Olaylı 2003 senesinin ardından kısmen sakin bir yıl geçiyor. 2003 yılı boyunca yaşanan olaylar ilk AKP deneyimiyle ilgili karmaşık düşünceler ve duygular uyandırıyor. Henüz karar vermek için erken ama muhafazakâr kanat gidişattan memnun. Zaten onlar için başarı, sadece iktidarda kalmalarını sağlayacak bir kıstas. Erbakan ve partililerinin sert söylemleri ile onları iyice marjinalleştirmesi sonucu ödedikleri bedeller canlarına yetmişti. Devlet tarafından her kesime atılan sıra dayağında 28 Şubat’ta sıralarını savdıktan sonra hor görülmeden, sakin sakin dinlerini yaşamak ve oldukları gibi var olmak istiyorlardı. Artık onlar da yumuşak zeminde mutabıklardı. Hükümet, halkın yaptığı gibi devletin yeni sahipleri laik elitler ile tartışmıyor, didişmiyor ama kendisinden de fazla ödün vermiyor. Erdoğan’ın devleti yavaş yavaş fethedeceğinden emin bir şekilde onlar da henüz çığırından çıkmış değiller. Önemli olan zafer, bekleyebilirler.
Tıpkı bakanlıklarda olduğu gibi milletvekilleri de fazla göze batmadan, yavaş yavaş kendi yakınlarını, seçimde kendileri için çalışan isimleri doğrudan devlete değil ama devletle bağlantılı kurumlara yerleştirmeye başlıyorlar. Onlar çocuklarını yerleştirdikçe onlara yakın insanlar daha çok mutlu oluyor çünkü o çocukların istikbali aynı zamanda kendi çocuklarının istikbali olabilecek. Bu yüzden o ilk yerleşmeler gerçekleştikçe herkes canı gönülden tebrik ediyor. Bu yüzden birkaç ay sonra gerçekleşecek yerel seçimler büyük dönüşümün başlaması için çok önemli.
Peki ya biz? Hani şu AKP’nin göreve gelir gelmez yeniden okula dönebileceğini zanneden bizler biraz daha sabırlı olmamız gerektiğini kavrıyoruz. Hükümet üyelerinin uyumlu tavrı bize bir mesaj. “Biz çok zorlamıyoruz, siz de zorlamayın.”
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu’nun daha ilk seçimi kazanmadan AKP’yi kapatma hırsı, protokol krizleri, askerin tavrı derken başörtüsüyle ilgili hemen bir adım atmalarını bekleyemeyiz. Peki, ama daha ne kadar sürer? Daha ne kadar bu cehennemde tutuklu kalabilirim? Bir çözüm yolu bulmalıyım. Durum çözülene kadar dışarıdan liseyi bitirmiş olacağım zaten ama yine de o evde hapis kalmak delirtiyor beni. Belki okuyamazsam bir mesleğim olsun diye evden kurtulabilmek için dikiş kursuna gidiyorum. Ama bu kurs sanki kaçtığım gelecek varyasyonunu daha da hızlandırıyor. Dikiş öğrenip modacı olmaya çalışırken, oğlunu evermek isteyen annelerin daha fazla ilgisini çekmeye başlıyorum. Bir ben var, bir de içinde bulunduğum ama bir türlü kendimi ait hissedemediğim yaşam biçimi.
Dinin seyreltilmesi…
Çocukluğumdan beri maruz kaldığım ve hayatımı çekilmez hale getiren kararların müsebbibi olan dini merak ediyorum. Acaba sorun ailemde mi, yoksa dinde mi? Bir yandan evde bulunan büyük kitaplıktaki dini eserleri bir bir okuyorum. Orada bana yeniden okul yolunu açabilecek, cevaz verecek bir hüküm bulmak istiyorum. Buluyorum da, gerçek saçtan yapılmamış perukla okuyabilirmişim ama ailem hocalarının fetvasını işaret ediyor ve “hayır” diyor. Dini kitapları okudukça aklım sakinleşeceğine daha da karışıyor. Dinin sert dili AKP’nin var olabilmek için geliştirdiği davranış biçimi ile biraz yumuşuyor. AKP bir çözelti gibi dini seyreltiyor.
