Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Elif Gökçe Aras yazdı: İnanmak istediğimiz için inanıyoruz

İnanç krizi yaşayan veya inancıyla ilgili bir sorgulaması olmadığı halde yaşamla ilgili kafa karışıklığı yaşayan, mutsuzluğunun kökenini bulmaya çalışan insanlar için bir roman yazmaya karar vermiştim yıllar önce. Bu kişiler hayatı yaşamak için lazım olan en temel kodların dini metinlerde verildiğini öğrenip, hakikate ulaşabilmek için benim gibi çeyrek ömür hurafeleri ayıklamakla uğraşmasınlar diye, bir kadın kahramanın hikâyesi etrafında varoluşsal sorulara verilebilecek cevaplar üzerine düşünebilecekleri bir roman yazdım (Henüz yayımlanmadı). Fikrini almak için romanı okuttuğum insanlardan biri de; felsefe okumuş, edebiyatı, sinemayı yakından takip eden, plastik sanatlarla ilgili bilgi birikimi olan, öte yandan dini takva boyutunda yaşayan bir kadındı. Metni okuduktan sonra bir saat neredeyse kitap hakkında konuştuk ve şunu söyledi:

“Ben inanmak istediğim için inanıyorum, böyle yaşamayı seviyorum.”

 Yani dinin gerekleri inançtan öte onun yaşamak istediği bir yaşam biçimiydi. Genel ahlak ilkelerini İslami ahlak öğretileri üzerinden tatbik etmeyi tercih ediyordu. Böylesini insan doğasına daha uygun buluyordu. Birbirimizi seviyor, yaşam tarzlarımıza saygı duyuyor ve sohbet etmekten çok keyif alıyorduk. Bu yüzden her şey üzerine sansürsüz konuşabiliyorduk. Bana kitaptaki önermelerde bir sorun olmadığını, ne yapmaya çalıştığımı anladığını söyledi ve metne yönelik şöyle bir eleştiride bulundu.

“İnsanlara inançsızlığı öneriyorsun ancak onlara tutunacak bir şey vermelisin, eğer bunu vermezsen onları intihara sürükleyebilirsin. Etrafımdaki inançsız insanların çoğu mutsuz, herkes güçlü bir yapıya sahip değil.”

Hmm, bu gerçek bir eleştiriydi ve benim de endişe ettiğim ama kulak ardı ettiğim bir konuydu. Çünkü insan zamanla bu duruma alışıyor, yaşamda kendine bir yön belirliyor ve bir yere tutunmadan ayakta kalmayı başarıyor. Bu yüzden okuru pamuklara sarıp sarmalamak yerine onu kendi iradesine bırakmıştım ortaya koyduğum iddianın gereği olarak. Onun bu eleştirisinin ardından bu kaygıya cevap veren bir bölüm ekledim metne ama çerçevenin içini doldurmayı okura bıraktım yine. Tıpkı yeni yürümeye başlayan bir bebeği arkasından kollarınız açık takip etmek gibi. Kitap yayınlanmadı zaten ama bazen Twitter’da bu tip tartışmalara girdiğimde az önce belirttiğim itiraza benzer sitemler geliyor:

“Peki, diyelim ki dinler tamamen uydurma. Öyleyse onu hayatımızdan çıkardığımızda yerine ne koyacağız?”

Eh, zaman zaman köşe yazılarımda da inancın anlamsızlığına dair yazdığıma göre, bu konuya da değinmek lazım diye düşündüm. Buyursunlar:

