Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP’li yıllara içeriden bakış (9) – İlk kurban

1 Ocak 2009’da Türkiye’de ilk defa tamamen Kürtçe yayın yapan ilk televizyon kanalı TRT 6 yayın hayatına başlıyor. Kanalın açılması ulusalcı ve milliyetçi çevrelerde rahatsızlık yaratıyor ancak bu rahatsızlığın oluşması ve hazmedilmesi gerekiyor ki daha sonra resmi olarak 16 Aralık 2012’de MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın İmralı’ya giderek Öcalan’la görüşmesiyle başlayacak olan Çözüm Süreci öncesi toplum bu sürece alışsın, kanıksasın. Ve bu yolu açan ilk önemli taş döşeniyor.

9 Ocak’ta Türk Silahlı Kuvvetlerini Güçlendirme Vakfı tarafından Türk Silahlı Kuvvetleri’nin askerî haberleşme ihtiyaçlarını karşılanması amacıyla 1975 yılında kurulan Ankara merkezli savunma sanayisi şirketi Aselsan tarafından ilk yerli yapım hava radar sistemi üretildi ve Türk Silahlı Kuvvetleri’ne teslim ediliyordu. Yurdumuzda işleyen ve takdir edilecek işler yapan her kurum gibi Aselsan’da “şahsımın” kıskançlığından nasibini alıyordu. Hükümet, ilerleyen yıllarda Aselsan gibi stratejik öneme sahip bir kuruluşu destekleyip daha da geliştirmek yerine “şahsımın” damadının aile şirketine kol kanat germeyi tercih ediyordu.

10 Ocak’ta Nâzım Hikmet’in yeniden Türk vatandaşlığına kabul edilmesine dair Bakanlar Kurulu kararı yürürlüğe giriyor. Başörtüsü yasağı ve Kürt meselesi konusunda yalnız kalmak istemeyen hükümet, bu tip adımlar atarak liberal ve sol çevrelere şirin görünmek, desteğini almak istiyor.

29 Ocak’ta ülkemizde halen cümle kalıbı olarak kullanılan bir olay meydana geliyor. İsviçre’nin Davos kasabasında düzenlenen Dünya Ekonomik Forumu’na katılan Başbakan Erdoğan, “Gazze: Ortadoğu’da Barış Modeli” konulu oturumda kendisine yeterince söz hakkı verilmediği gerekçesiyle oturumu terk ediyor. Kamuoyunda “One minute” adıyla bilinen olay sonrası Erdoğan, “Daha da Davos’a gelmem” diyordu.

***

Üniversiteyi okuyacağım şehre giden yol su gibi akıp geçiyor. Sonradan fark edeceğim, o şehir insanı kendine davet ediyor ve o şehre giderken yol su gibi akıp geçiyor. Tam şehre girerken şafak söküyor ve bir renk cümbüşüyle muhteşem bir grup gökyüzünde beni karşılıyor. Kupkuru toprakların üzerinde bu gökyüzü sanki bu şehirde yaşayacağım maceradan haber veriyor. Ailem kendi cemaatleri yani Nakşibendilerin İskenderpaşa Cemaati’nden birileri ile irtibata geçiyor. Her şehirde mutlaka onlardan birileri var ve o kişiye ulaşmak için kısa bir telefon trafiği yeterli. Cemaatin evlerinde kalacağım, onlarca kız ve erkek öğrenci evleri, onun haricinde yurtları var. İster cemaatten olun, ister olmayın, evlerde kalabilmek için uymak zorunda olduğunuz kurallar var. Namaz vakitleri namaz kılmak, sabah namazına kalktıktan sonra kuşluk vaktine kadar geri yatmadan eski şeyhlerinin düzenlediği dua, hadis ve ayetlerden oluşan Evrad-ı Şerif dedikleri bir kitabı ve Kur’an’dan yanlış hatırlamıyorsam Fetih suresi, Vakıa Suresi ve Aşr-ı şerifleri okumak zorunlu. Hoca efendilerinin sabah ve akşam sohbetlerini dinlemek, haftada bir ev sohbetlerine, cemaatin düzenlediği toplantılara, etkinliklere katılmak zorunlu. Cemaatlere bağlı evlerde bu ritüeller kendi ekollerine göre değişir ama aşağı yukarı böyledir.

***

5 Şubat’ta Türkiye küresel ısınma ve iklim değişikliği konusunda mücadeleyi sağlamaya yönelik Kyoto Protokolü’ne taraf oluyor ama o kadar. Masada yerimizi aldık. Elbette rüzgâr türbinleri kurmak gibi kazançlı ihaleler sağlayan işler ivedilikle denendi ancak dere yataklarına akıtılan zehirler ve karbon emisyonu konusunda yol alınamadı. Doğa talanı bitmeden karbon emisyonu konusuna sıra gelir mi, bilemiyorum.

