Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile Siyasetname (34): Demokrasi ve başkanlık rejimi

“Siyasetname”nin bu yeni bölümünde Edgar Şar, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi, Bilim Akademisi Üyesi, siyasetbilimci Prof. Dr. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikte, Prof. Kalaycıoğlu’nun Ankara Enstitüsü için yazdığı rapor üzerinden Türkiye’de demokrasi ve başkanlık rejimini, tasarım ve performans kriterleri üzerinden değerlendirdi. 

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Edgar Şar: Merhabalar, Siyasetname’nin yeni bir bölümüyle daha karşınızdayız. Her zaman olduğu gibi, siyasetbilimci, Bilim Akademisi üyesi, Sabancı Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Ersin Kalaycıoğlu ile birlikteyiz. Hocam merhabalar, hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Merhaba, iyi günler dilerim.

Edgar Şar: Bugün 30 Ağustos Zafer Bayramı. Onu kutlayarak başlayalım. 100. yılında bu zaferi kutluyoruz ve aynı zamanda buradaki bütün şehitlerimizi de rahmetle, minnetle anıyoruz. Bugün ‘’Demokrasi ve Başkanlık Sistemi’’ başlığıyla bir yayın yapıyoruz. İlk defa Salı günü yayınlanacak ama her ay yayın yaptığımız gerçeğini de değiştirmeden bunu yapmak istedik. Bu Perşembe 1 Eylül olduğu için Salı günü yayınlamak istedik. Aynı zamanda böyle bir milli bayramla da denk gelmiş oldu. Hocam, tekrar hoş geldiniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Hoş bulduk. 30 Ağustos Zafer Bayramı herkese kutlu olsun. Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları başta olmak üzere, tüm şehitlerimizi de rahmetle andığımız, aynı zamanda Zafer Bayramı’nın 100. yılı olması dolayısıyla çok özel bir gündeyiz. Allah bir daha o günleri bu topluma yaşattırmasın.

Edgar Şar: Evet, âmin. Savaşın hiçbir şekli iyi değil. Zaten Türkiye Cumhuriyeti ‘’yurtta sulh, cihanda sulh’’felsefesi üzerine kuruldu. Tabii bu her zaman gerçekleşmiyor dünyada ama umarız hem ülkede hem bölgemizde hem de dünyada bu felsefe giderek daha hâkim olur.

Ersin Kalaycıoğlu: Doğru. Tam kuzeyimizde şu an işgal savaşı yaşanmakta ve bunun uluslararası etkileri çok vahim. Tabii kullanılan silahların niteliği ve aynı zamanda teknolojinin geldiği yer dolayısıyla bir nükleer faciayla burun buruna kalmamız an meselesi. Türkiye ve Avrupa’nın önemli bir kısmı da maalesef şu anda bunun tedirginliği altında yaşıyor.

Edgar Şar: Maalesef. Yine bizim böyle bir yayınımız da bu savaşın başladığı zamana denk gelmişti ve o zaman da bunu biraz konuşmuştuk. Bir başka yayınımızda daha Rusya hakkında ayrıntılı konuşmuştuk. Ama bugün, başkanlık sistemi ve demokrasi üzerine gideceğiz. Aslında yayın konusunu yapmaya hocamızın Ankara Enstitüsü’ne yazdığı bir rapor vesile oldu. Zaten web sitemize bu yayını girerken, o rapora da link vereceğiz. İsteyenler daha ayrıntılı olarak oraya bakabilirler. Ama biraz bunun üzerinden konuşmak istiyoruz.

Hocam, öncelikle demokrasiyle bir hükümet rejimini konuştuğumuza göre, ilk önce demokratik yönetim modellerinin ne olması gerektiğinin üzerinden konuşalım. Ondan sonra başkanlık meselesine gireriz isterseniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii. Başkanlık onun bir türü. Demokrasi, aslında çok uzun zamandır değişik türleriyle insanlık tarihinde denenmiş bir uygulamadır. Fikir olarak tam ne zaman çıktığını bilmiyoruz. Ama uygulama olarak bundan 25-26 yüzyıl önce küçük site devletlerinde bu adla yapılmaya çalışıldığını biliyoruz. Bu konuda ayrıntılı bir şekilde incelediğimizde, bugünkü demokrasiye benzer bir yanı pek yokmuş gibi gözüküyor. Özellikle Atina’da uygulanan demokrasi, en fazla dikkati çekmiş ve en yaygın olarak incelenmiş olanı. Siyasal düşünce tarihi üzerine çalışan çeşitli yazarların bu konudaki anlatımları mevcut. Bunlar içinde Türkçeye çevrilmiş George H. Sabine’nın anlatımı belki en net olarak anlaşılabilir olanı. Sabine’a göre, esas itibarıyla Atina devletinde on tane kabile var. Bunlar onar tane kadar kendi içlerinden temsilci veriyorlar, yüz kişiye yakın bir heyet, Atina devletini yönetiyor. Nüfusu on bin kadar. Dolayısıyla yetkişkin nüfus bunun çok daha azı. Bu sürekli yönetimin yanı sıra, özellikle 20 yaşını geçmiş olan sadece erkeklerin katıldığı – halk tanımı içinde sadece erkekler var ve zaten demokrasideki halk yönetimi tanımındaki kritik olan halkın kim olduğu, nasıl tanımlandığı, kim tarafından tanımlandığı ve ne kapsamda olduğu sürekli olarak tarih boyunca değişiyor. Antik Yunan’daki, en azından Atina’daki uygulamalar, 20 yaşını geçmiş olan erkekler. Tabii unutmamamız gerekir ki, o zamanki yaşam ümidi bugünkü gibi 75-80 yıl değil. 30 yıl kadar. 20 yaşını geçmiş dediğiniz zaman, bayağı kemâle ermiş, orta yaşlı erkeklerden bahsediyorsunuz. Gençlerin katıldığı bir demokrasi uygulaması söz konusu değil. Kadınlar da yok. Çalışan nüfusun önemli bir kısmı kadınlar; onlar da bu halk tanımının içinde mevcut değiller. Zaten bir kısmı köle. Göçmenler yok. Dolayısıyla bu tanım, oldukça sınırlı bir halk tanımı. Bu 20 yaşını geçmiş nüfus, ekklesia diye anılan bir mecliste toplanıyor ve günün önemli meselelerini tartışarak, o konuda bir kamuoyu yoklaması veya bir temayül belirliyor. Bu da, yönetimdeki kişilere bir yol gösterici unsur oluyor. Ama bu ekklesia denen heyetin öyle sürekli toplanmadığı, yılda ortalama on kere toplandığı biliniyor. Dolayısıyla çok sık toplanan bir halk meclisinden veya Cemahiriyeden veya Sovyet türü bir yapıdan bahsetmek mümkün değil. Doğrudan bir halk yönetimi olarak ifade edecek olsak bile, bu sadece belli bir kesim, o da belli zamanlar toplanan bir kesim. Ama büyük ölçüde bu on kabilenin temsilcilerinden oluşan bir hükümetle yönetim içeriyor.

Bir de onların karşılığında 500 kişi kadar Yargıçlar Heyeti var. Sabine buna magistrates diyor. Bunlar, aynı zamanda bir denetim kurumu. Yürütmenin üzerinde ve nihai kararı verme yetkisi onlarda. Dolayısıyla bir miktar dolaylı yönetim türü olarak demokrasi söz konusu olmuş gibi gözüküyor. Fakat Sabine’nın bütün bu anlatımdan söylediği daha çarpıcı bir sonuç var: Diyor ki: ‘’Halkın sürekli katılımıyla yönetilen bir demokrasi, bir siyasi uygulama olmaktan çok, bir siyasal fanteziydi.’’ Büyük ölçüde yönetim, böyle bir siyasi uygulamaya göre oluşmuyordu. Bu bir efsanedir, gerçek değildir. Zaman içinde daha fazla romantize edilmiştir. Bu, şimdi bir standart. Bazı küçük kentlerde, kasabalarda, Amerika Birleşik Devletleri’nin kuzeydoğusundaki New England bölgesinde, 17-18. yüzyıldan itibaren uygulanmış olan bu türden bir demokrasi uygulaması olduğunu biliyoruz. İsviçre’deki kantonlarda da benzer tür uygulamalar var. Hatta Cenevre’deki uygulamaların Rousseau’yu etkilediği ve Roussau’nun onları bir ideal olarak kabul ederek doğrudan demokrasi önerdiğini biliyoruz.

