Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

28 Şubat sürecinde, başörtüsünü çıkarmadığı için öğrenimini yarım bırakmak zorunda kalmış bir kadının kaleminden: “Bir 28 Şubat mağduru, Kemal Kılıçdaroğlu’na oy verir mi?”

28 Şubat sürecini bizzat yaşamış ve öğrenimini başörtüsünü çıkarmadığı için bırakmak zorunda kalmış bir izleyicisi Ruşen Çakır’a bu yazıyı Medyascope’ta yayınlanması için iletti. Kendisinin isteğine uygun olarak, adını değiştirerek dikkatinize sunuyoruz.

Adım sanım önemli değil, bu ülkedeki binlerce insana benzeyen bir hikâyem var sadece. O yüzden size kısaca aile profilimden bahsederek başlayayım. 84 doğumluyum. Ailem Nakşibendi tarikatının Hakyol Vakfı ya da İskenderpaşa Cemaati diye bilinen bir koluna bağlı, kendilerini hâlâ muhafazakâr olarak tanımlayan bir aile. Çocukluğumdan itibaren Nakşibendi tarikatı ve İslamcı siyasal partiler hayatımızın merkezinde. Bizim ev küçük bir Türkiye kara kutusu. Çocukluğumda ailem Nakşibendi lideri Esad Coşan’ın sohbetlerine giderdi. Kendisini çocukken şahsen görmüşlüğüm vardır. O dönemler, Mahmut Esad Coşan’ın zamanında Erbakan’a siyaset konusunda ehliyet vermediğini ancak kendisinin “Hocaefendi’yi” dinlemeyip yine de siyasete girdiği, bu yüzden bir türlü başarılı olamadığı söylenirdi.

Sıkıcı bir çocukluğun ardından imam hatipte ortaokula başladım. Normal müfredatın dışında Kur’an dersleri, hadis dersleri… Ve bunlardan geri kalan zamanda evde “Hocaefendi’nin” sohbetleri ile ailemiz bizi dindar olarak yetiştiriyor. Bacak bacak üstüne atanın bacağına şeytan oturur, bisiklete binmek sakıncalı, kuzenlerle bile samimi konuşamazsın. Yemeğin ağzını açık bırakma şeytan yer, suyu oturarak iç yoksa içtiğin suyu şeytan içer vs. Okul ve evdeki eğitim birbirini destekliyor. Bu yüzden sorgulama ihtiyacı hissetmiyorum. Apartmandaki arkadaşlarımla bizim ev arasında dağlar kadar fark vardı. Ama zaten onlar günahkârdı. Azınlıktık ama olması gereken yaşam tarzı buydu. Ortaokul sonrası ailem bana asla inanmıyor ama azmedip kendi kendime sınava girip Anadolu İmam Hatip’i kazanıyorum. Liseyi İngilizce okuyacağım. Mutluluk sarhoşuyum. Daha hazırlık sınıfındayım, çok iyi gidiyorum, psikolog olmak istiyorum. Ama ülke pek iyiye gitmiyor. Sinirler gergin.

Bir şey oldu. 28 Şubat 1997 postmodern darbesi. Ailem gibi insanlar, irticacılıkla suçlanıyorlar. İrtica neymiş? Eskiyi istemekmiş. Osmanlı zamanlarını. Hani şu şanlı zamanları? E ne var bunda? Yok efendim Peygamber zamanlarını. Yok şeriat istiyorlarmış falan. Ne alakası var?

Her gece televizyonda 32. Gün’de, Siyaset Meydanı’nda ben ve ailemin ne kadar tehlikeli bireyler olabileceğimizi izliyorum ve sabaha kadar bir kürsüden söylev veriyorum. Öyle insanlar olmadığımızı anlatıyorum Ali Kırca ve o kalabalık salona. Sokakta Kemalist teyzeler arkamızdan bağırıyor “İran’a gidin, İran’a gidin.” Ailem ne yapıyor ki? Sadece sohbet evlerine gidip zikir çekiyorlar bu kadar. Bir de kermesler falan yapıyorlar. Cemaatlerinin radyosu açılsın da “hocaefendinin” sohbetlerini daha kolay dinlesinler. Babam bizim bileziklerimizi bozdurup veriyor falan. Ne var bunda?