İnsanlar inancı terk etmenin ardından içlerinde oluşan boşluğu neyle dolduracağını bilemiyor. Dinsiz beş dakika ayakta duramayanlar kendisine hemen daha makul ve zararsız inançlar buluyor. Namaz kılanların yerine yoga yapanlar, mürşitlerinin verdiği virtleri her gün tekrar edenler yerine guruların önerisiyle güneşi selamlayanlar, meditasyon yapanlar. Dua etmek yerine dünyadan sektirip evrene mesaj gönderenler. Tövbe estağfurullah demek yerine panik halinde “iptal, iptal” diye haykıranlar, aslında aynı işlevi yerine getiriyorlar. Burada belki kişiye göre değişecek şu farktan bahsedilebilir; Dindarlar dünyadan kaçarken, kendilerinden de kaçıyorlar. Diğerleri ise dünyadan kendilerine kaçıyorlar ve mental olarak daha sağlıklı bir şekilde dünya hayatına devam edebiliyorlar. Kendilerini tanıma sürecinde kaybolmamayı başarmışlarsa dünyayı daha yüksek bir farkındalıkla yaşamış oluyorlar. Eğer onlar da guruların hayal dünyasında kaybolmuşsa, bu kişilerin kendilerini bulma serüveni kendilerinden Hindistan’a kaçmakla son bulmuş oluyor.

Demek ki insanlar içlerindeki boşluğu muhakkak bir şeyle doldurmak istiyor. Birilerinin ellerindeki mavi hapı alıp, kırmızı hapı vermesini bekliyorlar. Hadi sadede gelelim;

Bir hafta önce, nasıl olsa muhtevasını az çok biliyorum diye ertelediğim Spinoza okumasına “Teolojik-Politik İnceleme” kitabıyla başladım. Spinoza’nın tanrı-evren tasarımını aktarmasının üzerinden geçen 350 yılı aşkın sürenin ardından dinler hâlâ ayakta. Deforme olmuş ama ayakta. Bunun için cevabım hazırdı zaten. İnsanlar elinde olmadan dine inanmıyor, inanmak istiyor, inanacakları tanrıyı kendileri yarattılar zaten.

Nietzsche: Tanrı öldü, onu biz öldürdük.

Elbette biz öldürecektik, nihayetinde onu biz yarattık. Bu yüzden inanmaya devam eden birileri hep olacak. İnanmak, aklı devre dışı bırakarak yapıldığı için de, rasyonel önermelerle onları ikna etmeye çalışmak işe yaramıyor. İnanan insanın tıpkı koruyucu bir kabuk gibi sığındığı inancı, içeriden kilitli mekanizmayla çalışan bir kutudur. Açmaya çalıştığınızda ya boşa uğraşır kendinizi yorarsınız yahut kilidi açacağım derken ona zarar verirsiniz, yine de kilidi de açamazsınız. Anahtar içeridedir ve sadece o kişi dilerse açabilir çünkü. Kendisinin dilemesi için de ya büyük bir travma lazımdır yahut içeriden çıkmaya can atacağı bir hayat neşesi, belki aşk.

Her neyse, zavallı Spinoza’cığımın insanlığa hizmeti büyüktü ancak bu çabada yalnız değildi. Diğerlerine nispeten daha az bedel ödemiş sayılır hatta. Bunu geçen haftaki yazım “Özüm”de belirtmiştim. Tasavvuf okumalarım sırasında çokça rastlamıştım onun gibilere. Ama bu coğrafya daha şedid olduğundan onlar için çok daha büyük bir riskti hakikati anlatmak.

“Spinoza’sından Mevlana’sına, Şems’ine, Voltaire’inden Feridü’d-din Attar’a. Onlarca cengâver uyandırmak istedi bu korkakları. Şiblî gibi deli yerine koyduklarını, Cüneyd-i Bağdadi gibi yaşamak için duymak istedikleri masalları okuyanları, Fuzûli ve Gazzâli gibi köşesine çekilip susmakta çareyi bulanları ellemediler. Mansur gibi Nesîmî gibi hakikati haykıracağım ve ikna edeceğim onları hayaliyle aklını peynir ekmekle yemedikçe dokunmadılar kimseye.”