24 Şubat’ta Demokratik Toplum Partisi Genel Başkanı Ahmet Türk ve Selahattin Demirtaş parti grup toplantısında Kürtçe hitap etti. Bu olay üzerine Ankara Cumhuriyet Başsavcılığınca soruşturma açıldı ancak soruşturma takipsizlik kararı ile sonuçlandı. Erdoğan’ın Çözüm Süreci’ne giden yola ikinci taş da döşenmiş oluyordu, bu taş yerinden kaldırılamazdı.

25 Şubat’ta İstanbul – Amsterdam seferini yapan Tekirdağ uçağı, Türk Hava Yolları’nın 1951 sefer sayılı uçuşunu gerçekleştirirken Hollanda’da inişe saniyeler kala tarlaya inerek üç parçaya ayrıldı. Kazanın uçağın irtifa göstergesindeki arıza ve pilotaj hatası sebebiyle meydana geldiği anlaşılmıştı. Uçağın altimetresinde bir arıza var ve bu arıza aynı şirketin pilotları tarafından firmaya defalarca bildiriliyor. Bu uçuştaki pilotlar da arızanın farkında fakat arızanın hangi sistemleri nasıl etkileyeceğini bilmiyorlar. Kazanın yaşandığı yıl içinde üretici firmaya aynı arıza ile ilgili yüzlerce bildirim yapılıyor. Fakat üretici firma bunun bir kazaya sebep olmayacağını söylüyor. Gerçekten de THY’nin 1951 sefer sayılı uçuşu haricinde her uçuşta bu arızaya pilotlar doğru tepkiyi vermiş ve uçaklarını güvenle indirmişler. Kazanın ardından dönemin Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, yaptığı açıklamada ilk verilere göre can kaybı olmadığını, uçağın son bakımının 22 Aralık 2008’de yapıldığını ve 2002 model olduğunu belirtiyordu. Ancak THY tarafından yapılan ikinci bir açıklamada uçakta üçü kabin ekibinden olmak üzere dokuz kişinin hayatını kaybettiği, 50 yolcunun yaralı olarak tedavi altına alındığı belirtiyor.

3 Mart’ta Türkiye’nin aylarca konuşacağı Münevver Karabulut cinayeti gerçekleşiyor. İstanbul’un Etiler semtindeki bir evde lise son sınıf öğrencisi Münevver Karabulut sevgilisi, iş insanı Hayyam Garipoğlu’nun yeğeni Cem Garipoğlu tarafından öldürülüyor, ardından vücudu parçalara ayrılarak bir çöp konteynırına atılıyordu. Katil zanlısı Cem Garipoğlu 17 Eylül’de yakalanarak adliyeye sevk ediliyor. 2014 yılında Cem Garipoğlu’nun tutuklu bulunduğu Silivri Cezaevi’nde intihar ettiği haberi basına yansıyor ancak kamuoyunda Garipoğlu’nun yurt dışına kaçtığı yönünde komplo teorileri gündeme geliyor.

***

Bir evde yedi kız kalıyoruz. O bölgenin halkında iki nesil beraber oturma kültürü olduğu için evler çok geniş ve çok odalı. 3+1 evde 2+2+3 şeklinde kalıyoruz. Her kız öğrenci evinden, cemaatin müritlerinden bir kadın sorumlu. O kişilerin hepsi de cemaatin kadın derneğinin başkanına bağlı hareket ediyor. O kişi bizimle ilgilenip zaman zaman evine davet etmekle yükümlü. Onun haricinde cemaatin kadın derneğinin başkanı sık sık gelip kontrol ediyor, nasihat veriyor. Benden genç bir “ev ablası” var. O evdeki zorunlu ibadetlerin, dinlenmek zorunda olunan sohbetlerin, yemek ve temizlik işlerinin yapılıp yapılmadığını kontrol etmekle görevli. Bizim evin “ablası” diğer evlerdeki ablaların da sorumlusu. Yani belli bir hiyerarşi ve sistematik oluşturacak kadar uzun zamandır yapıyor bu işleri. Cemaate ve adetlerine alışık olmayıp sadece maddi durumu kötü olduğu için o evlere gelen kızlar alışmakta zorluk çekiyor. Ev ablasıyla kafamız uyuşuyor, kız her ne kadar kuralları kontrol etse de, o da kendi içinde bir arayışta, melankolik ve zeki biri. O ve oda arkadaşı bir kızla filmlerden, kitaplardan konuşuyoruz, varoluşsal sorularımıza yanıt aramaya çalışıyoruz. Diğer kızın annesi de babası da ilahiyatçı, bilgisayar mühendisliği okuyor. Vay be, kıza bak! Onunla filmler izliyoruz, iyi bir üniversitede okuyoruz sosyal kulüpleri çok aktif, beraber fotoğrafçılık kulübüne kayıt oluyoruz. Bu kulüple şehri geziyor, ortak projeler geliştirip yarışmalara katılıyor, çektiğimiz stop motion kısa filmle birincilik alıyoruz. Neredeyse hepimiz perukla okuyoruz ama çoğunluğu peruklarını laf olsun diye eşarplarının üzerine geçiriyor. Öyle ki kimi eşarbı belli olsun diye peruğu topuz kısmına iğneyle tutturuyor. Öyle komik görünüyorlar ki bu halleriyle, her gördüğümde “AKP bizi maymuna çevirdi” diyorum. Ben boğazlı kazak veya tişörtle boğazımı kapatıp, peruğu normal bir şekilde takıyorum.