Birden bir şey oldu.

Hükümet başörtüsü ile okula girmeyi yasaklayacak diyorlar. İmam hatipler kapatılacak diyorlar. Ama ben? Geleceğim? Kaygı içerisindeyim. Hükümetin, annemin, babamın, cemaatlerinin gözüne bakıyorum ne diyecekler? Hükümet başörtüsü yasağı için pilot bölgelerden biri olarak bizim okulu seçti. Aman tanrım. İlk savaş bizim okulda. Başarılı olursa tüm yurda yayılacak. Başaramamalılar. Tüm cemaatler, aileler okulun etrafında zincir oluyor falan. Hayatımda ilk defa polis görüyorum. Müdür ağlamaklı bir sesle başımızı açarak okula girmemiz gerektiğini duyuruyor. Herkes tek yürek.

Derken bir şey oldu.

Nur cemaatine bağlı genç kızlar birden gruptan ayrılıp ağlayarak başlarını açıp içeri girmeye başladılar. Fethullah Gülen “Eğitim için mubahtır” demiş. Allah’ın hükmünün üstünde bir hüküm vermiş. Ve direnişi kırmış. O gün, o yaşımda karar verdim. Bu adam cemaat lideri falan değildir, dinle alakası yoktur. Bu adam hükümetin zorla yapmak istediği şeyi bir sözüyle yaptırabilen bir ajan. Hayatımın ilk şokunu o an yaşadım. Nurcular bir kere açınca daha sonra zaten o kadar da dindar olmayanlar başlarını açıp girdiler. Biz, aileleri asla açmasına izin vermeyen bir avuç kız ailelerimizle oradan ayrıldık. Ailemiz bize sormadan bizi okuldan aldı.

Prof. Mahmut Esad Coşan

Bizim evdeki hikâye, “Hocaefendi” Mahmut Esad Coşan peruk da saç gibidir diyerek peruk takmamızın caiz olmadığına hükmetmişti. Hocaefendi bu konuda öyle katıydı ki kendi çocuklarını ve torunlarını yurt dışında okutmaya karar vermişti. Demek onların parası varmış ama bizim yok. Açmak? O zaten mümkün değil. Ben ve bir avuç kız, devletle ailelerimiz arasında sıkışıp kaldık. Uzatmayacağım. Aradaki travmalar benim olsun, ben size AKP’yi anlatacağım. Aradan üç yıl geçti. Ben tam artık okuyamayacağımı kanıksamışken bir adam çıktı. Hem dindar hem özgürlükçü. Önce normalleşmeyi ardından başörtüsü yasağını kaldırmayı vaat ediyor. Ailemde, hele bende bir umut, bir heyecan ki görmeyin. Şimdi benimle istediğiniz kadar dalga geçebileceğiniz bir şey söyleyeyim. Ben o AKP’ye öyle bir umut bağladım ki bayrağını yorganıma dikmiştim. Sabahlara kadar gözyaşlarıyla ıslanan yastığımın üzerini onunla örttüm. Hemen olmayacaktı tabii. Zaman lazımdı. Ama umut vardı. Üstelik Erbakan’a olur vermeyen “Hocaefendi” bu partiyi destekliyordu. Kurucuları arasında o cemaatten dersli birçok siyasetçi vardı. Tepe noktalarda üstelik. Bu yüzden başarılı olacaklardı. Gerisini siz de biliyorsunuz.

