriye yönelik bir plan da olmadığını söyledi. Şimdi o çocuk, insanlar Moria’ya ulaştığında onlara çitlerden el sallıyor ve yemek veriyor. Tüm bu yolculuğu işte böyle görmek mümkün; insanlar bu ülkenin adeta uydusu gibi… Burada kalıyorlar, gidecek başka yerleri yok ve kendim için de dahil en zor farkına varış şuydu: bir kere kamptan ayrıldığında, mülteciliğin tanınmış olsa bile, kamptakinden daha az hakkın oluyor. 

Begüm: 2016’da, Makedonya sınırındaki bir kampta, İdomeni/Yunanistan’ın hemen karşı tarafındaydım. Binlerce mülteci, Yunanistan ve Kuzey Makedonya arasındaki sınırda, İdomeni’de korkunç koşullarda sıkışıp kalmışken, Makedonya’daki bu kamp neredeyse bomboştu çünkü AB’nin iç sınırları -Balkan rotası- kapalıydı. Her zamanki gibi, yaşanan kriz anından dolayı bu durum manşetlere taşınmıştı. Şimdilerde bu iç sınırları çok az konuşsak da insanlar, Balkan rotası üzerinden hâlâ Yunanistan’ı terk etmeye ve Kuzey’e gidebilmeye çalışıyorlar. Senin de yakın bir zamana kadar İdomeni’ye gittiğini biliyorum, bize oradaki gözlemlerinden biraz bahseder misin?

Franziska: Senin 2016’da gözlemlediğin şeyleri ben görmedim. Kuzey Makedonya sınırında ilk gidişimdi. Benden önce pek çok kişinin geldiği, kadınların bahçede sigara içtiği, köpeklerin havladığı küçük bir köydü burası. Bu sınır çevresindesin. Sınırdan İdomeni’ye gitmek biraz uzun sürdüğü için bir araba ile yolculuk yaptım. Otobanın kenarından yürüyen insanları görmeye başladım. O sıralarda, kimse İdomeni’de neler olduğunu konuşmuyordu çünkü sınırlar kapalıydı. Balkan rotası üzerinden Orta Avrupa’ya gitme çabaları yine artıyor. Oraya vardığımda, sadece birkaç insanın gölgede oturduğunu gördüm. Sokakta oturan bir çift Pakistanlı erkek kardeş vardı. Dürüst olmak gerekirse çok konuşmadık çünkü fazla bir şey söylemeye ihtiyacımız yoktu. İkisi de topallıyordu. Birinin kolu da kırıktı. Bana, altı kez sınırı geçmeye çalıştığını ve o gece tekrar deneyeceğini söyledi. 

Yerel hakla konuştuğumda da öğrendim ki her gün yaklaşık iki yüz kişi aynı şeyi deniyormuş ki bu sayı yalnızca benim karşılaştığım gibi geç erkekleri değil, aileleri de içeriyor. Ormanda saklanan aileler gördüm. Tren istasyonunda tencerelerini yıkayan Eritreli bir aile gördüğümü de hatırlıyorum. Onlar da o gece ikinci kez, trenle sınırı geçmeyi deneyecekti. Çünkü oradan Balkan rotası ile Orta Avrupa’ya gitmek için iki yolunuz var. Ya üç buçuk gün boyunca yürüyüp dağ yolunu kullanacaksınız ya da trene tutunarak gideceksiniz. Bu bir yolcu treni değil. Eşya taşıyan bir kargo treni ve son derece tehlikeli. 

İsmini gizli tutmak isteyen ve tren istasyonun olduğu bölgede otuz iki yıl boyunca çalışan bir kaynağın söylediğine göre “Trene tutunmaya çalışırken insanlara elektrik çarptığı haberleri Yunan medyasında yer bulmuyor. Medyada görülen tek şey trenin gecikmesi oluyor, ölümler duyulmuyor.” Aynı kaynak o yıl boyunca, beş kişinin bu sebeple hayatını kaybetmesine tanık olduğunu da eklemişti. Bu benim bilmediğim bir durumdu. Gazetelerde okuduğum bir şey değildi. Bu umutsuzluğu sınırlarda çok gördüm. İdomeni’ye gelen insanlar, biraz olsun güçleri olan ya da bir miktar paraları kalanlardı. Viktoria Meydanı’ndaki insanların, Atina’dan başlayan insanların ise artık ne parası ne de gücü var. Selanik’ten İdomeni’ye birkaç saatlik bir araba yolculuğu ile gelinmesine de bu yüzden değindim. Çünkü, şahsi fikrime dayanarak söylüyorum, buraya gelen mültecilerin daha fazla yürüyecek güçleri olmuyor. 