Sonuç itibarıyla, bugün milyonlara, hatta milyarlara ulaşan nüfuslarıyla, demokrasi olarak yönetilmeye çalışılan ülkeler var. Hindistan, 1,3 milyar nüfusa sahip. Yanılmıyorsam orada 800 milyon küsür seçmen var. Amerika Birleşik Devletleri, 330 milyon civarında bir nüfusa sahip. Onun biraz üzerinde. 200 milyon civarında seçmen var. Daha dar bir hükümet yapısının, bunlarla bir yerde toplanıp sürekli, her gün, günde 3-5 saat günlük sorunları tartışıp, oradan çıkan sonuçları dikkate alarak, izleyerek yönetmesi, fiilen mümkün değil. Dolayısıyla bu tür bir uygulama, çok küçük devletler dışında, devlet yapıları tıpkı Roma İmparatorluğu’nda olduğu gibi imparatorluklara doğru büyüdükçe, bazı temsili kurumlar aracılığıyla yönetim söz konusu olmaya başlamıştır. Roma’da bu kurumlar, örneğin senato, herhangi bir imparatora, imparator ailesine, bir hanedana bağlı olmaksızın, devlet başkanlığı kalıtsal olarak babadan oğula veya anadan kıza geçmeksizin, cumhuriyet türü yönetim ilk kez denenmiştir ve senato, etkili bir temsil kurumu olarak yer etmiştir. Halk senatonun toplantılarını izleyebilmektedir. Yakınındaki yerlere gelip toplanmakta, senatodaki görüşmelere göre çeşitli tepkiler de verebilmektedir. Dolayısıyla bir karma halk uygulaması gibi bir örneği Roma’da görebilmek mümkün. Roma’daki uygulama, özellikle cumhuriyet uygulaması, Amerikan Anayasası’nın yazımı sırasında, bu yazımda fiili olarak çalışmış bulunan ve etkili olan, başta James Madison gibi mütefekkirleri derinden etkilemiştir. Yunandan çok, Roma etkilenmiş gibi gözüküyor ve bu temel alınarak bir anayasa yazımı yapıldığı göze çarpıyor.

Demokrasinin çağdaş türü, 17. yüzyıldan itibaren önce Britanya’da gelişmeye başlıyor. Britanya, büyük bir dünya imparatorluğuna doğru dönüşüyor. Bu imparatorluk içerisinde 1600 yılında, özellikle denizaşırı ticaret yapan ve bu ticaret için ciddi örgütlenme başarısı gösteren, daha önce 1500’de kurulmuş bulunan Hollanda’daki bir şirketi örnek alarak İngilizlerin kurduğu East India Company, yani Doğu Hindistan Şirketi, büyük bir başarıyla bugünkü Hindistan’ın birçok bölgesini denetim altına almaya başlıyor. Hatta büyük bir ordu kuruyor. 19. yüzyılda, bu ordunun 390 bin olduğu iddia ediliyor. Müthiş bir ordu kurmuş durumda. Şirketin kurduğu bir ordu ve şirketin bir sömürgesi olarak Hindistan var. Bugünkü Pakistan’ı ve Bangladeş’i de içeriyor. Yani geniş bir coğrafyayı denetim altına almaya çalışıyor ve başarıyorlar. Bunu yapanlar iş adamları, tüccarlar, sanayiciler. Orduları da var. Kendi çıkarları için, ülkenin yönetiminde çok daha büyük söz sahibi olma istekleri söz konusu. Kral buna direniyor. Kralın kendi önceliklerine göre ordu kurması ve yönetmesi fikrine karşı çıkıyorlar ve dolayısıyla kralla çatışma içerisine giriyorlar. 1640’lardan itibaren bu çatışma daha şiddetleniyor ve 1648’de bir iç savaş veya ihtilâl diye ifade edebileceğimiz bir gelişme söz konusu oluyor. Kralı tahttan indiriyorlar ve asıyorlar. Onun yerine, bir general olan Oliver Cromwell, fiilen Britanya’yı on yıl yönetiyor. Cumhuriyeti ilan edip etmemeyi de bir hayli düşünmüş olduğu biliniyor, ama ilan etmiyorlar. Öldürülen kralın oğlu Fransa’ya sığınmış durumda. Cromwell’in ölümünden sonra, Fransa’dan geri geliyor. I. Charles’ın oğlu II. Charles tahta geçiyor. Hatta Cromwell’i yargılayıp, mezardan çıkarıp asıyor. Enteresan birtakım simgesel oyunlar söz konusu. Bunun sonucunda kraliyet yoluna devam ediyor. Ama mutlaklaşmaya başladığı sırada, yeniden bir dirençle karşılaşıyor.

1679’da keyfi tutuklamaların olmayacağına dair Habeas Corpus kabul ediliyor. Yani, insanın bedeni, insana aittir. Bu beden üzerinde hakça yasalara ait ve temel tutuklama nedeni gerektirebilecek ciddiyette herhangi bir gerekçe olmaksızın keyfi tutuklama yapılamaz’’ ilkesi kabul ediliyor. Bu ilke, bir jüri tarafından karar altına alınarak ve bir yargıç tarafından değerlendirilmek suretiyle uygulanması esası getiriliyor. Böylece keyfi tutuklamaların durdurulması en önemli insan hakları ilkesi olarak 1679’da kabul ediliyor. Halen ülkemizde tartışılmakta olan ve o standarda ulaşıp ulaşmadığımız belli olmayan bir ilkeye ulaşıyorlar. Bunun kısa bir süre sonrasında, kralın yetkilerini İngiliz Parlamentosunun alt kamarası olan Avam Kamarası’nı toplayan süreç başlıyor. 1688’de bir ikinci devrim söz konusu oluyor. Kralın yetkileri alınıyor. Bu, Glorious Revolution yani Şanlı İhtilal olarak adlandırılabilir. Onun başlattığı süreçle, meşruti monarşi Britanya’da yerleşmeye başlıyor.

Bununla birlikte parlamentoda, özellikle Avam Kamarası’nda, 1600’de Doğu Hindistan Şirketi’ni kurmuş olan ticaret, sanayi burjuvazisi olarak ifade edebileceğimiz bir sınıfın temsilcilerinin büyük ölçüde egemenlik kazandığı, aristokratlarla mücadele ederek, iktidarı zaman zaman tek başlarına, zaman zaman ortak olarak kullandıkları bir süreç açılıyor. Aristokratlar; toprak zengini olan, bir kısmının kraliyet ailesiyle kan bağının olduğu, bir kısmının ise büyük kahramanlıklar sonucunda lordluk unvanı almış olan kişilerin oluşturduğu bir üst sınıf. Bunlar soylu bir üst sınıf. Büyük toprak sahipleri. 2000 senesine gelindiğinde, Britanya’daki toprakların %80’i hâlâ nüfusun %3’ünün elinde bulunmaktaydı. Yani o derece büyük bir toprak egemenliği var.