AKP sayesinde bir şeyin ayırdına varıyoruz. Dünyada egemen olan bir akıl var ve başarının yolu oradan geçiyor. Rasyonel akıl. AKP, dindarlığını terk etmeden rasyonel akılla kararlar alıyor, o güne kadar din düşmanı ve öcü gibi gösterilen Batı ile ilişkiler kuruyor, kendi din kardeşi olan Irak’a saldırırken ABD ile müttefik oluyor. İnanılır gibi değil. Ancak o bunları yaparken ülkede refah artıyor, dünyada muhatap alınıyor, laik kanadın sert itirazları havada kalıyor ve muhafazakâr kesim biraz olsun nefes alıyor.
Ailem AKP’nin ne yapmak istediğini kavrıyor ama onlar kadar özgür kafalı değil. Zaten cemaatin Irak konusunda hükümetle karşı karşıya geldiğini önceki bölümde aktarmıştım. Bir yanda katı muhafazakâr yaşam, bir yanda AKP’nin bizi alıştırdığı ılık su Müslümanlığı var. AKP, dinin sert hükümlerini dönüştürmek zorunda çünkü bu haliyle ilerleyemez. Dine göre kadınlar yanında mahremi olan bir erkek olmadan 90 km’den fazla bir yere gidemez ama AKP’li kadınlar gider çünkü dava? Ben de AKP gibi düşünenlerdenim, önümde akıp giden bir hayat var ve bu haliyle katı bir dindar olursam mutsuz olmak, hayattan geri kalmak ve başarısız olmak zorundayım zaten. O zamanlar bu açıklıkta anlayamıyorum mevzuyu elbette ama o hayat tarzı ile bu dünyada var olmanın ne kadar zor olduğunu görebiliyorum.
Bakıyorum hükümet dini değerlere göre değil, gayet de dünya düzenine uygun bir şekilde hareket ediyor. Faizse faiz. Savaşsa savaş. Hiç demiyor ki ben din kardeşime savaş açamam, dinde bunun hükmü ölümdür. ABD ile iyi geçinmek için bir tercih yapıyor işte. Bakıyorum dünyanın geri kalanının keyfi yerinde ama katı bir şekilde dinin yaşandığı coğrafyalar perişan. Müslümanlar bunun imtihan olduğunu, bu dünyadaki çilenin ardından büyük ödülün ahirette onlara verileceğini düşünüyor ama tanrı neden sadece kendisine inanan insanları imtihan ediyor? Adeta onlardan nefret ediyor. Aileme, özellikle babama bakıyorum. Yüzünde hep öfke, nefret var. Sevgi dini? Hayır, sevgi sadece davet ederken var. Sonra sadece kurallar, sınırlar, cezalar.
Evdeki diktatör
AKP’nin bu ikili hali beni ve birçok genci rahatlatıyor. “Ne var” diyoruz. “Hem dinimizi yaşayıp hem dünyadan kopmayabiliriz.” Bir yandan dini okuyorum bir yandan da hayatın aşina olmadığım rengini tanımak için romanlar okuyorum. A. Soljenitsin’in “İlk Çember” romanını okuyorum ve bir diktatörün, Stalin’in özgürlüklerini ellerinden aldığı mühendislerin, hayatın anlamını bulma ve tartışma deneyimleri bana kendi hayatımı sorgulatıyor, bazı cevaplar veriyor. Ülkemde henüz bir diktatör yok ama evde var.
