Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP’li yıllara içeriden bakış (5): Cumhuriyet yaptı, AKP sattı

2005 yılına, eski günahları silip yeni bir sayfa açarmış gibi bir his veren liradan 6 sıfır atılması kararı ile “merhaba” diyoruz. İnsanlar bunun ekonomiye nasıl bir katkısı olacağını anlamaya çalışıyor. Bir yandan dalga geçiyor, bir yandan alışmaya çalışıyorlar.

Yerel belediyelerin büyük çoğunluğunun AKP’ye geçmesi ile birlikte tabanda büyük bir heyecan dalgası yaşanıyor. Muhafazakâr ailelerin çocukları, kazanılan AKP belediyelerinde işe girmeye, dindar müteahhitler, tüccarlar ihale kapmaya başlıyor.

“Ha şöyle yaw, acık de paradan konuşalım da ağzımız tatlansın.”

AKP’nin ekonomide aldığı radikal kararların üzerine yerelde yaşanan bu gelişmeler aynı zamanda çok fazla haneye dokunmuş oluyor. Vatandaş hasta yattığı yatağından birden iyileşmiş gibi kalkıyor sanki.

Yaşadığım şehirde büyük dönüşümün haberleri yayılıyor. Şehre raylı sistem gelecekmiş, şuradan geçecekmiş, filanca yere hastane yapılacakmış, bizim evlerin değerleri artacakmış. Bu söylentiler daha yayılırken imar izinleri alınmaya, yeni yeni apartmanların, iş yerlerinin temelleri kazılmaya başlanıyor. Her yerde bir inşaat furyası başlıyor.

Bizim ev. Sofranın ortasına fırlattığım çatalın ardından evde sanki zaman duruyor. Ne bir şiddet eğilimi, ne azarlama. Hayatım boyunca beni ve ailemin her bir ferdini ezen adamı ilk defa korku dolu gözlerle bana bakarken görüyorum. Bit kadar boyumla korkusuzca tepeden ona bakıyorum. Odayı terk edip odama kapanıyorum. Yemiyorum, içmiyorum, kimseyle konuşmuyorum, derin bir depresyondayım. Günler sonra annem beni markete göndermek için zorla evden çıkarıyor. O sırada eve çok yakın bir eczanenin vitrininde “eleman aranıyor” yazısını görüyorum. Muhafazakâr evi için kadının çalışması bir tabu. Okusam, mesleğim olsa olurdu da, şimdi bir esnafın yanında, olacak şey mi? Eve gittiğimde çekine çekine anneme ilandan bahsediyorum. “Benim çalışmam lazım. Bu başörtüsü olayı çözülene kadar bir şey yapmam lazım, yoksa delireceğim.” Üstelik eczacı kadın, bir risk yok yani. Hiç umudum yok ama ilginç bir şekilde kabul ediyorlar. İyisi mi şu deli kızın üzerine fazla gitmeyelim, gidip biraz kafasını dağıtsın kendine gelsin diye düşünüyorlar.

Ertesi sabah koşa koşa gidip konuşuyorum. Kadın hemen kabul ediyor. Meğer önceki kalfasını kocası işten kovmuş, acilen birine ihtiyacı varmış. “Ben sana her şeyi öğreteceğim ama sen de her işi yapacaksın” diyor. Çay yapacağım, eczaneyi temizleyeceğim, ilaçları sayacağım, tozunu alacağım. Zamanla reçete de gireceğim. Tamam, tamam, tamam, her şeye tamam. Bütün bu işlerin karşılığında elbette sigortasız, haftalık 50 lira alacağım. Neredeyse hiçbir şey ama olsun. Hiç değilse gündüzleri kurtulacağım o evden. Yalnız, kadın biraz tuhaf. Gözünde ve dudağında tikler var. Yüzünde izler var, belki de bir kaza geçirmiştir? Ya kolundaki morluk?