***

Türkiye 29 Mart’ta yapılacak yerel seçimlere hazırlanıyor. Seçimler öncesi Muhsin Yazıcıoğlu’nun yaptığı açıklamalar dikkat çekici.

“Bana öyle görüntüler teslim edildi ki Türkiye’de yer yerinden oynar”

Seçimlerden dört gün önce 25 Mart’ta Büyük Birlik Partisi Genel Başkanı Muhsin Yazıcıoğlu ve beş kişiyi taşıyan helikopter Kahramanmaraş’ta kırsal kesimde düşüyor. Kazanın yaşandığı günü çok iyi hatırlıyorum. Kaza ile ilgili ilk haberler geçiyor ancak helikopterde olan ve 112 ekiplerine haber veren muhabir İsmail Güneş dâhil, kazadan kurtulan olmadığı açıklanıyordu. Köylülerin ısrarla “helikopter şuraya düştü” diye göstermelerine rağmen, görevliler enkazı başka bir bölgede arıyordu. Ekipler iki gün sonra köylülerin gösterdikleri yere gidiyorlar ve helikopterin enkazına 27 Mart’ta ulaşıyorlar. Bu kör göze parmak akılsızlık bize çok tanıdık değil mi? Kazara yok edilen deliller, yanlışlıkla oraya bırakılan belgeler, yanlışlıkla ölüme itilen insanlar hep aynı iğrenç ortaklığın ürünü. Kaza sonrası helikopterin kayıt cihazının çalındığı anlaşılıyor. Kazadan ziyade suikast olduğuna yönelik çok fazla işaret vardı. Ancak komplo teorilerine ve vatandaşa kuşku salmaya çok meraklı birileri ısrarla ilk andan itibaren olayın kaza olduğunu söylüyor. Benim ise olayın haberini alır almaz kanım donmuş, siyasi ikballeri için neleri göze alabileceklerini ilk defa o gün idrak etmiştim. Dindar kesimin vicdanı Muhsin Yazıcıoğlu, bir süre sonra yapacağını duyurduğu açıklamaları ile birilerini üstü örtülü tehdit ediyor ve kamuoyu vicdanını harekete geçirerek oluşmaya başlayan rahatsızlığı tetikliyordu. Daha önce Çiller ve Erbakan hükümeti döneminde benzer şekilde gösterdiği dirençlerin sonuçlarını almıştı ve kamuoyu hafızasına da bu şekilde kazınmıştı. Ancak bu sefer karşılığı yoktu çünkü karşısında insan ve vicdan yoktu. Üstelik onlara hizmet etmeye hevesli tıpkı kendileri gibi ilkesiz, devletin eski nizamının tanışık olmadığı kendi ekipleri de vardı artık. Olayın ardından televizyon kanallarında Muhsin Yazıcıoğlu’nun yazdığı ve kendi sesinden kaydedilen “Üşüyorum” şiiri yayınlanıyor, o dizeler bir terk edilişin kehanetini haber veriyordu.

Kutsal dava uğruna tanrılara ilk kurban sunulmuştu.

29 Mart 2009’da yapılan yerel seçimlere 19 parti katılıyor. AKP, 2004 seçimlerinde yüzde 41,67 oy alırken, bu seçimde üç puan kaybediyor ve yüzde 38,39 oy alıyor. 2004 seçimlerinde 16 büyükşehir belediyesinden 12’sini, Türkiye genelinde 3 bin 193 belediyeden bin 750’sini kazanırken, 2009 seçimlerinde 16 büyükşehir belediyesinden 10’unu kazanabiliyor. Toplam 2 bin 903 belediye başkanlığından bin 142’sini kazanarak ilk defa oy kaybediyor.