Buna karşılık sanayi ve ticaret üzerine yoğunlaşmış orta sınıf, örgütlenmiş bir biçimde. Bunların ikisinin çatıştığı bir İngiliz siyaseti, 17. yüzyılın sonunda, 18. ve 19. yüzyıl boyunca devam ediyor. İşçilerin örgütlenmesi ve İşçi Partisi’nin kurulmasıyla birlikte 19. yüzyıldan itibaren işçiler devreye giriyor. 20. yüzyılda İşçi Partisi daha da büyük bir ağırlığa kavuşarak İngiliz siyasetinin bugünkü yapısını belirleyen bir gelişmeye damga vuruyor. Ama burada, bu orta sınıf (Whigs) ve aristokratlar (Tories) iki grup olarak Britanya Parlamentosu’nun Avam Kamarası’nda egemen oluyorlar ve zaman içerisinde, aristokratlar Muhafazakâr Parti’yi, orta sınıf ise Liberal Parti’yi kurmak üzere yollarına devam ediyorlar. İşçi Partisi de buna katılarak bugün Britanya’da gördüğümüz siyaseti oluşturuyorlar.

Burada esas olan, yönetme hakkının kralda değil halkta olduğu. Halk sürekli olarak bu süreç içinde bulunamayacağına göre, halkın yokluğunda, yönetme hakkını halk adına, halk olarak aynı yetki, aynı güç, aynı iktidarı kullanarak, ‘’parlamento egemendir’’ deniyor. Dolayısıyla parlamento, halkın çıkarlarını, halkın duyarlılıklarını temsil eden, halk adına ve halk olarak çalışan bir kurum olarak ortaya çıkıyor. Öyle olduğuna göre, ‘’halkı ilgilendiren her temel hususta, rejim kurumu da dâhil olmak üzere her türlü kararı parlamentonun çıkaracağı kanunlarla alır’’ diyor. Dolayısıyla yazılı bir anayasaya gerek yok. Anayasal meseleleri de parlamento kendi içerisinde çözer diyor. Eğer uyuşmazlıklar ortaya çıkarsa, bunu Lordlar Kamarası içerisinde oluşturulmuş lord yargıçlardan oluşan bir heyet inceler, buna çözüm getirir.

Bu iş 2010’a kadar böyle gitti. 2010’dan sonra bir Yüce Mahkeme kurdular ve anayasal meseleleri parlamento çatısı dışına aldılar. O mahkeme, artık bir Anayasa Mahkemesi olarak Britanya siyasetinde mevcut. Ama çok uzun süre buna da gerek duyulmadı. Onun o hale gelmesinin nedeni, halkı ilgilendiren belli konularda parlamentonun karar almayıp, bu kararı doğrudan doğruya referandumla halkın almasına izin vermesiyle ortaya çıktı. Çünkü böyle bir şey yaptığınız zaman, artık halk adına ve halk olarak hareket eden bir parlamento söz konusu olamaz. Mantıken mümkün değildir. Demek ki bazı konular, parlamentoyu halktan ayrıştırmakta, bazı konular doğrudan doğruya halkın karar verebileceği konular. Diğer konular ise parlamentonun karar verebileceği konular olarak ayrışmak durumundadır. Öyle olacaksa bunları yazacaksınız ve bunların denetimini yapacak bir hakem kurumuna ihtiyacınız var. O da, yargıda, Yüce Mahkeme veya Anayasa Mahkemesi olmak durumunda. Dolayısıyla ciddi ölçüde değişti. Ama bu tür bir demokrasi, halkın temsilcilerinin seçildiği parlamentoda, özellikle Avam Kamarası’nda – Lordlar seçimle iş başına gelmiyor, onlar soylular olarak Üst Kamara’da yer alıyorlar ve onların yetkileri bir hayli sınırlandırılmış durumda. Yetkiler büyük ölçüde parlamentodaki Avam Kamarası’nda toplanmış vaziyette. Onun içerisinden bir hükümet çıkıyor. Hükümet bu parlamentoya, Avam Kamarası’na karşı sorumlu. Güvenoyu alıyor. Güvenoyunu kaybettiği anda düşüyor. Yeni bir hükümet kurmak mecburiyetindesiniz. Ama hükümet parlamentoda, parlamento sıralarının bir kısmında ön sırada (frontbench) oturuyor. Ön sırada oturanlar, hükümet üyeleri, başbakan ve bakanlar kurulu. Orada sıralar karşılıklı, bizim meclisimizdeki gibi değil. Onun tam karşısında da ana muhalefet oturuyor. Başbakanın karşısında ana muhalefet partisinin lideri oturuyor. O hesap soruyor, başbakan da cevap veriyor. Bu uygulama, İngiltere’de çok uzun zamandır devam ediyor. BBC zaman zaman yayınlıyor. İlgilenenler, izlemek isteyenler oradan izleyebilirler. Bu uygulama hâlen mevcut. Bu şekilde bir yapı söz konusu. Yani meclisin içinde, meclisin hükümeti olarak kabul edilen başbakan ve kabinesi var. O kabine, esasında kralın kabinesi. Osmanlı tabiriyle Dîvân. Kralın kabinesi oradan başbakana geçiyor. Başbakanın kabinesi haline geliyor ve bakanlar kurulu, başbakanın kabinesi olarak yoluna devam ediyor. Bu kabine, yürütme kurumunun en üst makamını oluşturuyor.

Bir de tabii civil servants denen kamu bürokrasisi var. Onlar sürekli olarak görev yapıyorlar, seçilmiyorlar. Liyâkatleri, uzmanlıkları, bilimsel bilgileri ve yetişmiş oldukları daldaki uzmanlıkları dolayısıyla belirli mevkilere geliyorlar ve kariyerleri boyunca burada kalıyorlar. Bunlar, bakanlar kurulunda bulunan bakanlıkların sürekli sekreterleri (permanent secretaries). Bizde eskiden müsteşarlık olarak mevcuttu. Aynı işlevi gören kişilerdi. Bunlar, hayat boyu oradalar. Belli bir noktada emekli olabiliyorlar. Ama bunlar seçimle işbaşına gelmiyorlar. Bunlar sürekli.

Edgar Şar: Bu noktada bir şey sormak istiyorum. Permanent secretary’ler, sürekli sekreterler, yani bizde eski tabiriyle müsteşarlar ki, başkanlık sistemine geçtikten sonra kaldırıldılar.

Ersin Kalaycıoğlu: Tabii neden olduğunu bilmiyoruz.

Edgar Şar: Tabii, o da ayrı bir tartışma.

Ersin Kalaycıoğlu: Birleşmiş Milletlerde Under Secretary diye anılan müsteşarlıklar mevcut. Demek ki başkanlık sisteminde müsteşarlıklar olabiliyor.

Edgar Şar: Evet. Onun yerine bakan yardımcılıkları koyuldu. Onlar da neye göre seçiliyor bilmiyoruz. Cumhurbaşkanı’nın doğrudan atadığı kişiler oluyor. İngiltere örneğiyle ilgili şunu sormak istiyorum: İngiltere’de hükümetler gelip geçiyor. Ama bu kişiler kalıcı. Bu kişiler de herhalde robot değiller. Onların da siyasi görüşleri var. Mesela, daha sosyal demokrat, sosyalist görüşlü bir müsteşar, muhafazakâr bir başbakanla, bir bakanla nasıl çalışıyor? Onun altını oymaya çalışmıyor mu? Böyle bir soru mutlaka izleyicilerimizin aklında vardır.

Ersin Kalaycıoğlu: Hayır. Onlar kamu bürokrasisini devletteki sürekliliğin temeli olarak görüyorlar. Kamu bürokrasisinin oluşturmuş olduğu kamu politikaları, ki bu, hükümet denilen yani siyasi olarak belirlenen üst makamla birlikte ele alınıyor ve üretiliyor. İngiltere’de yasaların %95’i kamu bürokrasisinden meclise geliyor ve hemen hemen geldiği şekliyle geçiyor. Yasaların orijini, %95 itibarıyla parlamento değil, kamu bürokrasisi. Oradan geliyor. Dolayısıyla bu yasaların yapımında kamu bürokrasisinin ve aynı zamanda kamu bürokrasisiyle yakın çalışan çeşitli ticari, iktisadi vs. çıkar gruplarının, sivil toplum kuruluşlarının yakından ilişkisi var. Onlar, sürecin başından itibaren içindeler. Bu yasalar bir sürü pazarlıkla oluşuyorlar ve parlamentodan geçiyor.