Kadının kocası geliyor arada eczaneye. Cahil, kaba saba, yüzü kıpkırmızı, serseri bir kumarbaz ve alkolik. Allah Allah diyorum, eczacı bir kadınla bu adamı bir araya getiren ne olabilir? Yine bir tuhaflığın içine düştük. İşi öğrendikçe hevesleniyorum. Kadın sürekli bana kendi hikâyesini anlatmak istiyor. Kocası eczaneye geldiği zaman, önce bir süre camdan kadını gözlüyor, sonra cama vurup pis pis gülüyor, kadın kendine çeki düzen veriyor, hemen ayağa kalkıyor. Kendisi kalkıp kocasını buyur ediyor. Aa, hayret bir şey. Yani bizim kültürümüzde de kadın ikinci sınıf vatandaştır, kalabalık bir grup yemek yiyecekse haremlik selamlık da olduğundan ortam müsait değilse önce erkekler yer, sonra kadınlar. Meyvenin en iyisi, kahvenin en köpüklüsü “er gişilere” verilir. Ama bu kadının davranışlarını kabullenemiyorum. Okumuş kadınsın, eczanenin sahibi sensin, üstelik kocasının geçimini de o sağlıyor ama yine de köle gibi davranıyor. Al sana nefret edilesi bir erkek ve acınası bir kadın tipi daha.

Daha işe gireli iki hafta olmuş ama kadın bana güvenip dükkânı bırakıyor, işe geç geliyor. Geldiğinde her şeyi olması gerektiği gibi buluyor. O da, ben de bir düzen oturttuğumuza mutlu oluyoruz. Evde çalışmamı sorun eden yok şimdilik. Abim başka bir şehirde çalışırken patronuyla kavga ediyor yanımıza geliyor. Köşe taşı AKP’li yakınlarımız derhal belediyede ona bir iş ayarlıyor. İlk etapta şirket işçisi ama olsun, daha her şey çok yeni. Yönetim başka bir partiden AKP’ye geçmiş. O yüzden yavaşça yol almak lazım, aceleye mahal yok. Şimdi evde iki kişi çalışıyor, benden küçük kız kardeşimin tek hayali evlenmek.

Hastanede yaptırdığım testlerden sonra endişelenecek bir şey olmadığı anlaşılıyor. Yaşadığım tüm yan etkilerin bir ilacın hormonlarımı bozmasından ileri geldiğini, hormonların bozulması sonrası da ömür boyu ilaç kullanmamı gerektiren nur topu gibi bir kronik hastalığımın olduğunu söylüyorlar. Eski ilaçlarımı bıraktırıyorlar ve adı temizlik maddesi gibi olduğu için bana ekstra sevimli gelen yeni ilacımla depresyonum dinmeye, neşeli biri olmaya başlıyorum. Ağlama krizleri geçiyor. Normalde ben annemi babama karşı “şöyle desene, böyle yapsana, susmasana” diye doldururken, bu sefer annem bana babamı şikâyet ettiğinde “amaan anne, boş ver ya” diyorum.

Ben evde otururken üniversiteden mezun olmaya başlayan özellikle erkek kuzenlerim bir bir kurumlara yerleşmeye başlıyor. Kimin diploması en çok nerede karşılık bulacaksa oralara yerleşiyor. Bunu kabul etmeyen, kendi çabalarıyla özel sektörde iş bulan kuzenlerime hakarete varan ifadeler kullanılıyor, keriz yerine konuluyorlar. Sofraya hep birlikte oturmayınca yemeğin tadı kaçıyor çünkü. Birini bir yere yerleştirdiklerinde hem o kişiyi kendilerine bağlıyorlar, hem de o kişi girdiği kurumda yükseldikçe onların da yanına adam gönderebilecekleri, “o senin işini halleder” diyebilecekleri “sağlam” birisi daha olmuş oluyor. Üstelik orada yetiştiği, mesleği öğrendiği için hem partiye hem torpiline bir minnet duygusu da hissediyor. Bu yerleşmeleri hiç kimse yanlış bulmuyor çünkü hemen her biri imam hatipli oldukları için zamanında katsayı uygulaması ile üniversite puanları kırıldığından, o zamanlar yenilen haklarının yerine bugün elde edilen bu imkânları, kendilerinden çalınan haklarının iadesi gibi görüyorlar.

Hükümetin ufak ufak bulaştığı günahları da aynı sebepten hoş görmek istiyorlar. Bulaşılmaya başlanan küçük günahlar, zaten küçük olduğundan kabul edilir lokmalar olarak yutuluyor. Aman bu halk neler gördü canım, tiehh.