Bir başka ilginç şey ise, araştırmam sırasında konuştuğum insanların çoğunun sığınma taleplerinin kabul edilmiş olmasıydı.  Mültecilikleri tanınmıştı ancak bir işe giremiyorlar, üniversiteye gidemiyorlar ve bunlara benzer şeyleri yapamıyorlardı. 

Begüm: Sohbetimize Yunanistan otoriteleri ile devam edelim. Hükümetin çalışmalarında ciddi bir şeffaflık eksikliği var ve bu, tabii ki, yalnızca mülteciler ile ilgili konulara özgü değil. Medyada, sağlık hizmetlerinde, finansta da böyle. Dışarıdan bakıldığında bir planları yokmuş gibi görünüyor olabilir ama aslında göçün güvenlikleştirilmesi ve suç sayılması konusunda çok kararlılar ve istediklerini de oluyor.

Yakın bir zamanda Yunanistan devletinin sağlık, eğitim, toplum gibi başlıklar ile alakalı açık verileri paylaşan bir internet sitesi açtığını gördüm ancak göç, “suç” istatistikleri başlığı altında kategorilendirilmiş.

Yunanistan’da göçmenlerle ilgili para kaynaklarının nereye gittiği konusunda çok az açıklık var. Bu konuda çok fazla sorumuz var ancak cevaplar çok az. Örneğin, denizin ortasına inşa etmeye çalıştıkları duvara ne oldu? Ona bu kadar para harcadıktan sonra birden “bu çalışmıyor” dediler. Şimdilerde bir de kamplarda ve Yunanistan’ın herhangi bir başka yerinde yaşayan mültecilerin sayısı hakkında yinelenen “kayıp göçmenler” sorusu var. Güvenlikleştirme için yapılan harcamaların artmasının ve bu şeffaflık eksiğinin Yunanistan’daki mülteciler için ne anlama geldiği hakkında bir şeyler söyleyebilir misin?

Fransizka: Evet, bunun en önemli sorulardan biri olduğunu düşünüyorum. Bunun için AB, AB Komisyonu ve AB üyesi ülkelerin, AB sınırları içerisinde “güvenlik” için artırdığı harcamalara genel olarak biraz bakmalıyız. Mesela FRONTEX’in 2005 yılında 6 milyonluk bir bütçesi varken bu sayı 2015’te 142 milyona ulaştı. Şimdi ise 460 milyon gibi bir miktardan bahsetmekteyiz. Mart ayında ise Ursula von der Leyen Yunanistan’a “Siz Avrupa’nın kalkanı olarak görev yapıyorsunuz. Biz de parasını ödüyoruz” gibi bir söylemde bulunmuştu. Yunanistan’ın ilk olarak 350 milyon alacağı ve kalanının en kısa zamanda ödeneceği söylendi. Aynı durumu Türkiye ile de görmüştük. Çok fazla detaya girmek istemiyorum ama burada büyük miktarlarda paradan bahsediyoruz. Şimdiki duruma baktığımızda hem yeni hem de eski kampta politik bir başarısızlık yok aksine politik bir hesaplama var. Sorun para veya çalışan eksikliği değil. Sorun ikisinde de koordinasyonun olmaması. Konuyu daha da derin ele alırsak, Avrupa, Akdeniz’de kullanılacak bir hava otobüsü ve İsrailli bir silah firmasının ürettiği dronelar için 100 milyon harcadı. Burada şu soruyu sormalıyız: Burada dışarıdan bir kontrol var mı? Verilen paraları kim kontrol ediyor? Bu paraların nereye harcandığını takip etmek ile kim ilgileniyor?

Bu hafta Noel günü, kampın içinde kendileri organize olmuş bir grup mülteci ve sığınmacı bir mektup yazıp “bize yardım etmek istiyorsanız paranın nereye gittiğini sorun” dedi. Kıyafetlere, yiyeceğe ve bebek bezlerine para harcamayın çünkü hiçbiri buraya gelmiyor dediler. Bu sorulması çok önemli bir soru çünkü senin de belirttiğin gibi denizdeki duvar için 500 bin Euro harcandı ve sonra uçtu gitti. Kim yumruğunu masaya vuracak ve “Ne yapıyorsunuz?” ya da “Bu para nerede?” diye soracak.