Goethe’nin Faust’unu okuyorum ve Faust ve Mephisto’nun diyalogları bana sadece tanrıyı değil, şeytanı da dinlemek gerektiği fikrini veriyor. Yaşıtlarım bir bir liseyi bitirip üniversiteyi kazanmaya başlıyor. Okuldan ve en büyük hayalim psikolog olma sevdamdan ayrı kaldıkça kendi psikolojim bozuluyor. Hiç kimse oralı olmuyor. AKP’de köşe taşı olan akrabalarım yeni heyecanlara dalmışken, çocukları minik makamlara yerleşirken, çekirdek ailem artık Müslüman bir devlette yönetildikleri için şükür duaları ediyor ve ben göz göre göre yok oluyorum. Heyecanımı diri tutmak için psikoloji okumak istiyorum. Bir gün komünist gençlerin geçici süreyle açtıkları bir kitap sergisine gidiyorum. Cebimde anneannemin verdiği harçlık. Kızlar erkekler bir arada hem çalışıyor hem konuşuyor, ne rahat bir ortam.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
Çekine çekine de olsa inatla mekâna giriyorum. Dindar insanların bulunduğu mekânlar haricindeki hemen her yerde olduğu gibi başı kapalı, pardösülü bu kızın burada ne işi var bakışları tam olarak beklediğim gibi gözlerde geziniyor. Dindarlar kendileri için öyle çok sınır çiziyor ki zamanla bu toplum tarafından da kabul görüyor. Ve dindar görünümlü biri o kalıbı kırmaya kalktığı an hem kendi çevresi hem gireceği çevre tarafından yadırganıyor. Senin burada ne işin var? Sen bu kitapları neden okumak isteyesin, hayatın boyunca uyman gereken kurallar yok mu? Bu kitaplar o kurallara aykırı çünkü.
Her neyse içlerinden Deniz Gezmiş parkalı bir çocuk beni hiç aşağılamadan kocaman bir gülümsemeyle karşılıyor ve “Hoş geldiniz, nasıl bir şey arıyordunuz?” diyor. Hayatımda ilk defa insan yerine konuluyorum belki de. Abarttığımı zannediyorsunuz ama abartmıyorum. Ne saçımın boyuna, şekline, ne giyeceğim kıyafete karar veremediğim bir çocukluk ve tam birey olmaya geçiş yapacağım gençlik çağımda dini gerekçelerle eve tıkılıyorum. Evin içinde bir diktatör ve yaveri, her şeye onlar karar veriyor. İlk defa biri bana ne istediğimi soruyor ve gerçekten can kulağı ile beni dinliyor.
Sesim içime kaçıyor biraz, geleceğime layık görülmeyen şey beni aşağılıyor ama “Psikoloji, ben psikoloji okumak istiyorum ama nereden başlamam gerektiğini bilmiyorum. Kişisel gelişim kitapları istemiyorum. Gerçekten psikolojiyle ilgili bir şeyler okumak istiyorum.” Çocuk hemen yanında duran Öteki Yayınları’nın Freud serisini gösteriyor. “Psikolojinin babası bu adamdır, eğer okuyacaksan ondan başlamalısın” diyor. Etraftaki kızlar bıyık altından gülüyor. Ben tüm paramla iki kitabını birden alıp çıkıyorum. Öyle zor, öyle zor ki kitap, dip notları tekrar tekrar okuyarak, kitabın arkasında yer alan kelime anlamlarıyla, sözlüklerle, aynı cümleleri, paragrafları defalarca okuya okuya zar zor anlıyorum ama anladıkça beynimde şimşekler çakıyor. Keşfedilmemiş bölgede yeni nöronlar canlanıyor, yeni bir ağ örülüyor. Bir harita ortaya çıkıyor, burada bambaşka bir dünya var, gerçek dünya. Elle tutulabilir, gözle görülebilir, ispatlanabilir. Bazı konularda sırf kendi tezlerini ispatlayabilmek için zorlama yorumlarda bulunduğunu fark ediyorum ama olsun. Orada bir deha var! İlk defa böylesi bir zekâ pırıltısıyla karşılaşıyorum ve büyüleniyorum.