Parlamentodan geçtikten sonra kamu bürokrasisi kendisini bu yasayla bağlı olarak görüyor. Dolayısıyla, İngiltere’de bir bakanın bakanlıkta kalma süresi yanılmıyorsam en son okuduğum 2010’lu yıllara kadar yapılmış olan yayınlarda, 11 ay olarak ifade ediliyor. Yani bakanlar ortalama 11 ayda bir değişiyor. Dikkat edecek olursanız, 2010’dan itibaren başbakanlar da çok sık değişti. Hatırlarsanız 2010’da Gordon Brown, sonrasında David Cameron, Theresa May, arkasından Johnson. Şimdi Eylül’den itibaren yeni bir başbakan olacak. Yani on yılda beş başbakan. İki yılda bir başbakan değişiyormuş gibi gözüküyor. Bu başbakanlar, aynı zamanda bakanları da değiştiriyorlar. Dolayısıyla onlar da çok sık değişiyorlar. Ama Majestelerinin hükümetinin kamu politikaları çok sık değişmiyor. Kim gelirse gelsin, yapılmış olan yasalara uygun olarak yönetim sağlıyor. Buradaki esas rolü oynayan da permanent secretary’ler.

Edgar Şar: Hocam, evet. Sorunun cevabı olarak iyi söylediniz.

Ersin Kalaycıoğlu: Amahükümete değil. Majestelerinin hükümetine, yani devlete bağlı çalışan kamu bürokratlar.

Edgar Şar: Hocam, şimdi başkanlık sistemi konusuna geçeceğiz. Ama şunu da sormak istiyorum: Bu, siyasetbiliminde de çok tartışılan bir demokratik açık yaratmıyor mu? Yasaların çoğu meclisten değil, kamu bürokrasisinden geliyor dediniz. Burada bir rasyonalite var ama “O zaman biz meclisi niye seçiyoruz? Onu da seçmeyelim” diye düşünenler vardır. Ona cevap vermek açısından soruyorum.

Ersin Kalaycıoğlu: Meclislerin temel işlevi yasa yapmak değil. Artık değil. Böyle tanımlanıyor ama yasalara meşruiyet sağlıyor, bu doğal. Bunları tartışmak, o da doğal. Bunların olumlu-olumsuz yönlerini ortaya koymak, bu da doğal. Fakat esas işlevi denetim. Meclisler yürütmeden hesap sorar. Demokrasi, yürütmeden hesap sorulabilen bir rejimdir. Başka rejimlerde bu hesabı soramazsınız. Demokraside sorarsınız. Bunun en temel kurumu yasamadır. Tek kurum da değildir. Yasamanın temel işlevi, yaptığı icraat konusunda yürütmeden hesap sormaktır. Bu işlev, son derece kritiktir. Bu hesap sorma ve demokrasi ilişkisi üzerine yazılmış güzel bir kitap var. 2011’de meslektaşımız Craig Borowiak’ın, Oxford University Press’ten yayınlanmış Accountability and Democracy adlı kitabı “Hesap vermeyen demokrasi istibdattır” cümlesiyle başlıyor. Bu kadar basit. Onun için meclisin ilk işlevi bu. Tabii seçmen hesap soruyor. Medya vasıtasıyla hesap sorulabiliyor. Aynı zamanda çıkar grupları, STK’lar, yapmış oldukları çeşitli açıklamalarla hesap sorma işlevi içinde bulunabiliyorlar. Çok geniş bir çerçevede, demokrasilerde yürütmeden hesap sorulur. Yürütme bu hesabı vermek zorundadır. Yürütmenin bu hesabı vermediği bir rejimin ne olduğunu, Borowiak’ın tabiriyle ‘’istibdat’’ olarak ifade edebilirsiniz. Onun için iyi anlamamız lazım. Meclisin temel işlevi, yasa yapmak değildir. Zaten yasalar, son derece teknik meseleler haline dönüşür. Çünkü içinde yaşadığımız Sanayi Devrimi aşaması – buna 4. aşama deniyor – özellikle bilimde ve teknolojide öyle büyük değişiklikler yarattı ki, bunu mecliste görev yapan milletvekillerinin hepsinin bilebilmesi, anlayabilmesi ve değerlendirebilmesi mümkün değil. Bu bürokratlar, temel itibarıyla bu işlevi görüyorlar. Uzmanlık alanları dolayısıyla, bu konudaki sapla samanı ayırabilecek, topluma yararlı olabilecek içerikte yasaları yapabilecek konumdalar. Yaparlar, yapmazlar o ayrı mesele. Bunlar yapılmadıysa, hesap verme sırasında didiklenmek suretiyle bu ortaya çıkar; yasalar değiştirilir. Burada suç işlenmişse suçun hesabı sorulur. Dolayısıyla parlamenter sistem böyle bir şekilde çalışıyor. Parlamentoda yasama ve yürütme ilişkileri, parlamentonun içinde gerçekleşiyor. Ama fiiliyatta bir başka sorun daha var: Yürütmenin denetimini elinde tutan başbakan, eğer çok popüler olursa ve büyük bir destek görürse, aynı zamanda yasama meclisinde büyük bir çoğunluğa sahip olursa, o zaman, bu fiilen denetimde bulunma işlevi bir hayli aşınıyor. O takdirde, başbakan hem meclis çoğunluğunun hem yürütmenin, büyük ölçüde patronu haline geliyor. Buna İngiliz meslektaşlarımızın bir kısmı Prime Ministerial Regime, yani Başbakanlık Rejimi diye de adlandırıyorlar. Dolayısıyla bu şekilde olan başbakanlar söz konusu olabiliyor.

19. yüzyılda bir başka kavram daha üretildi: İngiliz Başbakanlarından Gladstone, 1850’lerde o kadar büyük bir güce sahipmiş ki, diyorlar ki: ‘’ona artık başbakan demek yeterli olmuyor. Yarı-başkan diyelim.’’ Benim görebildiğim kadarıyla, yarı-başkanlık kavramı ilk kez orada çıkıyor. Robert Elgie Semi-Presidentialism kitabında bunu zikrediyor. İlk kez orada ortaya çıkıyor. Fakat uygulanması, 1919, yani İkinci Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, önce Finlandiya ve Almanya’da Weimar Cumhuriyeti’nde gerçekleşiyor. Finlandiya’daki rejim 80 yıl kadar devam ediyor. 1999’da Finlandiyalılar parlamenter rejime geçtiler, yarı-başkanlığı terk ettiler. Almanya’da ise Weimar Cumhuriyeti, Hitler’in iktidara gelmesi sonrasında çöküyor. Son derece başarısız oluyor. Fakat 1958’de Fransa’da, o zamanki Fransız demokrasisinin krizini çözmek için İkinci Dünya Savaşı’nın kahramanlarından General Charles de Gaulle’e başvuruyorlar ve diyorlar ki: ‘’General, bizi kurtaracak bir anayasa yap, gel bizi yönet.’’ O da böyle bir anayasa yapımını kabul ediyor. Yaptığı anayasa, 1919’daki uygulamaya çok benzer olan yarı-başkanlık uygulaması. Bu Anayasayla, 1958’den 1969’a kadar da Fransa’yı Cumhurbaşkanı veya Başkan olarak yönetiyor. 1958 yılında yapılan Fransız Anayasası, Beşinci Cumhuriyet Anayasası, bugün siyasetbilimi literatüründe Finlandiya ve Weimar örnekleri bir kenara atılarak en ziyade üzerinde konuşulan, adeta ideal model olarak kabul edilen ve en fazla irdelenen anayasalardan bir tanesidir.