Saltanat ve halifelik kaldırıldığından beri İslam ülkesi olmaktan çıkmış bu ülke, yeniden dindarlar tarafından yönetildikçe hilafet özlemleri bir nebze diniyor. Devletin yapısı yavaşça değiştikçe cumhuriyetle birlikte marjinalleşen yaşam tarzları yeniden ana akım olabilecek, yeniden itibar kazanabilecekler. Özel tv kanallarında henüz muhafazakâr kesime özel yayınlar başlamamıştı. Bu yüzden Erdoğan, göreve gelir gelmez en önemli kalelerden biri olarak gördüğü TRT’ye el atmak istiyor.

Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Erdoğan’ın gönderdiği ismi 3 kez veto etmesine rağmen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın ısrarıyla 12 Ocak 2004’te TRT Genel Müdürlüğü’ne atanan Şenol Demiröz, kurumu zarara uğrattığı iddiaları sonrası 2005’te emekliye ayrılıyor. TRT Genel Müdürü olduğu ilk günlerde kadın daire başkanlarını görevden alan Demiröz, lojmanına yaklaşık 30 milyar liralık masrafla jakuzi yaptırmasıyla gündem oluyor. TRT’nin “Forrest Gump”, “Jurassic Park 1 – 2”, “The Jackal” gibi 39 filme 2,3 milyon dolar ödediği iddiaları üzerine Başbakanlık Teftiş Kurulu inceleme başlatılıyor; BTK, TRT’nin 41 trilyon lira olarak gösterdiği kurum zararını 101 trilyon lira olarak tespit ediyor. Rapor Erdoğan’a sunuluyor ve istifa edeceği kulislere yansıyan Demiröz, ailesiyle birlikte çıktığı 12 günlük tatili biter bitmez emekliye ayrıldığını açıklıyor. Kültürel hegemonya dönüşümü ilk denemede kişisel hırsa kurban gidiyor, başarısız oluyor.

2005’e özellikle ekonomi damgasını vuruyor. Özelleştirmelerle devletin kasasına çok kısa bir sürede milyar dolarlar girerken, kısa günün kârından başı dönen halk, milli değerlerinin satılmasıyla ilgili bir endişe taşımıyor. Önemli olan, çarklar dönsün.

Öncelikle 3 Mart’ta Özelleştirme İdaresi Tüpraş’ın yüzde 14,76 oranındaki hissesini, “3 milyar dolar piyasa değeri” üzerinden, 446 milyon dolara İMKB’de İsrailli İş insanı Sami Ofer’e satıyor. Ancak Petrol İş Sendikası bu satışın Borsa Mevzuatı’na aykırı olduğu gerekçesiyle dava açıyor. Bu satıştan yalnızca 6 ay sonra Koç Grubu, “8 milyar dolar değer” üzerinden, Tüpraş`ın yüzde 51`ine, 4,1 milyar dolar vereceğini ilan ederek, bir tartışmayı alevlendiriyor.

Ofer ve Türk danışmanı Global Menkul Kıymetler’in Başkanı Mehmet Kutman’ın kısa sürede elde ettikleri bu büyük kâr düşünülürse, öngörülerinin ne kadar güçlü olduğu ortada. Ofer’in şirketine yapılan bu satış sonrasında açılan dava sürecinde mahkemede ortaya tuhaf belgeler çıkıyor. Bu belgelere göre, Global Menkul Kıymetler’in finans çevrelerinde hiç kimsenin bilmediği Özelleştirme Yüksek Kurulu’nun satış kararından haberdar olduğu anlaşılıyor. Global Menkul Kıymetler 28 Şubat 2005’te resmi bir yazıyla Özelleştirme İdaresi`ne “İdareniz portföyünde bulunan Tüpraş`a ait 36.969.698 adet hisseyi satın almak istiyoruz” başvurusunda bulunuyor. Aynı gün, yani 28 Şubat 2005’te Özelleştirme İdaresi, jet hızıyla olur veriyor. Ve aynı gece İMKB`ye Tüpraş`ın yüzde 14,76`sının yabancı fonlara satılacağı duyuruluyor. Tüpraş`ın yüzde 14,76`sını satın alan fonların çoğunun bu iş için kurulduğu biliniyor. Ama resmi kayıtlara bakarsanız, 446 milyon dolarlık satış kararı diğer yatırımcılara duyurulmadan bir gün içinde tamamlanmış! İşte gerçek bir AKP mucizesi, becerikli Maliye Bakanı Kemal Unakıtan döneminde işler tıpkı Cumhur Başkanlığı Hükümet Sistemi’ndeymiş gibi hızlı ve kural tanımaz bir şekilde ilerliyor.