O günden sonra artık isteklerime ket vurmuyorum. Yabancı müzik mi dinlemek istiyorum, aman şehvet uyandıran müzik, dans ettiren müzik günahtır diye kendimi kısıtlamıyorum. Ailemin bana uygun gördüğü şeylerle kendimi sınırlamıyorum. Tüm bunları yalnızca odamda yapabiliyorum elbette. Sürekli “öte dünyaya” ait şeyler dinleyip izlemeye başlıyorum. TV tartışmalarında en çok muhalifleri önemsiyorum ve tarafsız yorum yapan gazetecilere kulak kabartıyorum. Bakalım bizimkileri beğeniyorlar mı? Onların takdir etmesi bizim takdir etmemizden daha önemli çünkü. O günlerde de ne diyecek diye merakla beklediğim ve çizgilerinden çıkmayan Murat Yetkin ve Ruşen Çakır’ı hala takip ediyorum. Sanatçılara bakıyorum, biraz memnuniyetsiz görünüyorlar ama büyük bir kriz yok.
Apartmanının çöküşü
2 Şubat 2004’te Konya’da Kurban Bayramı akşamı Zümrüt Apartmanı’nın yapım hatası nedeniyle çökmesi sonucu 92 kişi hayatını kaybediyor, 30 kişi yaralanıyor. Türkiye dönüşmeye başlamışken eski Türkiye usulsüzlükleri kendisini hatırlatıyor. Acaba bu hükümet de bir gün onlara dönüşür mü? Facia sonrası çöken binanın yerine hayatını kaybedenler anısına anıt veya yeşil alan yapılması öneriliyor. Ancak binanın bulunduğu araziye 2015 yılında 10 katlı yeni bir bina inşa edilecek. AKP kendi döneminde yaşanan trajedileri önce yok sayıyor, ardından üzerine beton döküyor.
2004 yerel seçimleri yaklaşıyor. Hükümet göreve geldiği günden beri hem olumlu hem olumsuz birçok adım atmış. Bir yandan o zamana kadar aşağılanan halkın refah seviyesini yükseltmeye, bir yandan en çok şikâyet edilen ve halen övündüğü Sağlıkta Dönüşüm Programı’nı hayata geçirmeye başlamış ve sürekli, özellikle sağlık alanında yepyeni uygulamalar geliştiriyordu.
3 Kasım 2002’de görev başına gelen hükümet, 26 Kasım’da “Taburcu İşlemleri Hakkında Genelge”yi tüm illerin valiliklerine gönderiyor. 90’lar boyunca medyada çokça yer bulan ve halkın büyük tepkisini çeken hastanede rehin kalma uygulaması bir genelge ile kaldırılıyor. Sağlık Bakanı Recep Akdağ, sağlık kuruluşlarından hastane masrafları ödenmediği gerekçesiyle hastaların, bebek ve annelerin rehin tutulmamasını istiyor ve aksine hareket eden kurum yöneticileri ve sorumluları hakkında kanuni işlemlerin yapılacağını belirtiyor. Bu uygulama ile ilgili yapılan açıklamalar, doktorlar ve hastaları, sağlık hizmeti sunanları ve alanları birbirine karşıt iki grup olarak konumlandırıyor. Dönemin başbakanı Erdoğan:
“Böyle bir ihbar aldığım anda ilk yapacağım iş o doktoru rehin almak olacaktır, o anlayışı rehin almak olacaktır. Zira ben inanıyorum ki bu bir yanlış zihniyetin doktorlarımıza dayatmasıydı. Hiçbir doktor bu yola tevessül etmeyecek. Hiçbir doktorumuzu kendi tıp yeminiyle çeliştirmeyecek bir adımı da atmış bulunuyoruz.”
Hükümet önce 2003 yılında sağlıkçılar için zorunlu hizmet şartını kaldırıyor. Ancak 2005 yılında bu uygulamayı geri getirmek zorunda kalacak.
Dönemin Sağlık Bakanı Recep Akdağ:
“Kendim de 20 yıl boyunca Erzurum’da hekimlik yaptım, ben kendimi bildim bileli Doğu ve Güneydoğu bölgelerinde sağlık personeli sıkıntısı çekiliyor. Bu, 2004 Türkiyesi için kabul edilemez bir durumdur. Eleman temininde güçlük çekilen yerlere sözleşmeli personel atayarak sorunu çözmeye çalıştık. Bir yıl içinde bölgeye 13 bin sağlık personeli gönderdik. Bu son 20 yılın rekor rakamıdır. Böylece yardımcı sağlık personeli sıkıntısı önemli oranda çözüldü. Bütün bunlara rağmen uzman doktor sıkıntısı devam etti. Uzmanlarımızın sözleşmeli personel uygulamasına ilgi göstermesi için net 3 milyar lira maaş önerdik. 500 milyon lira da ödül koyduk. Döner sermayeyle beraber bir uzman hekimin Doğu’da 8 milyar kazanma imkânı var ama gitmek istemiyor”.