Buradaki mantık şudur: Cumhuriyet rejimi söz konusudur. Kraliyet yok. Dolayısıyla devlet başkanı da, hükümet başkanı da halkın oyuyla seçiliyor. Ama devlet başkanı, hükümet başkanından ayrı olarak seçiliyor. Meclis de ayrı olarak seçiliyor. Dolayısıyla, devlet başkanı halkın doğrudan oyuyla seçiliyor. Aynı zamanda meclis de halkın doğrudan oyuyla seçiliyor. Yine meclis içinden bir başbakan ve bakanlar kurulu seçiliyor. Meclise karşı sorumlular. Ama cumhurbaşkanı meclise karşı sorumlu değil, halka karşı sorumlu. Fransa Anayasası’na göre cumhurbaşkanı özellikle dış politika, savunma ve güvenlik konularında karar verme yetkisine sahip. Ama aynı Anayasaya göre başbakan da sahip. Dolayısıyla uygulamada, başbakan ve cumhurbaşkanı aynı siyasi parti üyesi olmazlarsa, aralarında ciddi bir çatışma çıkıyor. Bunu çözmek için Fransızlar bir centilmen anlaşması imzalıyorlar. Bu hukuki, resmi bir süreç değil. Anayasal bir süreç de değil. Kohabitasyon (bir arada yaşama) diyorlar. Cumhurbaşkanı bir adım geri çekiliyor, daha fazla oy almış ve mecliste daha popüler olduğu için, başbakana bırakıyor. Onun çalışması sonrasında onu dışarıdan izliyor. Bazı meslektaşlarımıza göre, fırsat buldukça başbakanın ayağının altına bir muz kabuğu atıyor. Biraz ayağı dolaşsın, yanlışlar yaptım, “Bakın, beceremedi. Buna oy vermeyin, bana oy verin” diye propaganda yapsın diye böyle bir imkân da sağlamış oluyor. Ama sonuç itibarıyla bu rejim, bir çift başlılık rejimi. Bu şekliyle kurulmuş durumda. Dolayısıyla mecliste başbakan ve hükümetinden kaynaklanan çözümler yeterli olmazsa, cumhurbaşkanının devreye girerek, ülkenin genel çıkarını veya kolektif çıkarını savunarak, savunma, güvenlik ve dış politikayı zaafa uğramayacak şekilde yönetmesi imkânını sağlayacak bir düzenleme olarak, General De Gaulle tarafından düşünülmüştü.

Fiiliyatta böyle uygulandı mı? Literatüre göre çok çeşitli, farklı uygulamalar var. Farklı cumhurbaşkanları, başbakan ve meclis ilişkileri zaman zaman ortaya çıkıyor. Zaman zaman başarılı oluyor, zaman zaman olmuyor. Ama Fransız yarı-başkanlık sisteminin en büyük özelliği, halkın etkili bir şekilde çıkarlarını yansıtmada sorunla karşılaşmış olması ve dolayısıyla, çıkar ifadelendirmeyi, meclise yönelik faaliyetler çerçevesiyle sınırlı kılmayan, doğrudan doğruya ve protesto gösterileriyle ve daha çok grevlerle ortaya koyan bir uygulamaya geçmiş olmalarıdır. Fransa’yla karşılaştıracak olursanız, Britanya’da grev ve protesto sayısı çok daha azdır. Fransız uygulamasında ise özellikle turist olarak Fransa’yı ziyaret edenler de görmüşlerdir; çok sık grevlerle karşılaşırsınız. Metro grevi, taksici grevi, otobüs grevi, uçak şirketi grevi, şehirde trafiği durduran, traktörleriyle Paris’e gelip oy ve protestolarda bulunan köylülerin hareketleri… Bunların nedeni, bu sistemde meclisin etkinliğinin az olması ve seçmenin kendi istek, çıkar ve dileklerini, taleplerini duyurmakta sıkıntıya düşmesi ve bunun için daha fazla protestoya başvurması şeklinde olmuştur. Yasama-yürütme arasında hem kilitlenmeler var hem de bu var.

Amerikan Başkanlık Sistemi ise, Fransız yarı-başkanlık sisteminden çok önce, 1776-1789 arasında kurulmuştur. Amerikalılar, Britanya’dan, onun sömürgesi olarak kurulmuş olan çeşitli 13 devletin, o zamanki yönetimde bulunan III. George hükümetine karşı ayaklanması nedeniyle başlayan bir süreçle kurulmuştur. Burada temel olan, III. George’un çok fazla vergi istemesi, Amerikalı vatanseverlerin bu vergilerin haksız olduğuna inanmaları ve bu vergilerin istibdada yol açtığını vurgulayarak, istibdadı gidermenin yolunun temsil olduğunu, İngiltere’deki parlamentoda temsil edilmeleri gerektiğini savunmuşlardır. Bu temsil gerçekleşmeyince silaha başvurmuşlardır. İstiklal Savaşı yapmışlardır. Bu savaşı kazandıktan sonra III. George’un hükümetine benzemeyecek yeni bir hükümet kurmak için yola çıkmışlar ve dünyadaki ilk modern yazılı anayasayı ortaya çıkarmışlardır. Kurulmuş olan Amerika’daki bu sistem, Britanya’daki parlamenter demokrasinin içinden çıkmış, ondan evrilerek oluşturulmuş bir yapıdır.

Bir kere, temel itibarıyla yola monarşi olarak devam etmeyeceklerini, meşruti monarşi de olsalar devam etmeyeceklerini vurgulayarak çıkmışlardır. Krallık, istibdada yol açmaktadır. Onun için, bunun yerine cumhuriyet kurmaya karar vermişlerdir. Bu, çok devrimci bir düşüncedir. O tarihte cumhuriyet, bir tek daha öncesinde Roma İmparatorluğu’nda vardır. Kurulmuş bir cumhuriyet yok. Belki ortaçağda Venedik’teki uygulamaları bir ölçüde cumhuriyet olarak kabul edebilirsiniz. Ama bunlar küçük devletler. Büyük devletlerin hiçbirinde böyle bir şey söz konusu değil. Dolayısıyla bu cumhuriyet kurulduğunda, bir devlet başkanı, bir yürütme ve yasama, bir de bundan bağımsız yargı oluşturulması gerektiğini kabul etmişlerdir. Zaten kısa bir süre önce, 1760’larda, Montesquieu’nün Kanunların Ruhu adlı kitabı yayınlanmıştır. Onu da okumuş gibi görünmektedirler. Dolayısıyla kuvvetler ayrılığına dayalı bir yapı olmazsa demokrasinin çalışmayacağını varsaymışlardır. Bu ayrımın olabildiğince katı bir şekilde yapılması, yargının, hem yürütmeden hem yasamadan tamamen ayrı olması, ama yürütme ve yasama arasındaki ilişkilerin de olabildiğince ayrı olması ilkesini benimsemişlerdir. Yasamada görev alan hiç kimsenin, ayrıca yürütmede biri işlevi olmaması, yürütme içerisinde bulunan hiçbir kimsenin de yasamada bir işlevi olmaması anlamını taşıdığını kabul etmişlerdir.

Edgar Şar: Hocam, çok kısa araya gireceğim. Yasama işlevi artık büyük oranda daha teknik bir mesele demiştik. Görünüşe göre, Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bu katı güçler ayrılığında, halen yasama organı olan Kongrenin, bu teknik yapısını korumakla birlikte, yasama işleminde, bu güçler ayrılığından da kaynaklanarak en önde olduğunu görebiliyoruz.