Evet, binlerce yılda zar zor inşa ettiği, sığındığı inancı kendisinden almaya kalkanları yok etmeye çalışıyordu insanlık. Batı o zinciri kırdı zamanla, öldüre öldüre soylarının tükenmeyeceğini anlayınca. Güncelleye güncelleye tavuk suyuna çorba dinlerle ortayı buldular bir şekilde. İnanmak istiyordu çünkü insanlık ama öyle çok da şey olmasın istiyordu. Dünyadan çok fazla kopmak ve din pahasına büyük bedeller ödemek istemiyordu. Dünyadan kaçma girişimi dünya hayatından daha yüksek bedeller gerektirmeye başlamıştı çünkü din savaşları sebebiyle. Boşu boşuna ölüp öldürdüklerini biliyorlardı içten içe. Bizim buralarda ise durum hâlâ fena. Bence aradaki en temel fark, Batılıların çalışkan, Doğuluların tembel tabiatı. Çalışıp çabalamak, dünya hayatında var olmak için üstün çaba gerektiren emeği sarf etmek yerine tanrıya sığınıyorlar. Son yüz yılda bile Turan Dursun’lar, Bahriye Üçok’lar, Konca Kuriş’ler bu bedeli ödedi. Öte dünya diye bir şey olmadığını, cehennem diye bir yer olmadığını eşek gibi bilenler, Aziz Nesin’i bu dünyada yakalım derken 33 insanı diri diri yaktılar. Öte dünya diye, din diye, tanrı diye bir şey olmadığını eşek gibi bilenler, Gazze halkına dua gönderirken ticareti kesmediler. Ellerini taşın altına koyup mücadeleye, bedel ödemeye girişmediler.

Spinoza’cığımın gayretine ve bu yola baş veren nice erenler hürmetine, kız benim neyim eksik ayol, deyip inancın manasızlığına ek olarak sıkça sorulan şu sorunun cevabını vermeye giriştim;

İnanmayan biri neden yaşar, nasıl yaşar?

Öncelikle tanrı yoksa onun yerine bu dünyayı neyin itekleyip döndürdüğünü düşündüğümü izah edeyim. Çünkü içime işleyen tanrı inancını söktüğümde beni en çok zorlayan cevap da buydu, öyleyse ne? Öyleyse bu işler nasıl oluyor kendince? Hiç kendiliğinden yürüyebilir mi bunca iş? Bir yandan mucizevi bir şekilde yaşam sürekli kendini yeniliyor, öte yanda zalim insanların elinde inim inim inliyordu insanlık. Yardımlarına koşan, seslerini duyup cevap veren, onların adına Kara Murat gibi adaleti sağlayan bir tanrı yoktu dini metinlerdeki mucizeler gibi. Ebrehe’nin fillerine taş atan ebabil kuşları, denizi yaran Musa’nın asası nereye kaybolmuştu? Dücane Cündioğlu’nun bir söyleşide sorduğu gibi, vahiy meleği Cebrail emekliye mi ayrılmıştı? Şuan hangi işle iştigal etmekteydi? Dünya düzenine baktığımda doğa yaratmadıkça, insan üretmedikçe hiçbir şey gelişmiyordu. İnsan da üretiyor ama bir yandan mahvediyordu her şeyi. Demek ki her şey bize bağlıydı. Ya doğa? Evrim teorisinin önermesine gayet uygun ilerliyordu doğa. Hem doğa hem insan öğrene öğrene büyüyor ve yaratıyordu dünyayı. E bu tasavvuftaki vahdeti vücut önermesiyle de uyumluydu? Tanrı ve evren bir ve aynı şeydi ve sürekli bir yaratım ve temaşa sürecinden ibaretti her şey. Tüm bu macera yalnızca, o ilk özün kendi kendini bilme, tanıma gayreti sonucu başlamış ve bu günlere kadar gelmişti.