“Sözleşmeli Personel Yasası’nda teşvik unsurlarını daha da artırmak için bir çalışma yaptıklarını kaydeden Akdağ, bütün bu çalışmalara rağmen bölgedeki uzman doktor açığının kapatılmaması halinde kamuda çalışan uzman hekimler için uzun süreli rotasyon sistemini uygulayacaklarını kaydetti. Sağlık Bakanı, kaymakamlar, savcılar, askerler her yerde çalışıyor. Ben hekimlerin de adilane dağıtılmış bir görevi kabul edeceklerine inanıyorum.”
Yaklaşan yerel seçimler öncesi maddi imkânları genişlemeye başlamış halka verilebilecek en güzel haberlerden biriydi bu. Eski Türkiye ile alınacak rövanşlardan biri. Bugün yaşanan sağlıkta şiddetin arka planında işte o 90’ların zorba uygulamaları ve sonrasında halkı yanına alan hükümetin tavrının önemli bir yeri var. Halk bugün, yıllarca ulaşmaya çalıştığı doktorları dövebilmekle övünüyor. Lüks şehir hastanelerini de bu bağlamda değerlendirebilirsiniz. Hükümet sağlıkçıları örselerken halka lüks hastaneler yapıyor ve o günleri tekrar tekrar hatırlatmak istiyor. Kemal Kılıçdaroğlu’nu sürekli SGK Genel Müdürlüğü üzerinden eleştirmesi de bu yüzden. Kemal Bey onlara aşağılandıkları eski Türkiye’yi hatırlatsın istiyor.
2004 yerel seçimleri
28 Mart 2004’te yerel seçimler gerçekleşiyor. Halk, genel seçimlerde yüzde 34 ile ödüllendirdiği AKP’nin yerel yönetimlerde neler yapabileceğini görmek istiyor. Merkez sağ partilerden tanınmış birçok kişi ve seçilmiş belediye başkanları derhal AKP listelerinden aday oluyor. Ve belki de yirmi yıllık AKP döneminin en civcivli dönemleri başlıyor. AKP 16 büyükşehirden 12’sini, Türkiye genelinde 3 bin 193 belediyeden bin 750’sini kazanarak yüzde 41,7 oyla birinci parti oluyor.
Allaaaaah. Muhafazakâr seçmeni tutana aşk olsun. Elbette kazanılan tüm belediyelere akın akın yerleşecekler. AKP seçmenini sadece dindar kesim diye açıklamamız mümkün değil. Ülke genelinde dindar kesim hiçbir zaman öyle büyük çoğunluk olmadı. Bu ülkenin en geniş halk kitlesi, her daim kazanan ata oynayan, kısa günün kârının peşinde koşan klasik Anadolu insanı. AKP, zenginleşme vaadiyle dindar kesim kadar bu kitleyi de büyülüyordu. AKP’nin sorunların çözümünde seçtiği kural tanımaz yöntemler onlar için etinden sütünden yararlanmak istedikleri ülkelerini büyük bir pazar yerine dönüştürecekti ve onlar da tezgâhlarının başlarına kurulmuş bekliyorlardı. Bu yüzden yerel seçimlerde AKP’nin yerel belediyeleri kazanması Anadolu tüccarını, müteahhidini mutluluktan çıldırtıyordu. Projeler, ihaleler havada uçuşacaktı. Bu ülkenin bu zamana kadar “değerlendirilemeyen” bütün yerli ve milli kaynaklarını hep birlikte, sınırsızca “değerlendireceklerdi”.