2 Nisan’da TRT 6’nın ardından Kürtçe Radyo 6 ve Ermenice Türkiye’nin Sesi Radyosu yayın yapmaya başlıyor. Çözüm Süreci yoluna üçüncü taşı da döşüyor.

22 Nisan’da Meclis’te alınan bir kararla 1 Mayıs “Emek ve Dayanışma Günü” adıyla resmi tatil ediliyor. 1979’da sıkıyönetim nedeniyle Taksim Meydanı’nda kutlamalara izin verilmemişti. Bu olaydan 31 yıl sonra, Taksim Meydanı’nda yeniden 1 Mayıs kutlanıyor. AKP birbirinden zıt yönde attığı adımlarla bir çok olayda yanına çekmeyi başardığı “aydınları” hipnotize ediyor.

4 Mayıs’ta Mardin’in Mazıdağı ilçesine bağlı Bilge Köyü’nde bir nişan merasimine düzenlenen saldırıda altısı çocuk, 16’sı kadın, 22’si erkek 44 kişi yaşamını yitiriyor. Olay başta terör saldırısı zannediliyor.

Görgü tanıklarının ifadesine göre yatsı namazından sonra nişan evini basan yüzleri kapalı 5-6 kişilik saldırgan grubu 20 dakika boyunca insanları kalaşnikof silahla tarayarak olay yerinden kaçıyor.

“Şıh Mehmet” lakaplı Mehmet Çelebi, ilk ifadesinde suçlamaları kabul etmiyor, köyü teröristlerin bastığını ve saldırıdan sonra kendilerinin katliam evine giderek yaralılara yardım ettiğini belirtiyor. Ancak 2 Eylül 2009 tarihinde gerçekleşen ilk duruşmada Mehmet Çelebi, olayı işlediğini itiraf ediyor. Mehmet Çelebi duruşmalarda, 10 çocuğundan en az yedisinin babasının, karısıyla ilişki yaşadığından dolayı öldürdüğü Fesih Çelebi olduğunu ileri sürerek DNA testi yapılmasını istiyor. Mahkemenin talebi üzerine yapılan test sonucu 10 çocuktan birinin babası yüzde 99,99 Fesih Çelebi çıkması üzerine katil cezasında indirim talep ediyor. Olayda hayatını kaybeden her bir kişi için sanığa başta 44 kere müebbet hapis cezası verilirken, sadece Fesih Çelebi için hapis cezasında indirim yapıyor, cezası 21 yıla düşürüyordu. Güzide devletimiz kadına vurma şansını hiç kaybetmezdi. Mehmet Çelebi mahkemenin ardından şu ifadeleri kullanıyordu:

“Asla pişman değilim. Ben namus için gözümü kırpmadan babamı bile öldürürüm.”

9 Haziran’da Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, kocasından ağır şiddet gören bir kadının devletin kendisini koruyamadığı gerekçesiyle açtığı davada Türkiye’yi suçlu buluyor. Türkiye, 36 bin 500 euro tazminat ödüyor. Parasıyla değil mi? Bedelini ödedikleri her günahın önü açılıyor, kadın cinayetleri onlar için bu ülkenin rutini halini alıyordu.

***

Gündemi ve gazeteleri takip etmeye devam ediyorum. Hafta içi internetten takip ediyorum ama hafta sonu tıpkı büyükbabam gibi kolumun altına bir sürü gazete alıp saatlerce okuyorum. Bir hafta sonu Dücane Cündioğlu’nun Sabah Gazetesine verdiği bir röportajı görüyorum, başlık şu:

“Müslüman elitler güç ve iktidara tapınıyor”

Ne? !!!