Ersin Kalaycıoğlu: Yine o kadar değil. Çalışmalar doğru verilere sahipse, ölçümler doğruysa, Kongre Britanya’daki Avam Kamarası’na oranla çok daha fazla sayıda yasanın içinden çıktığı mevkii veya kurum. %25-30 civarı. Ama dikkat edin, %70-75 yine kamu bürokrasisinden ve çıkar sisteminden geliyor. Onlar değişiklik yapılması gerektiğini algılıyorlar. Bunu kamu bürokrasisiyle pazarlık edip yasanın içeriğini oluşturuyorlar. Sonra bazı kongre üyelerine bunu anlatıyorlar. Onların eyaletlerinin bundan nasıl etkileneceğini de gösteriyorlar. Onların başlattıkları bir süreçle, bu süreç yasa haline gelmek için yola çıkıyor. Yine kamu bürokrasisi ve yine bu çıkar grupları, yürütme içerisinde, başkan, başkan yardımcıları, başkanın kabinesi içerisinde çeşitli şekillerde bu yasaları anlatarak bu yasalaşma sürecini gerçekleştiriyorlar.

Çok daha uzun, çok daha emek yoğun bir süreç. Çünkü Kongre’de parti disiplini yok. Parlamenter rejimde ise, özellikle Britanya’da başlayan süreçte, parti disiplini esas. Yani, başbakanın ve ana muhalefet partisi liderinin parlamento içerisindeki parti üzerindeki hâkimiyeti, çok büyük ölçüde tesis edilmiş durumda. Parti disiplini dışında oy kullanacak olursanız, kariyerinizin bitme tehlikesi çok yüksek. Çok ünlü bir siyasetçiyi örnek olarak verebilirim: Winston Churchill. Sir Winston Churchill İngiliz siyasetinde 50 yıla yakın bir kariyere sahip. Ona bir görüşme sırasında “Birçok konuşma dinlediniz, birçok görüşmeye katıldınız. Bu görüşmelerden, konuşmalardan kariyerinizde faydalanmış olduğunuzu düşünüyor musunuz?” diye soruyorlar. “Evet” diyor, “Çok konuşma dinledim. Birçoğu benim fikirlerimi etkiledi. Ama hiçbiri oyumu etkilemedi”. Oy belli. Muhafazakâr partinin (Tory) temsilcisidir. Tory neye karar verirse, ne düşünürse düşünsün, 180 derece tersini de düşünse ona oy vermek mecburiyetindedir. Aksi takdirde, kırbaç (whip) olarak tâbir edilen disiplin amiri tarafından cezalandırılma, hatta parti grubundan dışlanma, atılma riskiyle karşı karşıyadır. Başka bir partiye geçme imkânı sınırlı olacağından – çünkü ideolojik farklılıklar önemli –uygulamadaki gelenekler buna çok fırsat vermiyor, seçmen de böyle bir değişmeyi kolay kolay tasvip etmiyor. Dolayısıyla bu şartlar altında kariyeri büyük ölçüde bitiyor. Kariyerinin bitmemesi için, gözünü ve burnunu kapatıp oyu atıyor.

Edgar Şar: Bu parti disiplinini bir programda konuşalım isterim. Çünkü bu önemli bir konu ve şu an bu anlattığınız şekliyle insanların kulağına çok anti demokratik gelebilir.

Ersin Kalaycıoğlu: Hayır, öyle değil.Bu disiplinin olmasının nedeni, partinin, seçimde belli politikaları izleyeceğine dair halka söz vermesi.

Edgar Şar: Partinin politikası bir kişinin kararı olmuyor, bir de öyle bir şey var. Onu ayrıca konuşalım.

Ersin Kalaycıoğlu: Onun gerçekleştirilmesi için, partinin disiplin içinde çalışması lazım. Aksi takdirde meclisten yasanın geçmesinde, o itiraz eder, bu itiraz ederse, halka vermiş olduğunuz sözü gerçekleştiremezsiniz.

Edgar Şar: Hocam, yaklaşık 10 dakikamız kaldı. İsterseniz Amerika’daki Başkanlık sisteminden, yavaş yavaş Türkiye’deki sistemin eksikliklerine geçelim.

Ersin Kalaycıoğlu: Amerika Birleşik Devletleri’ndeki bu uygulama, halkın, iki dereceli seçimle başkanı seçtiği, onu da orta çağdan kalma Electoral College (Seçiciler Kurulu) diye bilinen kurumu Britanya’dan ithal etmek suretiyle süreci başlatmışlardır. Özellikle 18. yüzyılın sonlarında, halkın bazı demagoglar tarafından kolayca kandırılabileceğini düşünerek, daha âkil kişiler tarafından oluşturulan ikincil seçmenlerin, başkan seçmekte daha ehil olabilecekleri varsayımıyla, ikinci seçmenlik kurulu olan Seçiciler Kurulu veya electoral college heyetini oluşturmuşlardır. Ama bu hiçbir zaman böyle çalışmadı; sonuç itibarıyla pek de gerekli olmayan bir niteliğe dönüştü. Ama özellikle küçük eyaletlerin iyi temsil edildiği bir yapı. Onlar da, anlamlı olmasa da buradaki güçlerinin veya temsillerinin azalmasından hoşlanmıyorlar. Onun için bu Seçiciler Kurulu’nu değiştirebilecek anayasa değişikliğini de yapamadılar.

Amerika’daki uygulama, başkanlık seçimlerinde iki dereceli bir seçimdir. Hukuki olarak doğrudan halk tarafından seçilen bir başkan değildir. Ama fiiliyatta halkın oyu neyse, sonuç da o oluyor. Bunu bir tek 6 Ocak 2021’de, Donald Trump ve destekçileri eleştirdi, meydan okudu ve bu şekilde gerçekleşmemesi için bir girişimde de bulundular. Ama başarılı olamadılar, biliyorsunuz. O konuda çeşitli araştırmalar devam ediyor. Muhtemelen bir yargılamayla sonuçlanacak.

Buna karşılık Kongre iki kamaradan oluşuyor: Biri, senato. Bu kişileri değil, eyaletleri temsil ediyor. Amerikan sistemi son derece adem-i merkeziyetçi bir niteliktedir. Oysa Britanya son derece merkeziyetçidir. Londra’dan yönetilir. Yerel yönetimlerin gücü yoktur. Çok yakın tarihe kadar önemi de yoktu. Şimdi yavaş yavaş değişiyor. Daha desantralize olmaya başladı. Ama Amerika’daki uygulama tamamen desantralize, yani adem-i merkeziyetçilik esasına göre oluşturulmuştur. Eyaletlerden oluşmuş bir yapı vardır. Şu anda 50 eyalete ulaştılar, kuruluşlarında 13 eyalet vardı. Bu eyaletler kendi yetki ve haklarını olabildiğince korumak istemişlerdir. Anayasa yapımında da buna özellikle vurguda bulunmuşlardır. Dolayısıyla çok az bir miktar yetki ve gücü merkezdeki Washington DC’ye, federal hükümete devretmişlerdir, geri kalanını kendi ellerinde tutmuşlardır. Bunun korunması için de Senato’da, her birinden ikişer senatör olmak üzere temsilci bulundurmaları ve Senato eliyle bu yetkilerin korunmasını istemişlerdir. Bu uygulama devam ediyor. Dolayısıyla Senatoda, Kaliforniya, Teksas, New York gibi çok sayıda insanın yaşadığı eyaletlerle, hemen hemen insan sayısının çok az olduğu Rhode Island, Wyoming gibi eyaletlerin her biri, ikişer temsilciyle temsil edilmektedir. Dolayısıyla temsil adaleti diye bir şey söz konusu değildir.