AKP, muhafazakâr dindar kesim ve bu faydacı kesimden öyle bir hamur tutturdu ki faydacı kesim dindar kesimin her türlü “hassasiyetine” eyvallah diyor işine bakıyor, muhafazakâr dindar kesim, faydacı kesimin her türlü dolandırıcılığına eyvallah diyor. Sonuçta onların aldıkları ihaleler sayesinde şehirleri gelişiyor, çocukları işe giriyor, refah arttıkça dindarlar sorgulanmıyor, dindarların “hassasiyetleri” sayesinde de faydacıların ihaleleri, usulsüzlükleri hoş görülüyor. Üzüm üzüme baka baka kararıyor ve gittikçe faydacılar dindarlara, dindarlar faydacılara benziyor. Müteahhitler dini jargonu kullanıp sakal bırakmaya, eşinin başını örtmeye, dindarların çocukları onların şirketlerinde zengin olmaya başlıyor. Ve ortaya AKP kitlesi diye bir kemik kitle doğuyor. O hamuru birleştiren çamur, ilkesizce kazanmak.
Pamukova tren kazası
22 Temmuz 2004 günü Sakarya’nın Pamukova ilçesinde bir tren kazası meydana geliyor. Ankara-İstanbul seferini yapan Yakup Kadri Karaosmanoğlu adlı hızlandırılmış tren, aşırı hızdan dolayı raydan çıkıyordu. Kazada 41 kişi hayatını kaybediyor, 89 kişi yaralanıyordu.
TCDD bünyesinde sürmekte olan özelleştirilme süreci ve yeni hayata geçirilen hızlı tren projesinin ilk adımında meydana gelen kaza, yetersiz altyapıya rağmen hızlı tren uygulamasına aceleyle geçiş yapılması yüzünden meydana gelmişti. Kazanın ardından 1. makinist Fikret Karabulut 2 yıl 6 ay hapis ve 100 TL para cezasına, 2. makinist Recep Sönmez 1 yıl 3 ay hapis ile 333 TL para cezasına çarptırılmış, Tren Şefi Köksal Coşkun ise beraat etmişti. Cumhuriyet Savcılığı’nın TCDD Genel Müdürü Süleyman Karaman hakkında soruşturma açılması talebi Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım tarafından reddediliyor. Binali Yıldırım tarafından soruşturulmasına izin verilmeyen Süleyman Karaman, 2015 yılında TCDD bünyesindeki görevinden istifa etti ve seçimlerde AKP listelerinde aday adayı oldu. Halen 27. dönem AKP Erzincan Milletvekili olarak görev yapmakta.
AKP’li yıllara içeriden bakış: Dünyada mekan, ahirette iman
Benim zavallı çekirdek ailem ne tüccar ne müteahhitti, ne de haksız kazanç peşinde. Onlar, tüccarlar kazandıkça dindarlar güçlenecek, böylece geri dönüşü olmayan bir egemenlik sağlanacak hayali kuran kesimden. Herkes yaşanabilecekleri kestirebiliyor ama kendi veçhesinden ehveni şerlere göz yumuyordu. Başörtüsü sorununun çözümü hızlanacak diye kazanılan seçimlere çok seviniyorum ama zaman geçtikçe benim için hiçbir şeyin değişmemesiyle daha da derin bir çaresizliğe bürünüyorum. 7/24 ailemin gözü önünde olduğumdan sürekli dini baskıya uğruyorum. Onlar kadar dindar hissetmediğim halde namaz kılmaya zorlanıyorum. Sevmeye, inanmaya çalışıyorum ama dini söylemlerin nefret ettiğim baba öznesini sürekli yüceltmesi ve üzerimdeki otoritesini tasdik etmesi beni itiyor. Ne kadar inanmaya devam etsem de benden nefret ettiğini hissettiğim tanrının çelişkili cümleleri sinirlerimi bozuyor. Çifte standart beni iyice agresif bir hayvana dönüştürüyor. Artık ben de sürekli öfkeli bakan çatık kaşlı biriyim.