Gözlerim fal taşı gibi açılıyor, derhal röportajı okumaya başlıyorum. Röportajda yaptığı yorumlarla kafam yanıyor, yıllardır düşündüğüm, hissettiğim şeyleri ve ötesini ilk defa aklı başında ve inanılmaz zeki birinin aklından okuyorum. Röportaj ilerledikçe o dönemler çok popüler olan Elif Şafak’ın “Aşk” romanı üzerine yazdığı yazılardan bahsediliyor. Kitabı okumadığım halde nefret ediyorum kitaptan ve röportajın ardından Cündioğlu’nun ilgili yazılarını da okuyorum, yazdıkları içimi soğutuyor. Benim henüz okumaya, dokunmaya, anlamaya korktuğum Mevlana’yı romanına meze etmiş. Röportajda Dücane’nin dilinden düşürmediği bir cümleye takılıp kalıyorum. Hakikat, hakikat, “gerçek” diye anlıyorum bu kelimeyi ama sanki içinde benim bilmediğim bir şeyler gizleyen bir sandıkmış gibi bu kelime, neymiş bu hakikat? Hemen o gün kitapçıda bulabildiğim dört tane kitabını alıyorum. “Ölümün Dört Rengi”, “Hakikat ve Hurafe”, “Hz. İnsan ve Cenab-ı Aşk”. Allah Allah bu nasıl bir dünya, daha önce hiç böylesiyle karşılaşmamışım. Hep ağlak, sürekli duygulara hücum eden bir dinle karşılaşmışım o zamana kadar. Hem ıstırap hem tehdit vardı, tanrının dediklerini yapmazsak ve onu sevmezsek korkunç bir işkence sistemi ile bizi bekleyen korkunç bir cehennem vardı. Eğer “iyi” bir çocuk olursan, cennete girmenin “pratik” yolları anlatılıyordu. M. Esad Coşan sohbetlerinde çoğunlukla hangi ibadetten ne kadar kâr elde edilip en kestirme yoldan nasıl cennete gidilir diye bahsederken, ibadet bir yatırım aracı, cennet bir devre mülk gibi sunuluyordu. Onlar bunları anlattıkça ben de kendi kendime sorardım, gelmeyi tercih etmediğim bir dünyada neden tanrının gözüne girmeye, cenneti kazanmaya, cehennemden kaçmaya çalışayım ki? Bana sordun mu bu iğrenç dünyaya gelmek ister misin diye? Kaçamak bir cevap vardı, Kal-u belâda Allah sormuş, biz de kabul etmişiz ama ben hatırlamıyorum. Hatırlamadığım bir şeyden mesul olamam. Burada ise bambaşka bir tanrı ve insan anlatısı vardı. Benim Kur’an da gördüğüm ve haline çok üzüldüğüm tanrı ile insan hakkında, insanın kendisiyle ve evrenle kurduğu ilişki hakkında, hayatı anlama çabasına dair hiç karşılaşmadığım cümleler!

İnternetten araştırıyorum, kitap okuma grupları olduğunu öğreniyorum, Dücane’nin tabiriyle talebelerini, meczuplarını buluyorum. Hepsi birbirinden akıllı ve manyak tipler. İstanbul’da belli aralıklarla kitap okumaları yapıyorlar. Hemen ilk derse gitmek için bilgi alıyorum. Önümde felsefeye, tasavvufa, hakikate giden bir yol açılıyor. Sonunda yıllardır cevapsız kalan sorularım cevaplanmaya başlıyacak, daha da iyisi daha önce hiç tanışmadığım yepyeni sorularla tanışıyorum. Ancak malum öğrenci bütçesi, ailemden bir eski vekilin bursu ile okuyorum ama o para haricinde ailemden bir kuruş dahi destek almıyorum. Yani yol, yemek, barınma, giyim, kitap vs. her şeyi sadece o paradan karşılıyorum. Fazla bir şey de değil üstelik normalde bile ay sonunu anca getiriyorum, şimdi iyice zorluyor beni, mecburen yeme içmeden, üstümden başımdan kısıyorum.

Hem çok ucuz, hem de daha önce hiç denemediğim için trenle gitmeye karar veriyorum İstanbul’a. 14 saat süren yolculuğun ardından büyük bir yorgunlukla Haydarpaşa’ya varıyorum. Aman tanrım, bu nasıl bir mekân, nasıl bir medeniyetin ürünü? Hep iyi ki yapmışım dediğim bir yolculuktur. Haydarpaşa’ya giriyorum. Duvarlarına, döne döne tavanlarına bakıyorum. Bir banka oturup yaşadığım şeyin tadını çıkarmaya karar veriyorum. Karşı bankta alzheimer olduğunu anladığım sık sık evden kaçan bir dede var. O gün ailesinin cebine koyduğu adres kâğıdını da atmış. Hem onlardan kurtulduğu için bir sevinç hem de bu sefer evin yolunu bulamayacağım korkusu var üzerinde. Diğer bankta örgü ören, sokakta yaşayan deli bir kadın. O bank onun evi ve dedeyle sürekli evini ele geçirmeye cüret etmesin diye kavga ediyor. Adeta yirmi yıl önce boşanması gereken ama üşengeçlikten boşanamamış bir çift gibi kavga ediyorlar. Derse daha vakit var ve ben bu anın tadını sonuna kadar çıkarmak için bir kaç saat Haydarpaşa’da o bankta oturdum. Daha sonra Haydarpaşa’nın o filmlerde gördüğümüz denize açılan avlusuna çıktım ve bir müddet de oradan denize baktım. Aklıma İstanbul’la ilgili iddialı bir cümle gelmediği için sustum sadece. Zaten birkaç yıl sonra İstanbul’un dişlilerinde ezilip atılacaktım, iyi ki büyük konuşmamışım.