Yıl 2006. Muhafazakâr aileler artık çocuklarının yemin törenlerine başı kapalı girebiliyor. Etrafımızdan bizim ve başka cemaatlerden muhafazakâr erkekler kurumlarda üst sıralara çıkmaya başlıyorlar. Bizimkiler müdür falan oluyor. Ben hâlâ okula girememişim ama başörtüsü sorunu çözülecek fısıltıları yayılıyor. Annem babam da inanıyor ama benim okuyacağım ihtimalini düşünmüyorlar. Birden kimseye sormadan üniversiteye hazırlanmaya başlıyorum. Başörtüsü sorunu ha çözüldü ha çözülecek deniyor. Tayyip Erdoğan CHP’yi bile ikna etmek üzere, o sert paşalar itiraz ediyor ama vız gelip tırıs gidiyor. Muhalif yazarlardan, akademisyenlerden birçoğu çözümden yana. Ancak yine de Erdoğan sorunu çözebileceği halde süreci uzatıyor. Birden fark ediyorum ki sorunu çözmek için seçimleri bekliyor. Önünde bir yerel, bir genel seçim var. İkisinde de etkili olacak kampanyasının vitrin süsü benim. Ve o an birden uyanıyorum. Benim acelem var! Hayata senelerce geç kaldım ve acelem var! İki üç yıl daha bekleyemem! Arkadaşlarım okudu bitirdi de evleniyor ben hâlâ okumayı bekliyorum, acelem var! Ve o günden sonra yaptığı her şeye şüpheyle yaklaşmaya başladım. Başka bir Erdoğan görünmeye başladı gözüme. Bazı üniversiteler yasa çıkmasa da rektör “iyiyse” başörtülü alıyormuş diye fısıltılar dolaşıyordu. Filanca dekan “bizden”. Ben de aileme izin verilen birkaç üniversiteyi yazacağımı söyleyip hazırlandım, kazandım ve okumaya başladım. Aileme söylemedim ama başımı da açmadan, perukla. Dekan “bizden” değilmiş ama bazı bölümlerde başörtülü, bazılarında örtü üstüne göstermelik peruk atarak okuyabiliyorduk. Öyle komik görünüyorduk ki. AKP bizi maymuna çevirmişti.

Bu arada cemaat ne mi oldu? Hızla hükümette kadrolaşıyor. Ancak Gülen cemaati o kadar uzun zamandır kadrolaşıyor ki kendilerine alan açmakta zorlanıyorlar. İktidar Gülen’le yakınlaşıyor. Nasıl olur? Hani o direniş zincirini kıran adamla? Hani ajan provokatör? AKP döneminde Nurcular öyle bir güçlenmişti ki eskiden gizlice yaptıkları propagandalarını daha cüretkâr yapıyorlardı. Öyle ki onların evlerinde, dershanelerinde kalanlar üniversiteyi, polisliği, KPSS’yi kazanıyordu. Ve benim zihnimde de bu yüzden ajanlıktan teröristlik seviyesine yükselmişlerdi artık. Kim, neden devlette bu kadar kadrolaşmak ister ki? Ama şimdi AKP onlarla el sıkışıyordu. Nasıl olur? Sırf bu sebepten AKP artık şüpheli değil doğrudan tehlikeliydi benim için. Başka bir amacı vardı. O Siyaset Meydanı’ndaki cümleler çınlıyordu kulağımda.

Etrafımızdakiler diyordu ki Erdoğan çok zeki bir adam onları kullanıp devlete daha çok yerleşecek, şimdilik el sıkışıyor. Uzatmaya gerek yok. Sonrasını hepimiz biliyoruz.