Kongrenin alt kanadında ise Temsilciler Meclisi vardır. Tamamen bir kişi, bir oy esasına göre seçilen ve nüfusu temsil eden bir niteliktedir. Ama tabii nüfus temsilinde seçim çevreleri eşit büyüklükte, tek sandalyeli seçim çevreleridir. En fazla oy alan kişi, oradaki sandalyeyi kazanır. En fazla oy %50’den daha fazla değildir. Genellikle değildir. Çok istisnai durumlarda o kişi %50’den fazla oy almaktadır. Genel kural, bu kişinin ekseriyeti almasıdır, çoğunluğu değil. Yani %30 oyla veya %25’le, başka bir aday daha fazla oy alamazsa, seçimi kazanabilirsiniz. Bu, Britanya’da da aynen böyledir; o da çoğunlukçu bir parlamenter uygulamadır. Amerika’daki uygulama da çoğunlukçu bir başkanlık uygulamasıdır. Dolayısıyla Temsilciler Meclisinde 435 temsilci bu şekilde seçilmektedir. Temsil bölgeleri, eyaletlerdeki meclisler tarafından belirlenir. O belirleme de, genellikle kendi temsilcilerinin kongredeki yarışta daha başarılı olmasını sağlayacak şekilde, pek de demokrasiye ve etiğe de uygun olmayacak şekilde çizilmiş seçim çevreleriyle ortaya çıkabilmektedir. The Economist dergisi, bundan on yıl kadar önce uzun bir makale yazdı ve Amerika’daki seçim çevrelerinin %80’inde herhangi bir rekabetin olmadığını söyledi. 1812’de, Massachusetts eyaletinin Valisi Elbridge Gerry’nin, yaklaşan seçimlerde partisine avantaj sağlamak üzere, seçim çevrelerini salamander (semender) kuyruğunu andırır şekilde bir çizimle belirlemesinden kaynaklanan ve Gerry ile salamanderdeki mander kelimesinin birleştirilmesiyle türetilen bir kelimedir. Amerikalılar bunu Gerrymandering olarak adlandırıyor. Seçim öncesinde seçim çevreleriyle oynayarak, rekabet koşullarının bir parti lehine ciddi ölçüde değiştirilmesi anlamını taşıyor. Gerrymanderingtâbiri bundan etkilenmektedir. Dolayısıyla orada birtakım sorunlara yankı olmuş bir rejim söz konusu.

Ama onun ötesinde, Kongre, doğruda doğruya seçilir ve Temsilciler Meclisi, alt meclisi olarak yasa yapımında temel rol oynar. Fakat Senato, aynı zamanda başkanı yakından denetleyen bir kurum niteliğindedir. Çünkü eyaletlerin temsilcileri oradadır. Eyaletlerin hassasiyetlerini ve duyarlılıklarını temsil edecek şekilde mevcut olmak durumundadırlar. Onun için başkanın yaptığı federal atamalar, büyükelçi atamaları, federal mahkemelere yargıç atamaları, Senato tarafından onaylanır. Onaylanmazsa atama gerçekleşmez. İkisi arasında böyle bir bağlantı olması söz konusudur. Çıkan yasalar başkan tarafından veto edilebilir. Veto aşılabilir. O zaman başkan bunu uygulamak mecburiyetindedir. Ama sonuç itibarıyla başkanın bir veto yetkisi vardır ve bu etkilidir. Özellikle bütçe yasalarında kullanılmaktadır. Amerika’da bütçe yasası tek bir yasa değildir. 13 yasadan oluşuyordu, bunu 12’ye indirdiler. Bu 12 yasa, esas itibarıyla Haziran sonuna kadar çıkmak zorundadır. Fakat 1970’lerin ikinci yarısında, bu yasaların Haziran sonlarına yetişmediği görülür. Dolayısıyla bu yasaların gerçekleşme dönemi Ekim ayına kadar uzatıldı. Ekim’de de, üzerinde uzlaşılamaz birtakım yasa maddeleri olduğu görüldü. Anlaşmazlık dolayısıyla bazı bütçe yasaları geçmemiştir. Clinton döneminde, Obama döneminde, Trump döneminde bununla karşılaşıldı. O zaman, sayıları 800.000’e varan federal memurlara işten ayrılma mecburiyeti doğmakta, 3 ay, 5 ay işten ayrılmaktadırlar. Hiçbir ödeme yapılmamaktadır ve bu kurumlar çalışmamaktadır. Ondan sonra uzlaşılabilirse, yeni yasa devreye girmekte ve bu memurlar sonra tekrar göreve iade edilebilmektedir. Bu kadar vahim bir uzlaşmazlık söz konusu.

Bu konu, Amerikan Anayasası’nın yapılması sırasında öngörülmüştür. Bunu önermiş olan James Madison’a “Bu tür uzlaşmazlıklar olacak, sistem felç olacak, kenetlenecek. Buna bir çözüm bulmamız lazım” denmiştir. Madison “Hayır. Bizim amacımız kolay uzlaşabildikleri yasaları çıkartmaları değildir. Siyasal seçkinlerin kolay uzlaşması, istibdada yol açar. Bizim İstiklal Savaşımızın temel nedeni, bireysel özgürlükleri korumak ve insanları özgür bırakmaktır. Ne kadar az uzlaşabilirlerse özgürlükler o kadar fazla sınırlanacaktır. Çünkü yasalar, düzenleme getirirler. Her düzenleme, insanların özgürlüklerini kısıtlar. Ne kadar fazla yasa olursa o kadar az özgürlük olur. Dolayısıyla bırakalım insanlar özgürce yaşayabilsinler. O yüzden yasa yapmak zor olsun. Bunların uzlaşmaları olabildiğince zor olsun. Bu uzlaşmazlıklar sonucunda yasa çıkmazsa, insanlar kendi hayatlarını özgürce yaşamaya devam ederler. Bunun ne sorunu var?” demiştir. Dolayısıyla Amerika Birleşik Devletleri’ndeki Anayasa’nın temel hedefi, bireysel özgürlüklerin garanti altına alınması, bunların hiçbir şekilde sınırlandırılmamasının temin edilmesidir. Bu temelde kurulmuştur. Bunun için yasama, yürütme ve bağımsız yargı, ender uzlaşabilmektedir. Bu müthiş bir kamu politikası istikrarı doğurmaktadır.

1996’da, siyasetbilimci George Tsebelis’in Veto Players (Veto Oyuncuları) adlı güzel bir kitabı yayınlanmıştır. Amerikan siyasetinin, değişen koşullara bile uyum sağlayabilecek değişiklikleri çok zor bir şekilde ve büyük bir çaba ve zaman harcayarak yapabildiklerini gösteren bir niteliktedir. Ve temel itibarıyla yasa yapımı fevkalade zordur. Böyle bir sistem kurulmuştur. Kenetlenmiş bir sistemdir ve çoğunlukçu esasta çalışmaktadır. Ama temel itibarıyla, buradaki esas olan, bu uzlaşmaların olabildiğince sınırlandırılması ve sınırlandırılmanın korunmasıdır. Bu nedenle, başkanın da halk tarafından seçimle görevden alınabilmesi mümkündür. Dört yılda bir seçime gidiliyor. Aynı zamanda, çok ağır suçlar işlemesi, rüşvet alması gibi konular söz konusu olduğunda, azil süreci başlatılabilir. Azil kararını, Kongrenin Temsilciler Meclisi verir. Sonra bir yargı olarak Senato toplanır. Bu konudaki suçun sabit görülmesi durumunda bir suçlamayla görevden alınmasına karar verebilir. Bizi izleyenler hatırlayacaktır; Başkan Trump döneminde, Trump iki defa azledilmiştir. Biri görev sırasında, biri görevden sonra. Ama Senato, her iki seferde de, özellikle çoğunlukta olan Cumhuriyetçilerin oylarıyla, başkanın yargılanması için bir sebep göremediği için, görevden alınıp yargı sürecinin başlatılmasına oy vermemiştir. Bu şekilde bir karşılaşma veya uzlaşma temin edilmiş ve bu şekilde yasaların yapımının zorlaştırılması, sınırlamaların ve düzenlemelerin hayata geçirilmesinin zorlaştırılması esas alınmıştır.