9 Eylül’de İstanbul ve Tekirdağ’da yaşanan sel dizisinde en az 31 kişi hayatını kaybediyor. Dokuz kişinin kaybolduğu felakette, en az 70 milyon dolarlık zarar tespit ediliyor. Sel felaketinde, bölgeye saatte metrekareye 90 kilogram yağış düşüyor yani Eylül ayı ortalaması 45 kilogram iken, çarşamba sabahı İkitelli bölgesine 1 saatte 90 kilogram yağış düşmesi sonucu bu felaket yaşanıyor.

20 Ekim’de 34 PKK üyesi, Silopi Sınır Kapısı’nda teslim oluyor. Çözüm Süreci için dördüncü taş da döşeniyor. Savcılık tarafından sorgulanan PKK üyeleri serbest bırakılıyor.

Taraf Gazetesi’nin 19 Kasım 2009 tarihli sayısında yayınladığı haberiyle savcılardan önce duyurduğu Kafes Eylem Planı Türkiye’nin gündemine düşüyor.

Ergenekon soruşturmasının firari şüphelisi Bedrettin Dalan’ın kurucusu olduğu İstek Vakfı’na ait Poyrazköy’deki arazide çok sayıda mühimmat bulunuyor. Ardından “Ergenekon davası” sanığı emekli Binbaşı Levent Bektaş’ın ofisinde yapılan aramada, şifreli bir dosyada söz konusu planla ilgili belgelere ulaşılıyor.

Şüphelilere atfedilen eylemler arasında, AKP hükümetine yönelik baskıları artırmak ve onu yıpratmak amacıyla, Adalar bölgesinde bombalı saldırılar düzenlemek, Agos gazetesi çevresine ses bombası atmak ve azınlık hakları savunucularına yönelik saldırılar düzenlemeye hazırlandıkları iddasıyla suçlanacaklardı. FETÖ, artık iyice uzmanlaştığı oyununu bir kez daha oynuyor. Kendisi için açılmış alanda sınırsızca at koşturuyor. Ona dur diyecek vicdan sahibi bir akıl yok. Canlarını yaktıkları insanlar birinin kadrolaşmak istediği kurumlarda ayak bağı, diğerinin can düşmanı. O yüzden varsın sonuna kadar yansın istiyorlar canları. Bu dava sürecinde yargılanan Yarbay Ali Tatar 19 Aralık 2009 günü intihar ediyor. Ölümünden sonra, amirallere suikast iddiası ile tutuklanmasına neden olan belgedeki el yazısının kendisine ait olmadığı belirleniyor.

26 Haziran 2022’de Anadolu Ajansı şöyle bir haber geçiyor.

“Fetullahçı Terör Örgütü’nün (FETÖ) “Poyrazköy’de ele geçirilen mühimmat” davasında kumpas kurduğu gerekçesiyle 68 sanığın yargılanmasına başlandı.” İşte bu kadar kolaydı. Büyük şeytanları kendi iyilikleri için kaçırıldıktan sonra FETÖ bugün nasıl kısmen hesap veriyorsa, umarım ona alan açanlar da bir gün hesabını verecekler.

10 Aralık’ta Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesinde bir kömür madeninde grizu patlaması yaşanıyor, patlama sonrası oluşan göçük sonucu 19 işçi hayatını kaybediyordu.

Olayla ilgili Prof. Dr. A. Gürhan Fişek şunları belirtiyor:

“10 Aralık 2009, aynı zamanda Dünya İnsan Hakları Günü.

Bu özel günde, bir insanlık suçu daha işlendi. Bursa’nın Mustafakemalpaşa ilçesindeki bir maden ocağında çalışan 32 kişiden 19’u göçük altında kalarak yaşamını yitirdi.

Grizunun ocağın içinde hissedilmesinden bir saat sonra patlama oldu. Demek ki, yasa gereği yapılması gereken grizu ölçümleri ve tehlike alarm sistemi ocakta yoktu. Göçük sonrası, 5 kişi “hiç bir donanımları olmaksızın” kurtarma amaçlı ocağın derinliklerine daldı (ve son anda kurtarılarak yeryüzüne çıkarıldı). Demek ki, tehlikenin farkında değillerdi ve yasa gereği eğitim görmemişlerdi.

Buradan çıkarılan sonuç: İşveren önlem almadığı için sorumluydu; Çalışma Sosyal Güvenlik Bakanlığı yasa gereği denetimleriyle yasaların uygulanmasını sağlayamadığı için suçluydu. Göçük altında kalan işçilerin çok büyük bir bölümü 1-2 aydır çalışan acemi işçilerdi; tarım gelirlerinin yetersiz kalması sonucu asgari ücretle çalışmaya razı olan insanlardı.