Son beş yıldır insanları sınır dışında tutabilmek için insan hakları ihlallerinin ne kadar ileri gidebileceğini gördük. Bu tarz dışsallaştırma politikaları oldukça masraflı çünkü güvenlik odaklı. Bunu birçok başka ülkede de gördük ve bunlardan öğrendik. Avrupa, Berlin Duvarından itibaren çok sayıda duvar inşa etti. Global güvenliği sağlamak adına global bir güvenlik marketi oluşmuş durumda. Uçak, gemi ve drone tarzı birçok teknoloji için para harcanıyor. Para insan hayatı koşullarını iyileştirmek için değil, aksine bu tarz teknolojilere harcanmakta. Bu konu hakkında, Uluslar üstü Enstitünün ve birçok benzerinin yaptığı oldukça fazla araştırma ve anket bulunuyor.

Senin de dediğin gibi ben tüm bunların daha çok insanlara olan etkisine yoğunlaşıyorum. Tekrara düşmek istemiyorum ama şunu yeniden belirtmek istiyorum: yeni kamp alanının güvenlik odaklı olması orada yaşayanların ruhsal sağlıklarına direkt olarak etki etmekte. 

Begüm: Biraz adanın koşulları hakkında konuşalım istiyorum. Yaptığın işlerden bana ilham veren pek çok şeyden biri de bu kamp alanlarının yalnızca “berbat” koşullarına odaklanıyor olmaman. Yazdığınn insanlarla birlikte çok fazla vakit geçiriyorsun. Moria’daki insanları ve bu insanların hayatta kalma, güçlü durma ve dayanıklı olma hikayelerini yazıyorsun. Bir şeyler hala aynı sayılabilir ama insanlar Moria kampında çıkan yangından sonra geçici kamp olan Karatepe’ye taşındıktan sonra işler değişti.

Attığın tweetlerden bir tanesi, Midilli’de bulunan Afganistanlı bir kadından alıntı yaptığın, bana derinden dokundu.

Bu sabah, Lidl süpermarketinin yanındaki yolda “Burada zaman geriye doğru akıyor,” dedi Kunduzlu bir kadın. “Bu yıl, yer ve zaman algımı kaybettim. Bugün günlerden ne, saat kaç hiç bilmiyorum. Hayatım sıralarda bekleyerek, günün sıcaklık derecesine göre yaşıyorum.” Bize yeni kampın koşulları ve üstesinden gelmek zorunda kaldıkları ruh halleri hakkında bilgi verebilir misin? 

Fransizka: İlk olarak, insanlar bana öğretti ki odaklanılması gereken şey sessizlik anları. Büyük bir patlamadan, yangından, bir insanın ölümünden sonra kalan sessiz anlar var. Bu anlar bazen trajik bir şiirsellik içeriyor. Aslında, kişisel olarak bu cümlede beni en çok üzen şey de bahsettiğim sessizlik. O, bunu Lidl’ın (bir süpermarket) park alanında söyledi. Girişte iki sıra vardı ve o beş litre yağ almıştı. Ben süpermarkete girmek için bir sırada bekliyordum. Ben beyaz tenli bir ada sakini olduğum için sırt çantamı dolaba koymak zorunda değildim ama o zorundaydı. Haftada yalnızca bir kere, bu beş litrelik yağı alabilmek için kamptan çıkmasına izin veriliyordu. Bunu oradaki zamanını düşünerek ve o kadar basit bir şekilde söyledi ki… Dokuz günlük yangından sonra insanların polis tarafından karantinaya alındığı zaman da beraber olduğumuzu hatırlıyorum. Küçük bir çocuk bize “Özgürlük ne zaman?” diye sormuştu. Bunlar size fotoğraflardan, çamurdan daha fazla şey söyler. Ben çamura alışığım ama hayat her gün devam ediyor ve bu, bir okulun, anaokulunun bile olmadığı yüksek güvenlikli o bölgedeki asıl problem.

“Çocuklarımı okula göndermek istiyorum. Bunu nasıl yapabilirim?” diye soran anne-babalardan mesajlar alıyorum. Korona önlemleri nedeniyle bir araya gelmeleri yasak. Spor aktiviteleri yok. Okullar kapalı. Yemek pişirmek için yakacak odun bile bulunmuyor. Bu bölgede kafalarını dağıtabilmek için herhangi bir kültürel alan ve yaratıcılık bile yok. Bu benim için çok çarpıcı. 