Yalnız benim açımdan sorun şuydu ki vahdeti vücutçuların övgüler düzdükleri tanrı onların iddia ettiği gibi mükemmel, yarattığı dünya ise yalnızca hikmetlerle dolu değildi. Yanlış yahut kötü işler sadece kim bilir ne hikmeti var diye geçiştirilemezdi. Hızır kıssasındaki gibi Hızır’ın onardığı duvarda, öldürdüğü bir çocukta bir hikmet bulmak istesek buluruz elbet. Ancak o zaman ben de şunu sorarım, çocuğu öldürerek adaleti sağlayan tanrının çocuğu ıslah etmeye gücü yetmiyor muymuş? Tanrı adına bahaneler üretip, boşlukları onun adına doldurmaktan vaz geçip meselenin en başına doğru kısa bir yolculuk yapmam gerekti. İlk dinler neden ve nasıl uydurulmuştu? Bugün dindar görünmenin ve başları sıkıştığında tanrıya müracaat etmenin dindarlar için nasıl bir avantajı olduğunu görüyordum ve insancıklar öyle dümdüz yaşamaktayken nereden icap etmişti bir tanrı yaratmak fikri, onu anlayabiliyordum. Ancak bunu uygarlığa yaraştıramıyordum. İnsanın içinde inanma ihtiyacı vardı belki de. Yalın haliyle gerçekliğe katlanamaz çoğumuz. Örneğin ben de bulduğum hakikati tak tak anlatmak yerine vahşilerden korkup edebiyat elbisesi giydirmiştim üzerine. Mevlana ne hikâyeler düzmüştü çıplak gerçeği satır aralarında gizleyebilmek için. Böyle böyle gelişmişti ya Doğu edebiyatı. Tüm sanat dalları insana var olanı bir şekilde anlatabilmek için türememiş miydi? İnsan yalın gerçeklerden korkuyor, sığınacak limanlar arıyordu demek ki. Din de bunlardan biriydi işte.

Hiç deneyimlediniz mi bilmiyorum, bazen dünyadan kaçıp kendinizle baş başa kalıp tefekkür etmek, dua etmek iyi gelir. Toplumun içinde daracık kıyafetlerle ben buradayım demek yerine bol, vücudu görünmez kılan kıyafetler arasında kaybolmak, kendini örtmek gizlemek. Çocukken sarıldığınız bir tül perde gibi başınızın etrafından sarkan şifon yahut ipek kumaş iyi hissettirebilir. Bazen daha görünmez, bazen de sıradan giyim tarzından daha gösterişli olabilirsiniz bu bedeninize çok büyük gelen kıyafetlerle. Her neyse, yani demek istediğim, bazen dindarların dediği gibi dünyayla aşırı meşgul olmaktansa dünyadan elini eteğini çekmek iyi hissettirir insana. İnsanların her şeylerini görmek ve insanlara her şeyimizi göstermek istemeyebiliriz.

Çok uzattım, gelelim Spinozanın tanrısına ve benim evren kavrayışıma.

Spinoza Panteizmi savunur ama ben evrenin Panenteizm düşüncesine göre işlediğini düşünüyorum. Evet, panteizm düşüncesinde olduğu gibi varlığın birliğine inanıyorum Spinoza’nın, Yunus’un, Hallac’ın, Mevlânâ’nın iddia ettiği gibi ama benim müşahede ettiğim varlık mükemmel bir varlık değil az önce belirttiğim gibi. Bence; Tanrı ya yoktur yahut halen büyümekte olan bir çocuktur.

Bu durumda bir tanrı varsa bile ben de onun sistemine dâhil olduğumdan, bir tanrı var ancak ben ona tapmak, şükranlarımı sunmak zorunda değilim. Ben onun haricinde değilim, onun bir parçasıyım çünkü. İnsan kendi kendine tapar mı ayol? Tanrı iyi de değildir, mükemmel de. Sonlu, sınırlı, eksik ancak her an öğrenen ve gelişen bir tanrı-evren vardır. O, adaleti sağlamaya memur değildir. Hiçbirimizin adına iyiliğe, mükemmelliğe ulaşmaya çabalamaz. Tanrı biziz ve biz ne kadar mükemmelsek tanrı da en fazla o kadar mükemmel. Yani işler tamamen bize bağlıdır, bizi bize rağmen yöneten bir güce değil.

Voilà!