AKP gittikçe kendine ve cemaatlere alan açıyor, herkesin boyası bir bir dökülüyordu. Hükümet artık zorbalığa başlamıştı. Kendi yaşam tarzını dayatmaya başlıyordu. Ben bu durumdan rahatsız oluyordum. Bana yapılan telafi edildiyse artık normal bir Türkiye’de yaşamaya başlamalıydık. Artık AKP karşıtı olmak bir yana onu tehlikeli ve durdurulması gereken bir yapı olarak görmeye başlıyordum. Her devrin adamları yükseliyor, cemaatler oyları karşılığında görmezden geliniyor ve itiraf ediyorum, galiba irtica hortluyordu. Her zaman özellikle karşı mahalleyi okumuş biri olarak endişelerini çok yakından biliyordum ve ben de onlar kadar kaygılanıyordum. Ülke tehlikeli bir yere gidiyordu çünkü durdurulamaz bir şekilde herkes onlardandı. Dindarı da, para düşkünü çıkarcısı da onlarla el sıkışıyordu. Bu yüzden cemaatler de tüccarlar da aynı şeyi temsil ediyordu. Para ve güç düşkünü yapılar ve yalnızca kendilerini düşünüyorlar. Bu sefer bir avuç kalan endişeli modernlerdi. CHP başörtüsü travmam sebebiyle hâlâ kırmızı çizgimdi. Ama AKP ile savaşan MHP benim için şimdilik güvenli limandı. Kendimi o sert siyasete ait görmesem de CHP’ye oy vermektense MHP’ye oy veriyordum. Onlar AKP’ye yakınlaştıkça siyasetlerini beğenmesem de CHP’ye oy vermektense Saadet’e oy veriyordum. Her seçimde AKP ve CHP hariç en makul kim varsa. O dönemler gittikçe sekülerleştim. Daha özgürlükçüydüm. Genç Siviller’i takip ediyordum neler yapıyorlar diye ama kısa sürdü ne olduklarını anlamak. Kendimi bulabileceğim hiçbir topluluk, hiçbir siyasi parti yoktu. Kaygılanıyor, güvenli bir liman bulamıyordum. Ülkemin her yanı satılıyor, kurumlar cemaatlerce kuşatılıyor, sıradan vatandaş kendine dayanacak bir yer bulamıyordu. Soma oluyordu, CHP orada. Çorlu oluyordu, CHP orada. Erdoğan’ın şeytanlaştırdığı CHP ve Kılıçdaroğlu, talanın ve hukuksuzluğun karşısında belirmiş oluyordu. İyiler ve kötülerin safları belirginleştikçe zihinlerimiz de netleşiyordu.

***

Gezi

GEZİ. Bu ülkenin vicdanlı insanlarının buluştuğu en güzel bahçesi Gezi. Onur duyuyorum, ben de Gezi’deydim. Bir yandan Erdoğan & cemaat kavgasını izliyor, bir yandan ülkenin her yerinden başka hukuksuzluk haberleri alıyorduk. Erdoğan otoriter bir lidere dönüşürken CHP’yi izliyordum. Adalet Yürüyüşü’nü başlattığında son derece saçma ve işe yaramaz bir eylem olduğunu düşündüm. Karşısında bu kadar sert bir savaşçı varken yürümek mücadele etmek miydi yani? Etrafında insanlar birikmeye başladıkça inadını, yüzünden akan teri gördükçe vicdanını tanımaya başladım. Artık ailenin hor gördüğü ama damarına basıldıkça ilginç çıkışlar yapan küçük enişte gibiydi benim için Kılıçdaroğlu. Şahinleri bağlayıp güvercinleri salan, söylev vermeyi, kahraman olmayı pek de beceremeyen vicdanlı Kılıçdaroğlu. Muharrem İnce olayına hiç girmeyeceğim. Hep birlikte yaşadık ve benzer cümleler kurarız. Kılıçdaroğlu CHP’yi nasıl dönüştürdü, yerel seçimler vesaire girmeyeceğim. Ama şuna gireceğim. Yakın zamana kadar iki büyük aday sunulmuştu önümüze Kılıçdaroğlu sayesinde. Erdoğan’ı yenebilecek güçte ve lider duruşuna sahip iki büyük aday. Artık bir değil, iki umudum birden vardı. Ama tabii ki daha genç, daha ateşli, öyle ceketi savurarak falan kürsüye çıktığı için, korkmadığı için İmamoğlu favorimdi. Ta ki Karadeniz gezisi faciasına kadar.