Bundan çıkarılan sonuç: Suçlulardan biri de izlenen ekonomik politikanın mimarlarıydı. Asıl suçluysa, tepkisi saman alevi gibi, ancak büyük kazalarda ortaya çıkıp, kısa bir süre sonra kaybolan ve “eski hamam eski tas” uygulamasının sürmesine olanak veren kamuoyuydu.”

***

Cündioğlu’nun Beyoğlu Tarık Zafer Tunaya’da düzenlenen dersine katılacağım ilk defa. Birbirinden entelektüel, birbirinden kafası karışık insanlar. Hepsi hem çok bilgili, kültürlü hem de hemen hepsi aynı şeyi arıyor. Kimi aşırı dindar, kimi ateist, kimi çarşaflı, kimi şortlu bu grup tam olarak olmam gereken yerdeyim hissi veriyor. Uzaktan bağlantı kurup tanıştığım insanlarla yüz yüze görüşüp yepyeni bir dünyaya dâhil oluyorum. Bir peygamberi bekler gibi bekliyorum Dücane’yi. Dersten sonra kitaplarını taşıyorum grupla birlikte gideceği yere kadar. O gece gruptan bir kızla öğrenci evinde kalıyoruz. Gece boyu sohbet ediyoruz. Sabah uyandığımda çarşaflı birileri geliyor eve. Birden başka bir dilde konuşmaya başlıyorlar neşe içinde. Hayatımda ilk defa Kürtçe’yi duyuyorum. Dönerken çok acelem var, hızla geçiyorum trene ve iyi ki geldiğimde o birkaç saati geçirmişim burada diyorum ve her daim içinde olduğum anı yaşamayı öncelik ediniyorum. O günden sonra bir daha Haydarpaşa’yı yakından göremedim.

Döndüğümde yaşadığım macerayı kızlara anlatıyorum, onlar da çok heyecanlanıyorlar ve ev ablası da Dücane’nin kitaplarını okumaya başlıyor. Bir süre sonra bana, tıp fakültesinden bir profesörün tasavvuf dersleri verdiğini, beraber gidip gidemeyeceğimizi soruyor. Hayda, tam kafam açılmış yeniden uyuşmak istemiyorum ama onu yalnız bırakmamak için kabul ediyorum. İlk gece derse gittiğimizde adam bize o zamana kadar hiç duymadığım bambaşka bir tasavvuf öğretisinden bahsediyor. Yine Dücane gibi “hakikat” kelimesini ağzından düşürmüyor. Necmettin Şahiner’in Meratib-i Tevhid Risalesi diye bir kitaptan bahsediyor. O kitaptan yola çıkarak konuşacakmışız. Kitabı okumaya başlıyorum. Yine hiç bilmediğim bir dünya daha. Aşina olduğum kavramlar alışık olmadığım şekilde yorumlanıyor, bildiğim şeylere başka anlamlar yükleniyor. O zamana kadar dini okudukça içimde kalan eğreti hal, daha anlamlı bir hal almaya başlıyor. İzah edilemeyen boşluklar izah edilmeye başlanıyor. Anlıyorum ki benim yıllardır M. Esad Coşan’dan tasavvuf diye dinlediğim şeyler, bildiğin şeriat kurallarının günlük hayata uyarlanmasıymış.

Tasavvuf, manevi içsel bir yolculukla kendini, bir parçası olduğun için kendinden yola çıkarak evreni, tanrıyı tanıma ve yine kendine dönüp kendini gerçekleştirme deneyimi diyebiliriz. Şeriatta ise anlamak yok, kabul etmek ve itaat var. Birinde kendini gerçekleştirme iradesi, birinde sadece tanımadığın, tarif edilen bir tanrıya kul olmak var. Birinde varsın, birinde yok. Bu iki yaşam deneyimi arasında dağlar kadar fark var. Haftada bir gerçekleşen ve gece başlayıp sabahlara kadar süren bu dersleri “ev ablası” ve ben sabırsızlıkla bekliyoruz. Ancak arkadaşımın aksine ben sürekli adamla tartışıyorum, din bilgimden dolayı ayetlerle, hadislerle karşı çıkıyor adamı köşeye sıkıştırmaya çalışıyorum. Çünkü bana cennet ve cehennem yok diyor, onlar sadece birer imgeden ibaretmiş, içerisine benim ve tüm evrenin dâhil olduğu bir tanrı sisteminden bahsediyor. Tanrı ve peygamberleri yerli yerince bırakıyor ama onlara da başka anlamlar yüklüyor. O zamana kadar bildiğim her şeyi yıkıp yenisini koymaya çalışıyor. Bir yandan haklı olabileceğini düşünüyorum, kısmen teskin oluyorum ama hemen peşine isyan ediyorum. Ne yani, bunca zulmü boşuna mı yaşadım ben? Çünkü mevzu o günden sonra bana, irademe geliyor. O güne kadar kırmak için 25 yıllık ömrüm boyunca uğraştığım zincirim vardı ve şimdi bu adam bana iraden başından beri senindi, sen kendinle tanışmayı reddettin diyor, suçu omuzlarıma yüklüyor. Birkaç yıl sonra bu ikilem yüzünden delirmenin eşiğinden döneceğim maceramın zorlu kısmı daha yeni başlıyor. Bu yüzden kabul etmemek için çok direniyorum.