Kampta bulundum; bir kere girmeme izin verildi ancak nezaret ile girebildim. Kampta, beyaz UNHCR (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) çadırlarında yaşayan insanlar vardı. Çadırların zemini yoktu, kampta herhangi bir renk yoktu. İnsanların en büyük korkusu, sokakta seninle gördüğümüz küçük çocuğun o gün “Özgürlük ne zaman?” diye sorması gibi, hapishane koşullarına geri dönmekti. O koşulları kaldıramadıklarını söylediler. Göç Bakanlığı’nın “Yeni kamp alanına giderseniz, suyunuz, elektriğiniz ve internetiniz olacak. Güvende olacaksınız. Size tersini söyleyen STK çalışanlarına ve gazetecilere inanmayın.” diyen el ilanları vardı. Sanki “size neden yalan söyleyelim” der gibiydiler. İnsanları sokaktan kampa çekmek, umutlarını kırmak ve onları korktukları duruma tekrar sokmanın yolu buydu. Çünkü burası yeniden sürekli travmatize olma ve incinmenin yeri. Bence şu an yeni kamptaki durum bu. 

Begüm: Devamlı olarak kamptaki ruhsal sağlık durumunun üstünde duruyorsun. Yeni kamptaki insanların ruhsal sağlığı ile ilgili bize biraz daha bilgi verebilir misin?

Franziska: Yangından sonra gördüğümüze ve sahadaki pek çok sağlık görevlisinin, psikoloğun söylediğine göre özellikle çocuklarda görülen ve uykuda ortaya çıkan yeni bir fenomen var. Uyurgezerlik, uyur haldeyken bağırmak, çadırda kalırken günlerce bilinçsiz olmak… Doktorların birçoğu “Yangından sonra hastalarımızı tanıyamaz hale geldik. Pek çoğunun tedavisine tekrar başlamamız gerekti. Öncelikle anne babaları stabilize etmek zorunda kaldık.” dedi. Birçok çocuk psikoloğu, çocukları tedavi etmek için de öncelikle ebeveynleri stabilize etmek gerektiğini söyledi. İnsanlar için tüm yapı yıkılıyordu ve şimdi baktığımızda intihara eğilimli bir sürü insan var. Ölmek istediğini belirten birçok çocuk var. 10 yaşında bir oğlan çocuğu ile beraberdim ve onunla hala her gün görüşüyoruz. Bu konu hakkında konuşuyoruz. Korkusu hakkında konuşuyoruz. O çocuk bana babasının ellerini kelepçelediğini fark ettiğinde çok utandığını söyledi. Kelepçelemekten kastım ellerinin bağlı olmasıydı. Babası oğlunun çadırdan çıkabileceğinden endişelendiğinden yapmıştı bunu. Çünkü bu daha önce de olmuştu. Çadırdan çıkıp denize doğru ilerleyebilir veya büyük bir tehlike ile karşı karşıya kalabilirdi. Ayrıca geçen hafta uykusunda gezerken, kolunu bir taşa çarpıp kırmıştı. Babası dün bana uzunca bir mesaj yazıp “Çocuklarım kendi aralarında intihara meyilli konuşmalar yapıp hayatlarına son vermekten bahsediyorlar. Eğer bu söylediklerini yaparlarsa ve ben fark etmezsem kendimi asla affetmem.” dedi.

Bu en dip nokta, işler bundan daha da kötü bir hale gelemez. Bu aile on üç aydır sığınma talepleri için cevap bekliyor. Baba, “Mesele hiçbir zaman para olmadı. Maddi olarak bir şekilde hayatta kalabilirdim. Avrupa’ya gelme sebebim bu değil. Avrupa’ya güvenli bir yaşam aradığım için geldim.” dedi. Aile buraya Afganistan’dan geldi. Baba ayrıca “Bakın, Türkiye ve İran sınırında çok feci şekilde şiddete uğradım. Ön dişlerimi kaybettim. Üstelik bunlar yaşanırken çocuklarım olayları izlemekteydi. Gerçekten çok kötü bir andı. Çocuklarıma her şeyin daha iyi olacağını, istediğimiz yere ulaşacağımızı ve buradan gideceğimizi söyledim. Onlara on üç aydır yakında güvenli bir yerde olacağımızı söylüyorum. Paramı kullanıp, birilerine ödeme yapıp ailemi ve kendimi buradan uzaklaştıramıyorum. Harekete geçemiyorum. Eşime ve çocuklarıma bakamıyorum. Çocuklarım ciddi bir depresyon geçiriyor ve sürekli uykularında geziyorlar” dedi. Bu sadece bir ailenin hikayesi.

Sahada bulunan sağlık çalışanlarından duyduğuma göre, Avrupa kamplarındaki birçok hastada büyük bir yeniden travmatize olma durumu görülüyor. Hiçbir şeyin düzelmeyeceği ve kendilerinin bu umutsuz durumdan çıkamayacakları hissinden kaynaklanıyor. Öylece tüm eşyalarını toplayıp “ben daha iyi bir yere gidiyorum” diyemiyorlar. Özellikle yaşanan yangından sonra bu travmalar insanları ruhsal olarak zorlamaya başladı. Birçok çocuk uyku uyuyamamaya başladı, o güven duygusunu kaybetti. Sürekli uykularından uyanıyorlar.