1 Haziran’da Yeni Türk Ceza Kanunu yürürlüğe giriyor. Yeni yasa töre cinayetinden kapkaça, kaçak yapılaşmadan alkollü araç kullanmaya kadar birçok yeni düzenleme getiriliyor. Halk yeni gelen her karara “İyi oldu valla, çok iyi oldu, hükümetimizden Allah razı olsun” diyor.

19 Haziran’da Türkiye, birkaç ay arayla hastanelerin yeni doğan ünitelerindeki enfeksiyona bağlı bebek ölümleriyle sarsılıyor. Önce Trakya Tıp Fakültesi Hastanesi Yeni Doğan Servisi’nde sekiz bebek, “serratia” bakterisi nedeniyle hayatını kaybediyor. 16 Temmuz’da Manisa Doğum ve Çocuk Bakımevi Hastanesi Yeni Doğan Servisi’nde peş peşe ateşlenen altı bebekten dördü, enfeksiyon nedeniyle ölüyor. Ardından 3 Ağustos’ta Kayseri’deki Erciyes Üniversitesi Yeni Doğan ünitesinde sekiz bebek yine enfeksiyon sebebiyle hayatını kaybediyor.

Art arda yaşanan bebek ölümlerinin ardından Türk Tabipleri Birliği’nin olaylarla ilgili yaptığı araştırma sonucu hastane yeni doğan ünitelerinde hasta yükü fazla olan birimlerin yüksek risk taşıdığı ve bazı dönemlerde bir küvöze 2-3 bebek yatırıldığı belirtiliyor. Birimlerde her kritik hasta için vital bulguların izleminin yapılabileceği monitor bulunmadığı, ventilator sayısının yetersiz olduğu (bu nedenle aynı ventilatörün dönüşümlü olarak kullanıldığı) hasta sirkülasyonunun fazla olması nedeniyle aletlerin periyodik bakımlarının düzenli yapılamadığı bildiriliyor. Sağlıkta Dönüşüm Programı sayesinde artık hastanede rehin tutulmayan bebekler, devlet güvencesi altında hayatını kaybediyor.

Fitch, Türkiye’nin görünümünü negatiften pozitife yükseltiyor. Halk hükümetten sürekli bir iyi bir kötü haber alıyor, günün sonunda iyilikler ağır basıyor.

Erdoğan, başbakanlığı döneminde ilk defa suikast tehlikesi atlatıyor. 12 Eylül’de Kütahya’da yeni eğitim-öğretim yılının açılışına katılıyor. Erdoğan, açılış töreninden ayrılırken, bir dönem Mersin Ülkü Ocakları Gençlik Kolları Başkanlığı da yapan Mustafa Bağdat, “Sayın Başbakan, dün 5 şehit verdik. Sen ne geziyorsun burada, biz 25 bin şehit verdik” diye bağırıyor. Elinde poşet içinde ekmek olduğu gözlenen ve otobüse binmeye çalışan Bağdat, protestosunun ardından derhal gözaltına alınıyor. Bağdat’ın elindeki ekmeğin içinde bir silah bulunuyor. Yapılan incelemede, silahın kurusıkıdan gerçek bir tabancaya dönüştürüldüğü anlaşılıyor.

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Toplumun her kesimi sizin düşüncelerinizi kabul etmeyebilir. Bazıları bunu düşünceleriyle ortaya koyarlar. Ama düşünceyle değil de bunu maalesef çirkin, bu tür fiili eylemlere dönüştürenler, her şeyden önce insan hak ve hürriyetlerinden nasibini almamış tiplerdir” diyor.