İşte, yaşam amacımı buldum! Dünyayı daha iyi bir yer haline dönüştürmek ve sonra işlerini olması gerektiği gibi halletmiş bir varlık olarak ellerimi silkeleyip bu dünyadan def olup gitmek! Ne dersiniz? Yokluğa geri dönmek çok huzurlu olmaz mıydı? Sonra, canımız sıkılırsa yeniden yaratırız dünyayı. N’olcak? Yapmadığımız şey değil. Üstelik bu sefer daha tecrübeli olduğumuz için en başından daha iyi bir iş çıkarırız gibi geliyor. O, savaşlar, insan yakmalar falan ne o öyle..

Ne var? Bana inanmıyor musunuz? Erkek değilim diye mi yoksa başımda kavuğum yok diye mi?

Her ne kadar katı bir taassupla korumaya çalışsalar da, bizde de inancın geleceği pek parlak değil bence. Bugün, koca kavuklarıyla insanları peşlerinden sürükleyenlere inananların hali içler acısı. Dünyadan el etek çekme arzusu ve tembellikleri demiştim insanı inanca iten şey. Var olmak belasıyla uğraşmak yahut dünyayla bu kadar meşgul olmak yerine tanrılarının onlara buyurduğunu iddia ettikleri ibadetler ve görevler uydurmuşlardı bu dünyadan kaçmak için. Bu, insanlığın hiçbir işine yaramayan işlerin ne işe yarayacağını izah etmek için de bize hesap sormak için bekleyen bir tanrı ve öte dünyayı icat etmişlerdi. Bu dünyada hiçbir şeye yaramayan bu işlerin öte dünyada işe yarayacağını söylüyorlardı. Geriye sadece ibadet etmek, bir şekilde barınmak, beslenmek ve süreyi doldurup gitmek kalıyordu. Bizlerin meşgul olduğu dünya işlerinin boş, bu dünyayı daha iyi bir yer haline getirme çabalarımız anlamsız, hayat neşemiz, eğlenmek günahtı. Bu dünyanın boş, onların hazırlık yaptığı öte dünyanın önemli olduğunu söylüyorlardı. Böylece bu dünyaya dair sorumluluklarından sıyrılırken, suya sabuna dokunmadan başkalarının sırtından yaşayabiliyorlardı.

Peki, bu günün iştah sahibi dindar ve kindar insanları nasıl başarıyor sorumluluktan kaçarken dünya hırsını terk etmemeyi? Darda kaldıkları işler için mücadele etmektense çalışan-çabalayan-üreten insanlardan yardım bekliyor, öte yandan dua ediyorlar. İşleri olursa dua kabul olmuş oluyor, olmazsa imtihan oluyor.

Bu dünyayı terk ettiğini söyleyen insanlar, günlük yaşamlarına dair zorunlu ihtiyaçlarını giderebilmek için ulvi gerekçeler uydurarak düzenin tam ortasında yer alıyorlar ama çalışarak çabalayarak değil, nasip diyecekleri iltimaslarla. Örneğin; Türkiye’de sadece bir oy atıyor insanlar ve hop!! Al sana maaş, çoluğuna çocuğuna mülakatsız kadro. Fethullahçıların çaldığı sınav sorularını ve devlete yerleştirdikleri kadroları, Menzil yahut Nakşibendi cemaatlerinin kul hakkını takmadan devlete yerleştirdikleri kadroları, yok paraya çalıştırdıkları müritlerini düşünün. Bu cemaatlerin 85 milyonun hakkı olan devlet arazilerini bedelsiz olarak vakıflarının üzerlerine aldıklarını düşünün. Ülkemizdeki cemaat mensuplarının cemaatlerinden ve dindar oldukları için AKP’ye oy verdiğini söyleyen kitlenin AKP’den beklentisine bakın. Kolay iş, aş, maaş.