Adamcağızla öyle mücadele ediyorum ki en sonunda pes ediyor, “Seni biriyle tanıştıracağım” diyor. Tanıştıracağı kişi yine aynı tıp fakültesinden bir profesör ve ana bilim dalı başkanı, tasavvuf konusunda bildiği her şeyi ondan öğrenmiş. Bir hafta sonu ikisinin ortak aile dostları olan çok naif bir çiftin evine gidiyoruz. O da oraya gelecek. Bahçede oturuyoruz ve onu bekliyoruz. Geldi diyorlar, içeri giren kişi spor giyimli, ağzında sigarası, beyaz saçlı, sakallı, deri bileklik, kolye takan biri; Ali Muhtar. Konuşmasından öyle çok etkileniyorum ki yüzüne bakamıyorum. Konuyu dağıtmamak için burayı çok açmayacağım, henüz yayınlanmamış romanımda uzun uzun anlattım. O gün oradan dönerken, bizi eve Ali Muhtar bırakıyor. Yol boyunca ben sorularıyla şok oluyorum, o cevaplarımla kahkaha atıyor. O gün numaralarımızı alıyoruz. Benim gibi onlarca insan var Ali Muhtar’ın etrafında dönen.

Tanıştığımızın ertesi sabahı sınavdan dönmüş, kahvaltımı yapmış uykuya dalmıştım. Öğlen telefonum çaldı, birden uyandım. Ali Muhtar:

-Ne gördün?

-Ne mi gördüm? O an o sorunca az önce bir rüya gördüğümü fark ediyorum ve bir yandan kendim hatırlamaya çalışırken bir yandan ona, sadece beyaz bir boşluğun içinde ters bir şekilde kökleri göğe, dalları yere doğru uzanan, boşlukta duran mavi bir ağacın içinde, etrafında, bir toz zerresi olarak gezindiğim acayip rüyayı anlatıyorum. Bir yandan da rüya gördüğümü nereden biliyordu diye düşünüyorum. “Mübarek olsun” deyip kapatıyor. Daha sonra yüz yüze görüştüğümüzde rüyamı şerh ediyor. Ali Muhtar’la yıllar sürecek fantastik yolculuğum böyle başlıyor.

Bir yandan Dücane sorularıyla, yorumlarıyla, ucu açık yanıtlarıyla beni kışkırtıyor, bir yandan Ali Muhtar aklımda ne kadar soru varsa cevaplıyor, yeni sorularla yeni yollar açıyor. Bir yanda ayağımdan aileme ve cemaatine zincirliyim, bir yandan zincirimin izin verdiği yere kadar uzanıyorum. Onlar hep aynılar, ben sürekli dönüşüyorum. Henüz itiraf etmeye çekiniyorum ama her gün yeniden yeniden dinlediğim sohbetler artık ayan beyan safsata geliyor bana. Kafamda yıllar boyu inşa edilen kalıplar, Dücane’nin ve Ali Muhtar’ın balyoz darbeleriyle yıkılıyor. Aradığım şeyi bir gün mutlaka bulacağım, hissediyorum.

Başka bir kitap söyleşisi için gittiğimde kızlar her ne kadar “gidip kendini rezil etme, imzalamaz” deseler de Dücane hocaya “Hakikat ve Hurafe” kitabını imzalatıyorum. O an korkumdan açıp bakamıyorum ve dönüş için acele ettiğimden teşekkür edip uzaklaşıyorum. Dönüşte otobüsün hareket etmesini beklerken gün içinde konuşulan şeyleri kafamdan geçiriyorum ve birden kitap aklıma geliyor, açıp imzaya bakmak istiyorum. Kitabı açıp imzayı buluyorum, üzerinde beni gözyaşlarına boğan şöyle bir not var;

Gayret ve tutkunun anısına.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.