Burada bir denge ve denetleme mantığı söz konusudur. Birbirini dengeleyen ve denetleyen kurumlar olması, bunların kolay çalışmalarının önüne geçilmesi, kolay karar alınmaması ve kolay uygulanmaması esastır. Çünkü Amerika Birleşik Devletleri’ndeki anayasa yapımcıları, 1770’lerde ve 80’lerde iki temel varsayımda bulunmuşlardır: Bir, denetlenemeyen güçlü merciler, görevlerini suistimal ederler. Bu fikir, Montesquieu’ye kadar gitmektedir. İktidar suistimal edilir. İktidarın suistimalini önleyebilmenin tek yolu vardır: Etkili hesap sormak. Dolayısıyla etkili hesap soracak bir mekanizma olmadan, yani bir güç merciini dengeleyecek ve denetleyecek başka bir güç mercii bulunmadan ve bunlar ikisi arasında eşit güçlerle kapışmadan, bu denetim sağlanamayacaktır. O zaman yetkiler ve güç suistimal edilecek, yolsuzluk ve yozlaşma ortaya çıkacaktır.

Bu, demokrasi için bir felakettir. Onun için denge ve denetim esaslı bir başkanlık engellenmek mecburiyetindedir. Aynı zamanda, bunların seçmene aktarılması ve seçmenin vereceği kararla bu konuların halledilmesinin yeterli olmayacağına karar vermişlerdir. Aslen adil olmayan bir hususta, oy vermek suretiyle adaletin temin edilemeyeceğini varsaymışlardır. Dolayısıyla bu tür sorunların çözümünü, denge denetleme mekanizmalarının son derece güçlü olduğu, uzlaşmanın olabildiğince zor olduğu, yasa yapımının ve uygulamaların zor olduğu, karar almanın zor olduğu, fakat bireylerin özgürlüklerinin maksimum şekilde korunabildiği bir sistem geliştirmişlerdir.

Bunun dışında bir tane daha sistemimiz var: O da, Temsili Parlamenter uygulama. Yine son derece adem-i merkeziyetçi bir yapıda. Federal bir yapıda çalışıyor. Hatta Konfederasyon olarak kurulmuş olan İsviçre’de, daha doğrudan birtakım uygulamalar gündeme geliyor. Burada, halkın kendi inisiyatifini kullanarak yasa teklif etmesi, teklif edilmiş olan yasaları halka sunarak referandum yapılması, görevde bulunan bazı kimselerin, görevlerinin işlevlerini yerine getirmemesi durumunda halk tarafından görevden çağrılması gibi mekanizmalar da ekleniyor ve bu mekanizmalarla çalışan, olabildiğince merkezi gücün az ama adem-i merkeziyetin güçlü olduğu bir dördüncü model ortaya çıkıyor.

Bu dört modelden hepsi demokrasi olarak çalışıyor. Ama bunlar içerisinde demokrasi açısından baktığımızda en uzun ömürlüsü olan, Temsili Parlamenter Rejimler. İkinci bakımdan uzun ömürlü olan, Çoğunlukçu Parlamenter Rejimler. Kuruldukları andan itibaren, ekonomik büyümeyle birlikte 100 küsür yıl yaşıyorlar. Başkanlık rejimleri ise bunun dörtte biri kadar, 25 yıl kadar yaşayabiliyorlar. Bu istatistikleri, Ankara Enstitüsü’nde yayınladığım o makalede bulabilirsiniz. Rakamları orada tam olarak görebilmeniz mümkün.

Ekonomik küçülme dönemlerinde de başkanlık rejimleri, parlamenter rejimlere nazaran çok daha dezavantajlı, çok daha çabuk yıkılıyorlar. Latin Amerika’daki uygulamalarda başkanlık rejimleri, başkanla meclis arasındaki uzlaşmazlıklarda, başkanın, çeşitli yollarla kendisinin liderliği altında yürüyen bir sistem ilan etmesi, askeri de devreye sokarak kendisine darbe yapılması – buna autogolpe deniyor – ve o şekilde iktidara gelerek yönetimini sürdürmesi, meclisi oyun dışı bırakması, feshetmesi gibi sonuçlara gidiyor. Amerika’nın Başkanlık sisteminde, başkanın meclisi feshetme yetkisi yok. Dolayısıyla bu uygulamalar, Latin Amerika’da, Avrupa’da ve Asya’da kolaylıkla bu şekilde dejenere oluyorlar.

Son olarak şunu vurgulayayım: Rejimler siyasal şiddet ile karşılaştıklarında, -her ülkede siyasal şiddetle karşılaşılabilir-, en başarılı olan uygulamalar İsviçre’de gördüğümüz türden, daha çok temsili demokrasilerde ortaya çıkıyor. Bunlar, karar alma süreçlerinde, azınlıkları dışarıda bırakmayan, onları kucaklayan, onları sürecin içerisine alan ve onların yardımıyla da karar alan ve bu yolla kararın uygulanması konusunda çok geniş bir kitleye moral bir mesaj verebilen uygulamalar. Dolayısıyla siyasal şiddetle karşı karşıya kaldıklarında, siyasal şiddetten ölüm, bunlarda milyonda sıfır düzeyinde. Bunu 1945 sonrası, 20. yüzyılın ikinci yarısında yapılan araştırmalarda görebilirsiniz. Bingham Powell’ın yaptığı araştırmalar da var. Bu istatistikleri de Ankara Enstitüsü’ndeki yayında sundum, görebilirsiniz. Aynı zamanda Çoğunlukçu Parlamenter Rejimler daha az başarılı. İngiltere’de uygulanmış olan başkanlık rejimleri ise en başarısız olanı. Bunlarda şiddet dolayısıyla milyonda ölüm oranları, Çoğunlukçu Parlamenter Rejimlerin 5-6 katı. Dolayısıyla orada çok büyük sorunlarla karşılaşılıyor.

Bir de, yapmış olduğumuz karşılaştırmalarda, karşılaştırmalı siyasetin dikkate aldığı çeşitli indeksler var. Bu indekslere bakarak rejimleri karşılaştırışsanız, dünyada en başarılı yerleşik demokrasilerin %90’a yakını, %80 küsuru, Parlamenter Demokrasi. Amerika Birleşik Devletleri, Güney Kore, Kosta Rika veya Uruguay gibi birkaç örnek dışında, en iyi, en başarılı hukuk devleti ve iktisadi büyüme uygulamalarını başkanlık rejimlerinde bulabilme imkânınız yok. Hem iktisadi büyüme açısından hem hukuk devleti uygulamaları açısından en başarılı 20 rejimi sayın derseniz, bunun içine ancak bir iki tane başkanlık rejimi giriyor. Örneğin Fransa genellikle ilk 20’de yer almıyor. İskandinav ülkeleri, Batı Avrupa ülkeleri, Avustralya, Yeni Zelanda gibi ülkelerdeki Parlamenter Rejimler, bu sıralamada başı çekmekte. Temel itibarıyla görüntü bu.

Edgar Şar: Hocam, çok teşekkürler. Hem demokratik modelleri değerlendirmiş olduk hem de Türkiye’de bu konuyla ilgili birtakım kalıpların da verilerle uygun olmadığını da anlamış olduk. Daha önce bu programda böyle çok kalıp yıktığımız oldu; özellikle koalisyonlarla ilgili. Ama ayrıntısına bakmak isteyen izleyicilerimiz, bizim de linkini vereceğimiz Ankara Enstitüsü için yazdığınız rapora bakabilir. Bütün bunlar çok daha ayrıntılı olarak o raporda var. Ama biz de gayet ayrıntılı olarak konuştuk bunları. Bu programda konuştuğumuz bazı noktaları başka programlarda açarız diye umuyorum. Gelecek ay, umarım bununla devam edebiliriz. Çok çok teşekkür ediyorum hocam. Bizi izleyen herkese de çok teşekkür ederim. 30 Ağustos Zafer Bayramımız kutlu olsun.

Ersin Kalaycıoğlu: Rica ederim. Ben de herkesin Zafer Bayramı’nı kutluyorum.

Edgar Şar: Çok sağ olun, iyi akşamlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.