Uğraşmadan girilen kadrolar, para basma makinesi olduğu halde bedelsiz elde edilen yurtlar, yararlandırılan sosyal yardımlar, üzeri örtülen suçlar. Düşünsenize, inançları üzerinden ortaklaştıkları sistemde bu dünyada işledikleri hiçbir suç için hesap bile vermiyorlar, mahkemelerde kayırılıyorlar. Bütün bu bağ tamamen ekonomik kazanımlar ve kolay yoldan elde edilmiş sosyal statü için kuruluyor ancak bir farkla. Dünyevi bir çaba ve emekle değil, bedava. Sizin senelerce dirsek çürütüp elde edemediğiniz kadroya onlar sadece bir siyasi partiye oy vererek yahut cemaate üye olarak hiçbir bedel ödemeden sahip oluyor.

Onlar açısından sorun şu ki, zamanında kaçtıkları dünyaya çaba gerektirmeden dahi olsa daldıkça, dünyevileşiyorlar ve alıştıkları yeni yaşam pratiğiyle ikiyüzlü bir ara forma eviriliyorlar. Dünyanın daha iyi bir yer olması için çabalamıyor ama iltiması kaybetmemek için var güçleriyle çalışıyorlar. Kazanımlarını kaybetmemek için yalana, şiddete, zorbalığa başvuruyor, gerekirse gözlerini kırpmadan insan öldürüyorlar. Hâlbuki aynı çabayı iltimasla elde ettiği kadroyu bileğinin hakkıyla elde etmek için sarf edebilir, kimseye minnet etmeden o kadroyu yine alabilir ve onuruyla yaşayabilirdi. Bunun yerine alışılmış, ezber edilmiş cümlelerle inanıyormuş gibi davranıp dünyanın nimetlerinden fazla bedel ödemeden faydalanmayı tercih ediyorlar. Eh, kolay icat edilmedi o tanrı. Binlerce yıl emek verdiler sonuçta.

Baktığınız zaman, ilk tanrı denemeleri oldukça başarısız. İnsanlar önce doğa olaylarını yahut doğadaki güçlü varlıkları tanrı belleyip onların ağızlarından konuşarak güç ve iktidar elde etmeye çalışmışlar. Ancak bakmışlar ki bu konuda boşa düşüyorlar, en sonunda dünyanın gelmiş geçmiş en büyük icadı, görünmez tanrıyı icat etmişler. Böylece onları yalanlayacak yahut boşa düşürecek hiçbir şey kalmamış. O saatten sonra uydur babam uydur. Din insanlarının giydikleri çoban kıyafetine benzeyen vücutlarından bol ve gösterişli kıyafetlere, kafalarından büyük kavuklara-başlıklara, asalara bir baksanıza. Ahaliye çobanları olduklarını hissettiren kıyafetleri giyiyor ve başlıyorlar kavallarından duymak istedikleri türküyü çalarak ahaliyi gütmeye. Başlıyorlar başlamasına da ahali istemese kimse güdemez onları tabi, bile isteye güdülüyorlar.

Bakınız dünyanın din belasından kurtulan halkları nasıl da kurdular akl-ı selimle yönetebilecekleri düzenleri. Bizim gibi hâlâ dinin hüküm sürdüğü toprakları da “siz ne anlarsınız” kabilinden; kanunla, kuralla, antlaşmalarla vakit kaybetmektense dinlerimiz üzerinden kolayca güdüyorlar. Atatürk’ün devrimlerinden en çok Batılı ülkeler rahatsız oldular bence. Bakmışlar ki alıştıkları gibi güdemiyorlar, başlarına bela oluyoruz, derhal din soslu kokteyllerle eskisinden daha taassup sahibi olacağımız cemaatleri pompalamışlar memlekete. Çok şükür Atatürk sirke katarak kesmiş de bozulmaya yüz tutan sütü, lavaboya döküleceğimize çökelek olmuşuz. Yoğurt da olabilirdik tabi maya kuvvetli olaydı ama bakmış ki o çok iş, sirkeyi katıvermiş ekşimeye yüz tutan süte ve kurtarmış olduğunca ahaliyi işte. Bugün hâlâ koyun gibi güdülmüyorsak top yekûn, o bir kaşık sirke sayesinde.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.