3 Ekim’de Türkiye’nin Avrupa Birliği üyelik süreci başlıyor.

Tüpraş’ın ardında özelleştirme çalışmaları devam ediyor. 4 Ekim’de Erdemir’in özelleştirilme ihalesini 2 milyar 770 milyon dolar ile Oyak Holding kazanıyor. Hemen ardından 14 Kasım’da ise Türk Telekom, yüzde 55 hissesi ile Oger Telekomünikasyon’a devrediliyor. 6 milyar 550 milyon dolara gerçekleşen devir, cumhuriyet tarihinin en büyük ihalesi oluyor.

Agos Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink, gazetesinde yayınlanan Sabiha Gökçen’in aslında Ermeni kökenli olduğu yönündeki haberin ardından büyük bir tepkiyle karşılaşıyor ve 7 Ekim’de “Türklüğe hakaret” iddiasıyla yargılandığı davada altı ay hapis cezasına çarptırılıyor. Dink’in cezası erteleniyor. Ancak azmettiricilerin mahkemesinde farklı bir karar çıkıyor, kalemi kırılıyor, katilleri kendi mahkemelerinde verdikleri cezanın infazı için kollarını sıvanıyor.

Şimdi, birbirinden bağımsız gibi görünen ama daha 2005 yılında göstere göstere gelen FETÖ tehlikesiyle ilgili iki habere göz atalım. 14 Ekim’de Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yücel Aşkın ve Genel Sekreter Yardımcısı Enver Arpalı, eski Van Özel Yetkili Savcısı Ferhat Sarıkaya tarafından, Tıp Fakültesi Araştırma Hastanesi’ne 25 milyon dolarlık tıbbi cihaz alımındaki ihalede usulsüzlük yaptığı ve personel hakkında fişleme yapıldığı gerekçesiyle açılan davada tutuklanıyor. Savcı Prof. Dr. Yücel Aşkın hakkında ayrıca “tarihî eser kaçakçılığı” suçlamasıyla ilgili bir iddianame de hazırlanıyor.

Ancak kısa bir süre sonra ihalenin Aşkın döneminde değil, bir önceki rektör dönemimde yapıldığı anlaşılıyor. Bunun üzerine bir parantez açıyorlar; “ihalenin edimine fesat karıştırmak”. Zaman içerisinde bilirkişi raporlarıyla teyit edildiği üzere, geçmiş rektör dönemimde ihaleye fesat karıştırılmasının söz konusu olmadığı, Prof. Dr. Yücel Aşkın döneminde de malzemelerin edimindeki alımlara fesat karıştırılmadığı ortaya çıkıyor.

Beş aya yakın iddianamenin hazırlanması bitmediği için yargılanamayan Enver Arpalı, hapisteyken intihar ediyor. Görev arkadaşı Enver Arpalı’nın intiharının ardından kendisi de kalp krizi geçiren Prof. Dr. Yücel Aşkın, davanın ilk duruşmasında beraat ediyor.

Birbirinden ilgisiz konular hakkında peş peşe dava açan bu savcı benim ilgimi çekti. Zira bu savcının davranışları tipik bir FETÖ savcısı gibiydi. Yani birini cemaatinin yönlendirmesi ile bir sebepten hedef tahtasına oturtuyor ve ne yapıp edip onu bir şekilde tutuklatması gerekiyor. Bu davadan bir ay sonra aynı savcının ismi başka bir davada yeniden ortaya çıkıyor.

Buyurunuz, davanın savcısı Ferhat Sarıkaya.

9 Kasım 2005’te Hakkâri-Şemdinli’deki Umut Kitabevi’ne bombalı saldırı düzenleniyor Saldırıda Ali Yılmaz ve Mehmet Zahir Korkmaz yaşamını yitiriyor. Saldırıyı gerçekleştiren kişiler astsubay Ali Kaya, Özcan İldeniz ile itirafçı Veysel Ateş kaçarken halk tarafından yakalanıyor. Saldırıyı gerçekleştiren kişilerin asker olması ve ardından araçlarında bulunanlar kamuoyunu şoke ediyor.