Gezi kararları yeni okunmuş, büyük bir acı oturmuş içimize. Seçimler hem büyük umut hem dönüşü olmayan bir karanlık demek. Ona rağmen “Çoğulcu ve katılımcı bir insanım” diye gösterebilmek için Gezi tetikçisi, Gülen yanlısı Nagehan Alçı ve her devrin tetikçisi, kadın düşmanı Ertuğrul Özkök’ü yanına almıştı. Üstelik de o zamana kadar davasına hizmet eden, onun seçmeninin sesi diğer gazeteciler başka bir yanda. O iki tetikçi yanı başında. Büyük bir hayal kırıklığı yaşamamın sebebi bu ülkenin kurtulmak için en büyük ihtiyacının akıl olması. Büyük bir akılsızlık gördüm o fotoğrafta. Kör göze parmak bir aymazlık. Gezi’nin cenazesini, Gezi’nin tetikçileriyle kaldırıyordu İmamoğlu. O saatten sonra yaptığı hiçbir açıklamanın anlamı yoktu, telafisi de.

Ve gelelim başlıkta sorduğum sorunun cevabına. Muhafazakâr ailede yetişmiş ve 28 Şubat mağduru bir kadınım ben. AKP sayesinde Atatürk’ün bu ülkede neyi inşa etmeye çalıştığının farkına varmış, sekülerleşmiş biriyim. Öyle katı bir kabuğu kırdım ki son 20 yılda, cemaatin ve AKP’nin güç verdiği aileme başımı açacağımı söylemek yedi yıl sürdü. Ama başardım. Muhafazakâr bir aileyle nasıl baş edilir biliyorum. Onları dinlemeyerek, bildiğin yoldan giderek, onlara onların cümleleriyle değil kendi cümlelerinizle cevap vererek. Kılıçdaroğlu bunu yapmayı öğrendi. Benim gibi zor yoldan, çünkü onlar zor insanlar. Öncelikle benim gibi toplumun yaralı insanlarına (beni ikna edeli çok oluyor) verdiği helalleşme sözü gerçekten inandırıcıydı. Kurum baskınları, SADAT baskını “Bu işin peşini bırakmayacağım” inadı bir irade gösterisiydi.

Akşener’e ve partisine siyasetin yolunu açtı. Saadet’e omuz verdi. Suç ortaklarını deşifre etmekteki bütün çekingenliklerine rağmen DEVA ve Gelecek’i, küçük demeden Demokrat Parti’yi yanına aldı. Kılıçdaroğlu, bu ülkeyi çoğumuzun ideali olan akıl, bilim, vicdan ve özgürlük gibi idealleri yaşayabileceğimiz bir ülkeye dönüştürebilmek için yıllardır savaşıyor.

Erdoğan ve AKP sayesinde Atatürk’e kefere denilen, Çanakkale Savaşı’nı uçan yeşil sarıklı şeyhlerin kazandığı söylenen bir evde yetiştiğim halde, okuyarak, izleyerek değiştim ve Atatürk’ün kurduğu cumhuriyetle, akılla, bilimle yönetilen özgür Türkiye’nin özlemiyle yanıyorum. Başka çocuklar da cemaatlerin ve partilerin elinde istemedikleri hayatlara mecbur kalmasınlar diye mücadele ediyorum.

Tüm yıkıcılığıyla ve zorbalığıyla AKP bu ülkenin insanlarına yanlış üzerinden doğruyu öğretti. Cumhuriyet kurulduğundan beri devam eden “Hürriyet mi saltanat mı?” kavgasının galibi zor yoldan belli olmuş oldu. Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu, Tahir Elçi, Hrant Dink ve daha nice demokrasi şehitlerini, toplu katliamlarla masum vatandaşları öldürmek için patlayan silahların sesleriyle uyandık. Geriye sadece bizim son sözümüz kaldı. İnanıyorum, başaracağız.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.