Kesilmeyen bir ses var. Yine bir inşaat alanındalar. Bu sabah bir başka kampta yaşayan biri bana şunu yazdı: “Bu sesi daha fazla dinleyemeyeceğim. Bir türlü durmak bilmiyor.” Yağan yağmur sadece etraf ıslanıyor anlamına gelmiyor, düşen damlalar sanki kafanızda biri davul çalıyormuşcasına sesler çıkarıyor ve uyuyamıyorsunuz. Bunlar gözle göremeyeceğiniz, fotoğraflarda fark edemeyeceğiniz görünmez yaralar. Çocuklar artık oyun bile oynayamayacak halde. Bir fotoğrafçı kampa girebilse bile çocukların fotoğraflarını göremezdik. Onlar, o çadırların içinde görünmez kalanlar. En çok dikkat ettiğim ve kendime hatırlattığım noktalar bunlar. Özellikle de böyle sessiz ve görünmez anlar bana çok çarpıcı geliyor.

Begüm: Midilli’de yaşayan Afgan mülteci Nazanin Froghi adada yaşadıklarıyla ilgili bir yazı yazdı ve şunu sordu: “Değiştiremediğin her şeyi sen seçmiş olursun. Bu yaşananlar gerçekten de Avrupa’nın seçimi mi?”

Son 5 yıldır Avrupa, kalıcı ve sağlam bir çözüm üretmektense var olan genel “kaos” durumunu devam ettirmeyi tercih etti. Yeni girdiğimiz 2021 yılında mültecileri ve Avrupa’da dayanışma halinde olan herkesi neler beklemekte?

Franziska: Maalesef, bu konu hakkında dürüstçe bir tartışma yapmak zorundayız. Öyle bir duruma geldik ki çok korkunç şekillerde ihlal edilen insan hakları, Avrupa üye ülkeleri tarafından kabul görmeye başladı. Bu ayrıca göçün suç haline gelmesi, insanların kaçması, insani yardım görevlilerinin ve hukukun üstünlüğünün gittikçe azalması demek. Gördüğümüz şey şu: Yangından sonra Avrupa’da hakkında konuştuğumuz tek şey kampların kendileri. Halbuki, Moria’da çıkan yangın son 5 yıldır devam eden kötü yönetimin sonucu. Yani kampın kendisi, bu şiddet ve caydırma mimarisi esas sorun. Dayanışma kampları ve bu sene kapanan PİKPA gibi alternatifler gibi bu duruma yönelik çözümlerin bulunmasına yönelik tartışmalar yapılmıyor. PİKPA, seksenden fazla hassas duruma sahip engelli insanlar, bekar anneler, LGBTİ’ler için kurulan, bu insanların hayatın bir parçası olabilecekleri, kendi alanlarını tasarlayabilecekleri bir kamptı. Adalarda yaşayan insanların, balıkçıların, keşişlerin, öğrencilerin ve Midilli’ye gelenlerin kesiştiği bir alan. Şimdi ise ne görmekteyiz… Adada araba ile çöp yığınlarının toplandığı alanın yanından geçen çamurlu bir yolda gitmekteydim. Yağmur yağıyordu ve orada durdum. Burası Eylül 2021’de tamamlanacak olan yarı kontrollü kamp için seçilmiş alandı. Adeta bir hiçliğin ortasındaydı. Orada duran koyunlarla göz göze geldim. Böyle bir yerden ihtiyaçlarınızı satın almak için en yakın markete gitmek bile 2 saat sürüyor. Ama AB komisyonu ve göçmen bakanlığının dediğine göre yeni kampta markete gitmeye gerek kalmayacak. Çünkü yeni kamp mültecilerin yerel halktan, herkesten, yaşamdan uzak bir yerde tutulacakları şekilde tasarlanıyor. Beni en çok korkutan bu. Eğer bu bahsettiğim kesişim noktasını kaybedersek ve insanları şu an olduğundan daha fazla kilit altına alırsak, bu politik ve ideolojik olarak cepheleşmeden başka bir şey sağlamayacak. İşin görünen kısmı ve ilerlemekte olduğumuz yer burası. Buna birçok insanın dediği gibi Avustralya modeli diyebiliriz: kaçmakta olan insanlara zulmederek onları kilitlemek ve Avrupa’nın 2015’ten beri sürdürdüğü görmezden gelme politikasına devam etmek.

Begüm: Çok teşekkür ederim.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.