Patlamanın faillerine ait otomobilde belgeler arasında 105 kişinin adının yazılı olduğu üç liste ile içinde krokiler, haritalar, kimlik kartları ve izin kâğıtları olan 300 sayfalık dört klasör bulunuyor. Demokratik Toplum Partisi’nin 18 delege aday adayının fotoğraflarının bulunduğu bir başka belge ortaya çıkıyor. Karşımızda sistematik suikastlar serisi düzenlemek istediğini düşüneceğimiz bir yapı var yani.

Sanıklar yargılanmaya başlıyor ancak karar duruşmasının hemen öncesinde iddianameyi hazırlayan Ferhat Sarıkaya meslekten ihraç ediliyor. Sarıkaya, olaya karışan askeri personelin, EMASYA (Emniyet Asayiş Yardımlaşma) kapsamında görevlendirildiğini ve bu görevlendirilmenin, emir komuta zinciri çerçevesinde Genelkurmay’a kadar sorumluluk ağı oluşturduğunu belirtiyor. Dahası, hazırladığı iddianamede; KKK Orgeneral Yaşar Büyükanıt, Van Asayiş Kolordu Komutanı Korgeneral Selahattin Uğurlu ile Hakkâri Dağ ve Komando Tugay Komutanı Tuğgeneral Erdal Öztürk haklarında Büyükanıt’ın Diyarbakır 7. Kolordu Komutanı olduğu dönemde suç işlemek için çete kurduğu iddialarını da ortaya atıyor. Savcının meslekten ihraç edilmesi ile Umut Kitabevi’ne düzenlenen saldırının sanıkları uzun süren davalar, tutuklanıp salıverilmelerle süren yılların ardından en son 2021 yılında beraat ediyor.

Bu iddianamede yer alan iddialar üzerine Savcı Sarıkaya, mesleki yeterlilikten uzak olduğu gerekçesi ile Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu tarafından meslekten tardediliyor. (uzajlaştırıldı). Aynı zamanda Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde avukatlık dahi yapması yasaklanıyor.

2010 yılında anayasa değişikliği referandumu ile yapısı değişen HSYK’ya yaptığı başvuru kabul edilerek meslekten ihraç kararı kaldırıldı ve Ankara Cumhuriyet Savcılığına atandı.

15 Temmuz darbe teşebbüsünün ardından Ankara’da görev yapan savcı Ferhat Sarıkaya, basına verdiği demeçlerde adeta itiraflarda bulunarak; hem Şemdinli hem de Van Yüzüncü yıl Üniversitesi davalarında kullanıldığını söyledi. Bu haberler üzerine HSYK kendisini açığa aldı. 2018 yılı jasım ayında meslekten ihraç edildi. Aynı yıl, Gülen Hareketi’ne mensup olmaktan tutuklanan Sarıkaya çeşitli açıklamalarda bulundu. Ailesinin can güvenliği ve maddi sorunları nedeniyle; Gülen Hareketi’nin dediklerini yapmak zorunda kaldığını beyan etti. Meslekten ihraç edildiği dönemde de Gülen Hareketi mensupları tarafından para desteği aldığını belirtti, çocuklarının ise Gülen Hareketi’nin Güney Afrika’daki okullarında okuduğunu söyledi. Bu beyanatlarının yanı sıra, Şemdinli iddianamesine Yaşar Büyükanıt’ın ismini; Gülen Hareketine mensup olan hâkim ve polis müdürünün isteğiyle eklediğini beyan etti. Bunun; Yaşar Büyükanıt’ın genelkurmay başkanı olmasının önüne geçilmesi ve diğer generallere gözdağı verilmesi için yapıldığını savundu. Bu itiraflarından sonra etkin pişmanlıktan yararlanmak istedi. Ankara 16. Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanan Ferhat Sarıkaya, 28 Mart 2019’da “silahlı terör örgütüne üye olmak” suçundan 10 yıl hapis cezasına çarptırıldı. Ferhat Sarıkaya’nın itirazı üzerine Bölge Adliye Mahkemesi’nce yapılan değerlendirme sonucunda cezası onandı.

Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi ve Şemdinli davaları gösteriyor ki, bu iki dava o dönem belki de yirmi yıllık AKP döneminde FETÖ’nün ilk ayak izleriydi. Sizce savcının iddia ettiği ancak rektörün beraat ettiği fişlenen personel iddiasında fişlendiğini düşündüğü personellerin ortak özellikleri neydi? Ve Umut Kitabevi saldırısı sonucu faillerden yola çıkarak olayı dönemin Kara Kuvvetleri Komutanı Yaşar Büyükanıt’a kadar vardırma gayretinden anlıyoruz ki, Umut Kitabevi’nde o gün katledilen insanlar ve iddianamesi hazırlanmadan tutuklandığı cezaevinde intihar eden Enver Arpalı, FETÖ’nün kanlı yol haritası üzerinde hayatını kaybeden binlerce insandan yalnızca birileriydi.

17 Kasım’da Mavi Akım Projesi’nin resmî açılış töreni Samsun’da gerçekleştiriliyor. Açılışa Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, İtalya Başbakanı Silvio Berlusconi ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan katılıyor. Erdoğan’ın dünya liderleri ile verdiği bu fotoğraflar, toplumda itibar kazanmaya çalışan kendi tabanı için özellikle çok değerli. Bu itibar inşa sürecinde Erdoğan ve tabanı için hayati olan ikinci şey ise, asla ama asla toplum içinde eleştirilmemek, protesto edilmemek. Muhafazakâr camiada ne yaşanırsa yaşansın kol kırılır, yen içinde kalır. Bu yüzden en büyük korkuları toplumsal muhalefettir. Türkiye’deki öğrenci hareketleri, kitlesel eylemler, eskiden beri hükümetten çok onları korkutur. Amanın düzen yıkılacak, devletimiz zeval görecek, bu isyankârlar yüzünden başımıza taş yağacaktır. Ve daha o günlerden, bugün artık hepimizin kanıksadığı haberlerin ilklerini alıyoruz.

Önce 6 Mart’ta 8 Mart Dünya Kadınlar Günü öncesinde İstanbul Beyazıt Meydanı’nda yapılan gösteride polis 500 kişilik gruba biber gazı ve copla müdahale ediyor. Olay AB Troykası’ndan sert tepki görüyor ve konu hakkında soruşturma başlatılıyor. Daha sonra 26 Kasım’da özlük ve demokratik hakları için Ankara’da yürümek isteyen Eğitim-Sen’e bağlı eğitimcilere kente giriş izni verilmiyor. Başkentte polis ile göstericiler arasında arbede yaşanıyor. Olay AB Komisyonu tarafından da tepkiyle karşılanıyor. Tatlış Batı, cici Batı, tepki mi gösterdin sen! Daha 2005 yılında başlayan bu sert bloklarla toplumda muhalefet etmek, bölücü bir faaliyetmiş gibi gösterilmeye çalışılıyor. Ve toplumsal hafızaya bir kod nakşedilmek isteniyor.

Devletin özelleştirme furyası özel sektörü de harekete geçiriyor. Yıl boyunca bankalar, market zincirleri, medya kanalları birleşiyor, el değiştiriyor. Halk her köşede yaşanan bu değişim ve dönüşümü gördükçe, yaşanan olumsuz gelişmelere rağmen içindeki “dur bakalım” duygusu pekişiyor. Hükümet toplumun karanlıkta kalmasını istediği alanları karanlıkta bırakıyor, umut bağlamak istediği ekonomide özelleştirmeler ile kısa zamanda büyük kârlar elde ederek “sakin olun, o iş bizde” diyor.

30 Kasım’da Yargıtay’da AKP’ye asla alışmamış ve teslim olmamış muhalif seçmeni endişelendirecek bir karar çıkıyor. Siyasal İslamcıların eski dostlarından, Metin Kaplan’a “Anayasal düzeni silah zoruyla değiştirmeye teşebbüs” suçundan verilen ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına ilişkin karar, usul eksikliği ve eksik soruşturma gerekçesiyle bozuluyor.

Bu Aklamalar, muhalif seçmeni endişelendirdiği kadar muhafazakâr seçmeni sakinleştirici dozlar oluyor. Gün gelecek, zamanında canlarını yakan herkesten hesap sorulacak.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.