Oğluna toz kondurmayan babaannem sürekli “Sen genç kızsın gülümsemelisin, yoksa almazlar seni” diyor ama öyle mutsuzum ki nasıl gülümseyebilirim, almazlarsa almasınlar. Sırf beni rahat bıraksınlar diye toplum içinde olmam gereken insan gibi davranmaya çalışıp odama kapandığımda dilediğim gibi üzgün ve öfkeli kalabilme seansları düzenliyorum. Öylece kaşlarımı çatıp somurtup oturabilmek bile büyük bir lüks benim için. Ancak tahammül edemiyorum. Namaz kılarken ellerim dizlerimin üzerinde alev gibi yanıyor. Öyle yanıyor ki sanki gerçekten kızgın bir demire dönüşmüş ellerim. Namazlarımı zar zor bitiriyorum bu sinir bozukluğuyla. Ve bir psikiyatra gitmeye başlıyorum. Adam bana önce 25 mg bir antidepresan veriyor. Şikâyetlerim geçmiyor, ilacım 50 mg oluyor. Yanına bir de uyku ilacı veriyor. Yetmiyor 75 mg oluyor. Tuhaf yan etkiler baş göstermeye başlıyor. Takip ettiriyorum ve ilaçların bir tanesinin hormonlarımı bozduğunu anlıyoruz. Değerler öyle acayip ki yeni yeni testler için beni fakülteye sevk ediyor. Acaba ölecek miyim kaygısı yaşıyorum. Saçma sapan bir hayatın içinde ölüm bana hiç de korkulacak bir şey gibi gelmiyor, daha da çok öfkeleniyorum. Biricik hayatım daha dünya yüzü görmeden bir grup laik yobaz ve dindar yobaz tarafından mahvediliyor. Tüm gün bu düşüncelerle testlerimi yaptırıp bu psikolojiyle eve gidiyorum.
Muhafazakâr ailelerde sünnet diye yer sofrası kurulması tercih edilirdi. Aile olmanın en büyük özelliği olduğu için ayrı yemek yemek söz konusu dahi olamazdı. Akşam yemeğinde balık var ve ben pek sevmiyorum. İlaçlardan ve moral bozukluğundan iştahım yok. Kokudan midem bulanıyor ve yemek istemiyorum. Babam ters ters bakıyor ve “Yemeğini ye” diyor. Kustum, kusacağım. Başım dönüyor, ateşim çıkıyor, kalbim küt küt atıyor, başım zonkluyor. Bu yeni ilaçlar da işe yaramadı. Zaten beni daha da hasta ediyor. Babam tekrar tekrar “Yemeğini ye” diyor. Her seferinde ses biraz daha yükseliyor.
-Yemeyeceğim, istemiyorum.
-Ye bak, sonra bulamazsın.
-Olsun, yemeyeceğim.
-Ye diyorum sana!!
Birden ağlamaya başlıyorum, annem, babam, abim, kardeşim herkes şaşkın şaşkın bana bakıyor. Babam:
-Tamam, ağlama, kes, kes sesini! Ye şunu diye benim çatalımla balığı bana uzatıyor.
Çatalı elinden alıp ayağa kalkıyorum ve sofranın ortasına fırlatıyorum. Hepsinin gözleri fal taşı gibi açılıyor. Annem hayatı boyunca bir kez olsun “öf” demediği, verdiği her karara katlandığı adama karşı yaptığım hareket karşısında şok oluyor. Abim daha önce isyan edip iki defa evden kaçtığı için heyecanlı. Kardeşim daha önce saçma sapan sebeplerden dayak yediği için sadece olayın sonuçlarından korkuyor. Annem beni, evin en uslu çocuğunu susturmaya çalışıyor ama ben susmuyorum. Hayatımda ilk defa yüksek sesle bağıra bağıra ağlıyorum. Babam sürekli “Sus, otur” diyor.
-Susmıycam, oturmıycam, yemiycem. Deliriyorum ben, deliriyorum artık. Doktor önce 25 mg ilaç verdi, sonra 50, şimdi 75. Daha ne olmasını istiyorsun? Daha ne kadar delirmemi istiyorsun? Ben delirmiycem, anladın mı? Ben delirmiycem, sen delireceksin!!
Serinin önceki yazıları: