Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

AKP’li yıllara içeriden bakış (11): Hayaldi, gerçek oldu

2011 yılına karanlık ve acımasız yüzü iyice ayyuka çıkan FETÖ damga vuruyor. Hamisinin kanatları altına giren bu sinsi yapı, hamisi güçlendikçe eski kadroları saf dışı bırakmak için türlü şark kurnazlıklarını devre sokuyor, bu durum insanları kaygılandırıyor.

2 Şubat’ta sevilen dizi oyuncusu, sunucu ve radyo programcısı Defne Joy Foster astım krizine bağlı kalp krizi nedeniyle hayatını kaybediyor. Defne’nin hayatını kaybetmesinin ardından bir yazı kaleme alan Sabah gazetesi yazarı Hıncal Uluç, üzerine hiç vazife olmamasına rağmen, ardında minik bebeğini bırakarak hayata veda eden Defne Joy Foster için “Defne’nin ölümü tipik bir ‘Su testisi, su yolunda kırıldı’ olayıdır” diyor. Ne gerek vardı şimdi buna? Kimin canını acıtmak içindi bu sözler ya da Defne’nin haysiyetiyle oynamak kime yarardı?

Olaydan kısa süre önce Defne’nin Fethullah Gülen için “Feto” demesi, bu sözleri yüzünden Melih Gökçek tarafından hedef gösterilmesi akıllardaydı. Defne’nin hayatını kaybettiği gece yanında olan kişi, FETÖ operasyonları öncesi kamuoyunu davalara hazırlayan ve davalar sürerken okuru manipüle etmek üzere yayınlar yapan Taraf gazetenin Yazı İşleri Müdürü Kerem Altan’dı. Altan, Defne’yi daha önce tanımadığını, o gece bir barda tanıştıklarını beyan ediyordu. Uluç da buradan yola çıkıp, “Su testisinin su yolunda kırıldığını” söylüyor, kadın düşmanlığını kronikleştiren avam dedikodu geleneğini köşesine taşıyordu.

3 Şubat- Ankara Ostim Sanayi Sitesi’nde 8 saat arayla iki patlama gerçekleşiyor. Patlamaların oksijen tüplerinin yanında yapılan kaynak işleminden ileri geldiği düşünülüyor. 20 kişinin hayatını kaybettiği olay sonucu görülen davada 7 sanık “bilinçli taksirle birden fazla kişinin ölümüne neden olmak” suçunu iki patlamada ayrı ayrı işledikleri gerekçesiyle iki kez 18 yıl 9 ay olmak üzere toplam 37 yıl 6’şar ay hapse mahkûm ediliyor.

23 Şubat- Askeri casusluk ve şantaj davası iddianamesi kabul ediliyor ve yargı süreci başlıyor.

İzmir’deki “askeri casusluk” davasının savcısı olan Zafer Kılınç, aralarında muvazzafların da bulunduğu 357 askere “casusluk” suçlaması yöneltiyor ve sanıkların Türk Silahlı Kuvvetleri’nden elde ettikleri bilgileri Yunanistan’a satabileceklerini iddia ediyordu. Askerlere düzenlenen kumpas davalarının en ilginci ve sonuncusu olan bu dava daha komplike planlanıyor. “Fuhuş” ve “askeri casusluk” suçlaması aynı davada görülüyor. FETÖ askeriye içerisinde yerleşmek istediği kadroların boşaltılması için
başlattığı operasyonu genişletiyor. Dava süresince 357 subay, askeriyeye ait dört filonun dördünün de komutanları, MİLGEM projesinde görev alan gemi mühendisleri ile birlikte yargılanıp hapis cezası alıyor. Türk yargı tarihinde ilk kez muvazzaf askerlerin “askerî casusluk” iddiasıyla sivil yargı önüne çıktığı söyleniyor. Davanın kumpas olduğunun anlaşılmasından sonra tüm sanıklar 2016’da beraat ediyor, Zafer Kılınç da 24 Ağustos 2016’da meslekten ihraç ediliyor.

Tıpkı diğer kumpas davalarında olduğu gibi Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı, eski savcı Kılınç hakkında “silahlı terör örgütü üyesi olmak” suçundan iddianame hazırlıyor. “ByLock” kullandığı belirtilen Kılınç, 16 Nisan 2018’de İpsala yakınlarındaki askeri yasak bölgede yapılan denetim sırasında Yunanistan’a kaçmaya çalışırken yakalanıyor, 10 yıl hapis cezasına çarptırılıyor. Tıpkı diğer kumpas davalarında olduğu gibi yüzlerce asker hukuksuzca tutuklanıyor, uğradığı haksızlık sonucu birçoğunun psikolojisi bozuluyor, kimileri hayatını kaybediyor.

3 Mart 2011’de Ahmet Şık, Ergenekon soruşturması kapsamında evinde ve İstanbul Bilgi Üniversitesi’ndeki odasında yapılan arama sonrasında gözaltına alınıyor. Evinden çıkarıldığı sırada gazeteci arkadaşlarına “Dokunan yanar” diye seslenen Şık, avukatı Bülent Utku’ya, son zamanlarda hazırladığı ve “İmamın Ordusu” ismini vermeyi düşündüğü Fethullah Gülen Cemaati’nin emniyetteki örgütlenmesini anlatan kitabı nedeniyle gözaltına alındığını düşündüğünü dile getiriyor. Gözaltında iki gün kaldıktan sonra tutuklanma talebiyle mahkemeye sevk ediliyor ve 6 Mart’ta “Ergenekon terör örgütüne üye olma” suçlamasıyla tutuklanarak gazeteci Nedim Şener ile birlikte Metris Cezaevi’ne gönderiliyor. 23 Mart’ta el koyma kararı uyarınca polis, kitabı yayımlayacağı belirtilen İthaki Yayınevi’ne baskın yapıyor. Kitabın elektronik ortamdaki taslağı alınıyor, orijinali siliniyor.

Dönemin Başbakanı Tayyip Erdoğan’ın “Bazı kitaplar vardır ki bombadan daha tesirlidir!” sözleri büyük tepki çekiyor.

“İmamın Ordusu” olduğu iddia edilen bir kitap taslağı, 31 Mart 2011’de iki gözümün çiçeği Twitter ve sosyal paylaşım siteleri üzerinden yayımlanıyor. Paylaşımdan iki saat sonra, başsavcılık soruşturma başlatıyor. Kitap, 2017’de Kırmızı Kedi tarafından yayımlanıyor.

12 Mart 2012’de tahliye edilen Ahmet Şık, cezaevinden çıktıktan sonra ilk açıklamasında şunları söylüyor:

“Bu komployu kuran, yürüten polisler, savcılar ve hâkimler bu cezaevine girecek. Onlar buraya girdiğinde adalet gelecek. O cemaat bağlantılı, o çete bağlantılı adamlar buraya girecek. Bunlara sesini çıkarmadığı için siyaseten sorumlu AKP hükümetidir.”

Ahmet Şık’ın o karanlığın ortasında gün gibi gördüğü hakikat birkaç yıl sonra gerçekleşiyor. Darısı hamilerinin başına.

***

Üniversite bitiyor. Eve dönmeden önce kuzenimin düğünü için 28 Şubat’ta okulu bırakmak zorunda kaldığım şehre gidiyorum. Uzun bir aradan sonra okuldan arkadaşlarımla da buluşacağım. Benimle birlikte okulu bırakmak zorunda kalan arkadaşım evlenmişti, bir oğlu vardı, ikincisine hamileydi. Ailesi Fethullah Gülen’in cemaatine bağlı olan arkadaşım Gülen’in fetvasıyla direnişi kırmış, okula devam etmiş ve ziraat mühendisi olmuştu. Büyük bir çiftlikte çalışıyordu. Okuldan tanıştığı, yine aynı cemaatten olan eşi ise ziraat mühendisleri atanamadığı için polis olmuştu. Arayıp özellikle sormadım ama sanırım 15 Temmuz sonrası ihraç edildi. Kız gecesi yapalım dedik, toplandık. Eski günleri, komik anıları anlatırken diğer ikisi kahkahalar atıyor ben sadece tebessüm ediyormuşum. Birden “Çok değişmişsin” dedi ziraat mühendisi olan. “Neden?” dedim. “Eskiden en çok sen kahkaha atardın, şimdi sadece biraz tebessüm ediyorsun, gülerken sesin hiç duyulmuyor.” O an yarım tebessümüm de bitti. “Bilmem, hiç fark etmemişim.” Hatırlatmaya devam ediyor, “Öğlen arası okulun koridorlarında gömleğinin kollarını sıvar, kravatını gevşetir ‘Aya benzer’ dansı yapardın. O halin gözümün önünden gitmiyor” diyor. (Meşhur olduğu günden itibaren Musti fanıydım, hâlâ ilk dört kasetini saklarım.) O anlattıkça ben de o neşeli kızı hatırlıyorum ve sanki eski hayatımdan tanıdığım biriymiş gibi özlemle anıyorum. O andan itibaren gülümsemeye çalışmama gerek kalmıyor. Düğün sonrası eve dönüyorum. Yaz sıcağında Raskolnikov’u okuyorum ve buhranını anlıyorum. Birkaç ay internetten ve gazetelerden iş arıyorum. Yaşadığım şehir o dönemler daha çok memur ve emeklilerin yaşadığı, iş imkânları geniş olmayan bir yer. İki defa staj yaptığım ve iki seferinde de iş teklifi aldığım özel hastaneye CV bırakıyorum ama o an boşlukları yokmuş, haber vereceğiz diyorlar. 3-4 ay işsiz evde kalıyorum. Her şey bıraktığım gibi; aynı adam, aynı kadın, aynı hayat, bambaşka bir ben. Evlenen kardeşlerimin çoktan tadı tuzu kaçmış, her yanım mutsuzluk dolu. Filmlere ve kitaplara sığınıyorum.

Ali Muhtar belki otuz yıldır tekrar tekrar Mesnevi okuyordu, bana da oku diyor ama herhalde başıma gelecekleri hissettiğim için sürekli erteliyorum. Bir gün kitapçıda başka bir kitabı araştırırken gözüm Mesnevi’lere takılıyor. Adam birden, “Düşünüyor musunuz şuan indirimde?” deyip ben “hayır” diyemeden hop kucağıma veriyor koca Mesnevi’yi. Birden başkasının yeni doğmuş çocuğu kucağıma verilmiş gibi hissediyorum. Çığlık atıp kucağımdan fırlatmakla sarılmak arasında gidip geliyorum. Aadam o sırada iki kitabı birden ne kadara alacağımı anlatıyor arka planda ve kasaya doğru gidiyoruz. Kucağımda emanet bebekle eve gidiyorum. Eve gider gitmez kitaplığıma koyuyorum ve bir hafta sonra rüyamda Mevlana gülümseyerek beni yanına davet edene kadar da ellemiyorum.

Mezun olduğum alan sebebiyle iş alanım geniş ama aynı zamanda pek doğru anlaşılmayan bir iş. Bir gün ilanlara bakarken çok bunaldım ve içimden şöyle geçirdim. Keşke göğe yükselsem ve bana uygun olan o işi görsem, oraya başvursam. Bu sözün ertesi günü telefonum çalıyor, bana burs gönderen eniştem arıyor. “Elif’çiğim okul bitti hayırlı olsun evladım, vatana millete hayırlı bir evlat olacaksın inşallah. N’aptın çalışıyor musun?”, “Hayır, araştırıyorum ama henüz bulamadım” , “Tamam, yarın saat 11.00’de makamda belediye başkanıyla randevun var”, “Ama ben, kiminle, nasıl, haberleri var mı yani?” falan derken, “Sen git özel kalemi filanca hanımı bul, onlar seni bekliyor” diyor.

***

21 Ekim 2007’de, referandum ile birlikte yürürlüğe giren anayasa değişiklikleri uyarınca genel seçim süresi 5 yıldan 4 yıla indirilmişti. TBMM’de yapılan oylama sonucu seçimlerin 12 Haziran 2011 pazar günü yapılması oy birliğiyle kabul ediliyor.

2010’un nisan ayında Seçim Kanu’nda birtakım değişiklikler yapılıyor ve seçimlerde Kürtçe propaganda yapılması serbest bırakılıyor. Tahta oy sandıkları yerine eni 40, boyu 55, yüksekliği 50 santimetre, şeffaf, ısıya ve kırılmaya dayanıklı sert plastikten yapılan sandıklar kullanılıyor. Billboardlarda propaganda süresi 20 günden 30 güne çıkarılıyor. Bu seçimlerde ilk kez 25 yaşındakiler milletvekili adayı olabiliyorlar. Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanan birçok kişi bu seçimlerde milletvekili adayı oluyor.

Seçim sonuçlarına göre Türkiye genelinde AK Parti yüzde 49,83 ile 326, CHP yüzde 25,98 ile 135, MHP yüzde 13,01 ile 53 ve 36 bağımsız aday Meclis’e girmeye hak kazanıyor.

AKP, tarihinin en yüksek oy oranını bu seçimle elde ediyor. FETÖ’yle yaşadığı aşk ve ihtirasları gözünü kör ediyor, dengesini kaybediyor. Aslında ilk beş yılına kadar sürdürdüğü politikayla devam etse belki 60 yıl daha bile isteye kendisini iktidarda tutabilecek bir kitlesi vardı. O zamana kadar çok iyiydi demiyorum, kişisel çıkarı verildiği müddetçe görmeyen, duymayan toplumun büyük kesimini daha uzun yıllar kontrol altında tutabilirdi demek istiyorum. Ancak tamah edip yerde bulduğu beş kuruşu bile cebe indirmek için eğilince, takke düştü kel göründü. Kim bilir, bakarsınız bu yazı dizisi bittikten sonra gerçekleşecek seçimlerde bu sefer en düşük oyunu alır.

Genel seçimler sonrası TBMM’de yemin krizi yaşanıyor.

Meclis’e girmeye hak kazanan bazı milletvekillerinin tutuklu olması ve tahliye edilmemesi, Hatip Dicle’nin vekilliğinin düşürülmesinin ardından AKP ve MHP yemin törenine katılırken, Barış ve Demokrasi Partisi’nin (BDP) bağımsız olarak seçimi kazanan milletvekilleri katılmıyor. CHP’li vekiller de yemin töreninde (Oktay Ekşi hariç) yemin etmiyor. 8-11 Temmuzarasında AKP ve CHP arasında yapılan görüşmelerin ardından iki parti anlaşmaya varıyor ve CHP’li vekiller Genel Kurul’a “Egemenlik Milletindir” pankartıyla gelerek 11 Temmuz’da, BDP’li vekiller ise 1 Ekim’de yemin ediyor.

27 Haziran’da KCK davası kapsamında ilk mahkûmiyet kararı Van Ağır Ceza Mahkemesi tarafından veriliyor.

Çözüm Süreci öncesi Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “İyi şeyler olacak” diyerek yeni bir dönemin işaretini veriyor ancak Habur, Oslo, Öcalan’ın ateşkes çağrısı umut verirken, Kürt siyasetçiler elleri kelepçeli adliyenin önüne diziliyor ve 8 yıl devam edecek yargılama süreci başlıyor. KCK ana davası öncesi operasyonlar sırasında yüzlerce insan gözaltına alınıyor ancak dava sırasında 156 Kürt siyasetçi, hukukçu, gazeteci, insan hakları savunucusu ve sivil toplum örgütü temsilcisi yargılanıyor.

Aynı dönemde devlet ile KCK heyeti arasında Oslo’da görüşmelere başlıyor, iki taraf da sorunun çözümü için önemli adımlar atmaya hazırlanıyor.

Operasyonun, 2007 yılında yapılan bir ihbarla başlayan soruşturmanın sonucunda gerçekleştiği duyuruluyor. Savunma yapan avukatlar, söz konusu ihbarın bir düzmece olduğunu ve operasyonun Kürt sorununun barışçıl yoldan çözümü önünde engel olduğunu dile getiriyorlar. Bir yandan çözüm süreci görüşmeleri bir yandan operasyonlar devam ediyor. Dava, Kürt siyasetçilerin başında Demokles’in kılıcı gibi sallandırılıyor.

Davanın iddianamesi, dönemin özel yetkili Cumhuriyet Savcısı İsmail Aksoy tarafından hazırlanıyor. 7 bin 578 sayfalık iddianamede, 12 BDP’li belediye başkanı, iki il genel meclisi başkanı ve iki belediye meclis üyesi için 36,5 yıla kadar hapis isteniyor. 11 kişi hakkında, “Devletin birliğini ve bütünlüğünü bozmak” suçlamasıyla ağırlaştırılmış müebbet; diğer 124 sanık için de 5 ile 15 yıl arasında değişen hapis cezaları isteniyor.

18 Ekim 2010’da başlayan dava için, sanık sayısının çokluğu nedeniyle yeni bir mahkeme salonu inşa ediliyor. Delillerin neredeyse tamamı ortam dinlemesi, gizli tanık ve telefon tapelerinden oluşuyor.

Tıpkı askeri kadroları yeniden dizayn etmek için planlanan kumpas davaları gibi KCK ana davasına bakan hakim ve savcıların tamamı, 15 Temmuz darbe girişiminden sonra FETÖ davaları nedeniyle meslekten ihraç ediliyor. KCK ana davası Diyarbakır 2. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görülmeye devam ediyor. 8 yıl süren davanın sonunda sanıklara ceza yağıyor.

***

Belediye başkanı ile görüşmeye gittiğimde, insanların beni anlamazdan geleceklerini ve başlarından savuşturacakları bir görüşme olacağını düşünerek, 11.00’e çeyrek kala başkanlık makamına gidiyorum. Adımı söylüyorum, “Başkan Bey ile 11.00’de görüşmem var” diyorum. Büyük ahşap kapı açılıyor ve beni derhal başkanın odasına buyur ediyorlar. Allah Allah, o zamana kadar şehrin birçok yerinde fotoğraflarını gördüğüm adam karşımda oturuyor, yanında el pençe duran bir adamın sayfaları çevire çevire parmak ucuyla gösterdiği yerleri imzalıyor. İşi bitince birden “Hoş geldin kızım” diyor, enişteden konuşuyoruz, “Çok severim” diyor. Bana benim için uygun bulduğu işin nasıl bir iş olduğunu, o işin kendisi için ne kadar önemli bir proje olduğunu söylüyor. Bunun işten ziyade hayır işi olduğunu, hem bu dünyamıza hem ahiretimize hizmet edeceğimiz bir iş olduğunu söylüyor. O projeyi neden başlattığını, kendisi için ne anlama geldiğini, projeye başladıktan sonra vatandaşla yaşadığı bir kaç anısını anlatıyor. Benim vatandaşla nasıl iletişim kurmam gerektiğini, onlarla nasıl ilgilenmem gerektiğini anlatıyor, “Bu iş öyle her kula nasip olmaz” diyor. Sert biri olarak bildiğim bu adamın mütevazılığı beni şaşırtıyor. “Kültür ve Sosyal İşler Daire Başkanımız seni bekliyor, git işlemlerini başlatsınlar” diyor. Allah Allaaah bu kadar kolay mı ya? Kolaymış, bir telefonla.

Oradan çıkıp daire başkanının yanına gidiyorum. O da beni bekliyormuş, o da işi anlatıyor. Ben de ona, “Ben buraya filancanın referansıyla geldim biliyorum ama bunu size hiç hissettirmeyeceğim, çok çalışacağım, göreceksiniz. Benden çok memnun kalacaksınız” diyorum. Başkan o lafıma çok şaşırmış, daha önce herkes torpilini ön plana çıkarırken benim kendimi ön plana çıkarmam hoşuna gitmiş, iyi bir iş yaptığımda tekrar tekrar o lafı hatırlatırdı. “Şimdi şu evrakları hazırlayıp filanca yerdeki şirkete götüreceksin” diyor. Çıkınca sekreterine, “Beni belediyede işe alacaklarını söylediler ama başkan evraklarımı filan şirkete vermem gerektiğini söyledi. Bir yanlışlık mı var?” diyorum, “Taşeronda çalışacaksın çünkü” diyor. Belediyenin neden doğrudan işe almaktansa taşeronu araya soktuğunu zamanla anlayacağım. Belediye başkanı, daire başkanı, firma sahibi (sonradan FETÖ’den bütün mal varlığına el konuldu) dâhil, çalışanların çoğu MHP’li ya da MHP’li başka kurum yöneticilerinin yakınları, bazıları CHP’li. Aslında ben dâhil neredeyse kimse AKP’li değil ama herkes AKP’ye çalışıyor. Bu şekilde işe girmek bana sorunlu geliyor ama belediyelere torpilsiz girmek zaten mümkün değil diye kendimi rahatlatmaya çalışıyorum. Zaten asgari ücrete çalışacağım diye normalleştiriyorum. Bir, iki yıl çalışıp İstanbul’da veya okuduğum şehirde iş bulup gitmeyi düşünüyorum.

***

29 Temmuz’da Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ile üç kuvvet komutanı Yüksek Askerî Şûra öncesi emekliliklerini istiyor. Haber, TSK’da deprem olarak değerlendiriliyor. İstifa öncesi komutanlar ile Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasında bir dizi üçlü görüşme yapılıyor. Ancak YAŞ öncesi istifaların önüne geçilemiyor.

11 Eylül 2011’de Metris Cezaevi’nden yola çıkan cezaevi nakil aracı, yedi şehir ve beş ilçe dolaşıp, beş günde 3 bin 166 kilometre kat ettikten sonra, motorundaki arıza nedeniyle 16 Eylül’de tutuşuyor. Araçta elleri kelepçeli halde bulunan beş tutuklu ve hükümlü yanarak can veriyor.

Beş mahkûmun bulundukları nakil aracının alev alarak yanmasına ilişkin dava açılıyor ancak açılan dava sonucu bütün sanıklar için beraat kararı veriliyor. Sorumlulara uygulanan cezasızlık, halka uygulanan bir cezaya dönüşüyor.

20 Eylül’de Ankara’nın Kızılay semtinde düzenlenen bombalı saldırıda 3 kişi yaşamını yitiriyor, 34 kişi yaralanıyor. Saldırıyı daha sonra TAK üstleniyor.

19 Ekim’de Hakkâri- Çukurca’da 200 PKK’lı ilçe merkezindeki polis ve jandarma binalarıyla güvenlik noktalarına ağır silahlarla ateş açıyor. İlk çatışmalarda 24 asker hayatını kaybederken, 18 asker yaralanıyor.

***

Ofiste birlikte çalışmamız gereken kadın işin sadece angaryalarını bana yaptırıyor, asıl işi öğrenmemem için anlatmıyor. Kadın, şube müdürünün karısıymış. “Çok severek evlendik” diyor, yüzüğünü gösteriyor çarpık bir gülüşle. Birkaç gün sonra onu başka bir yere alıyorlar, “Bu işi sen yapacaksın” diyorlar. Meğer projede çalışan belediye personelini kendi özel işlerinde kullanıyormuş. Çalakalem bakkal defterine tuttuğu üye kayıtlarını tek tek dosyalardan indirip bilgisayara kayıt etmeye başlıyorum. O an görüyorum ki yıllar önce hizmet almak için kayıt edilmiş gerçekten ihtiyaç sahibi insanlara bir kere bile hizmet gitmemiş. Kimi taşınmış, kimi ölmüş, kimi üye olduğu halde hizmet almadığı için şikâyet ediyor. Ama bir yandan da kadının zengin arkadaşlarının yakınlarına haftada bir özel temizlikçi gibi belediye personeli gidip temizlik yapıyormuş. Kurallara uymayan üyelerin kayıtlarını iptal ediyorum. Kadının şişirdiği üye ve aylık hizmet rakamlarının gerçek halini görünce daire başkanı deliriyor ama sonunda işler olması gerektiği gibi gideceği için bana kızmıyor. Kayıtları bilgisayara aktardığım için kadının bir haftada yaptığı aylık tutanakları yarım saat içinde bitiriyorum. Bir yandan daire başkanının takdirini kazanıyorum bir yandan karısının kirli çamaşırları ortaya çıktığı için şube müdürünün hedefine konuyorum. Adam işi gücü bırakıp benimle uğraşıyor. Günlük işimi bitirip istediği raporları çıkarıyorum, her gün işten en az bir saat geç çıkıyorum. İş benim için para kazanma aracı olmaktan çıkıp, işkenceye dönmeye başlıyor ama inat ediyorum. Şube müdürü her ne isterse hazırlıyorum. Korkutmaya çalışıyor, çok bunalıyorum ama korkmuyorum daha da sinirleniyor. Resmen çattık belaya diye düşünüyor. Ramazan ayı geliyor, normalde işim masa başı ama destek için işim bitince diğer birimlerle birlikte ihtiyaç sahiplerine sosyal yardım dağıtmaya gidiyoruz.

İşte o zaman şehrin hiç bilmediğim kenar mahallelerine gidiyorum. Sokakta görmediğim, çevremde şahit olmadığım bir yoksulluk. Dağıttığımız ise yılda iki defa verilen kuş kadar yardımdan daha az bir rakam. O kadar yoksulluğun içinde hiçbir şey bu para. Hedef kitlenin çoğu eşleri hapiste olup çocuklarıyla baş başa kaldığı için çalışamayan kadınlar, 65 yaş aylığı ile geçinen yaşlılar, annesi, babası ya da her ikisi tarafından terk edilmiş çocuklara bakan yoksul yaşlı insanlar, fiziksel engeli olduğu için çalışamayanlar. Şehrin hiç bilmediğim yüzünü görüyorum bir anda ve uzaktan gördüğüm ve içini hiç bilmediğim evlere giriyorum. Birbirinden farklı hayat hikâyeleri ve yoksulluğun hiç sonu gelmeyecekmiş gibi uzayan kuyruğunu gözlemliyorum. Daha çocuk yaşta kaderi karanlık geleceğinden haber veren çocukların bakışlarını ve tüm bu manzara karşısında bile en ufak bir vicdan azabı hissetmeden onların hakkına el uzatabilecek mesai arkadaşlarımı tanıyorum. Her gün günaydın dediğim insanların asıl yüzlerini. Şikâyet ediyorum ama kovulmuyorlar, sadece ikisinin yerinin değiştirilmesine sebep olabiliyorum o kadar. İçlerinden daha arsız olanının birkaç yıl sonra tavuk kümesinden sorumlu tilki görevine geldiğini öğreniyorum.

***

23 Ekim’de Van’da 7,2 büyüklüğünde deprem meydana geliyor. 604 kişi hayatını kaybederken, 4 bin 152 kişi yaralanıyor. Çok sayıda bina yıkılırken, depremin etkisiyle elektrik ve telefon hatları kesiliyor. Van – Erciş karayolu üzerinde üç ayrı noktada çökme meydana geliyor, karayolu ulaşımının sağlanmasında güçlük yaşanıyor. Van merkezde, doğalgaz boru hattında meydana gelen sızma nedeniyle doğalgaz akışı kesiliyor. Bazı mahallelerde boru hatlarında meydana gelen patlama nedeniyle, şehrin bazı kesimlerine su verilemiyor. Van M Tipi Cezaevi’nden 160 mahkûm firar ediyor. Mahkûmlardan 74’ü güvenlik güçlerinin yaptığı çalışmalar neticesinde cezaevine geri dönüyor.

Depremin ardından Müge Anlı, ATV’de yayınlanan Tatlı Sert programında, “Herkes haddini bilecek. Yeri geldi mi taş atacaksın, Mehmetçik’i kuş avlar gibi avlayacaksın sonra zor günlerde canım cicim deyip, yardım isteyeceksin” diyor ve bu açıklama sonrası kamuoyunda eleştiri yağmuruna tutuluyor.

Depremin ardından Redd grubunun gitaristi Güneş Duru’nun “Depremzedeler için bir konser yapamaz mıyız?” tweeti sonrası onlarca rock sanatçısı ve grubun katıldığı “Van için Rock” etkinliğini bir hafta gibi kısa bir süre içinde organize ediyor.

Konsere gelenler kullanmadıkları eşyaları ve yardım malzemelerini getiriyor. Bu yardım malzemeleri Şişli Belediyesi tarafından paketlenerek deprem bölgesine gönderiliyor. Dream TV’de canlı yayınlanan konserin tüm reklam ve SMS gelirleri ile konser alanında satılan tüm ürünlerin gelirleri Van’a aktarılıyor. Konserden elde edilen gelirle Türk Kızılay’ı ile yapılan anlaşma sonucunda Van’da bir okul yapılması kararlaştırılıyor. 10 Aralık 2011’de Milli Eğitim Bakanlığı ile protokol imzalanıyor. Korkmayın, okul 2013’de tamamlanarak hizmete açılıyor.

***

Bir yandan İstanbul’a Dücane Hoca’nın derslerine gitmeye devam ediyorum, bir yandan Ali Muhtar’la tasavvuf yolunda kendimi tanımaya ve kendimle savaşmaya başlıyorum. Belediyede yaşadığım olaylar benim için kendimi tanıma sürecimde önemli bir turnusol kâğıdı oluyor. Kendimi yargılamaktan adım atamaz hale geliyorum. Maceraya, Mesnevi yani Ali Muhtar’ın dedem dediği Mevlana da dâhil oluyor. Her gün belediyede insanlar âleminden farklı farklı insanlarla tanışıp, savaşıp her gece Mesnevi okuyarak gerçek hayatı ve kendimi tanımaya çalışıyorum.

Seçim zamanı yaklaşıyor, enişte arıyor, “Elif’çiğim, bu seçimler çok önemli biliyorsun, sadece senin oyunu AK Parti’ye vermen yetmez, etrafından en az üç arkadaşını daha ikna edeceksin, tamam mı evladım?”, “Yoo, ben oyumu AK Parti’ye vermeyeceğim ki”, “Nasıl yani, aptal mısın kızım sen, sana o imkânı kim verdi?”, “Başka imkânım olsa mecbur kalmazdım ki enişte?”, “Kızım delirdin mi, bak işini kaybedersin benden söylemesi”, “Olsun, n’apalım”. Konu biraz hiddetli kapanıyor, artık sülalede dalga geçme malzemesiyim. Annem her fırsatta “nankörsün” diyor, ben de ona “Asgari ücret alıyorum ve eşek gibi çalışıyorum, bedava kazanmıyorum o parayı” diye cevap veriyorum her seferinde ama ben de rahatsız oluyorum bu ikili durumdan. Çabaladığım halde değiştirecek bir çözüm de bulamıyorum, iyice nefret ediyorum kendimden. İşe girdikten üç ay sonra başvurduğum hastaneden haber geliyor, çok da isteyeceğim bir pozisyon ama ehliyetim olmadığı için işi alamıyorum. İnşa etmeye çalıştığım hayatım mutsuz bir iş ve ev hayatından ibaret. Bu yüzden ara ara İstanbul’a ya da başka şehirlere seyahat ediyorum, akıl sağlığımı koruyabilmek için.

Birimde vatandaşa verilen hizmet rakamları yükseldikçe adım “atom karınca” ya çıkıyor. Atatürkçü ailede yetişmiş bir arkadaşım var, babası CHP teşkilatında. En çok onunla uyuyor kafamız, o 1,85 boyunda ben 1,50. O açık, ben kapalı. Bazen işe gidip gelirken rastlaşıyoruz, bizi görenler tuhaf tuhaf bize bakıyor, bu ikisini bir araya getiren ne olabilir der gibi? Birlikte Erdoğan’ın arkasından sallıyoruz, o zamanlar çok yaygındı birbirimize karikatürler gönderiyoruz. O incelemelerde gördüğü ilginç hayatları anlatıyor, ben telefonda konuştuğum insanları. Alzheimer hastası bir teyze var, günde birkaç defa arayıp “Kızım saat kaç?” diye soruyor. Bir diğeri her gün ambulans çağırmam için arıyor. Bir diğeri “Üç numarada fuhuş var” diye şikâyet ediyor, “Sizin şoför benim ekmeklerimi çalıyor” diyor. Kontrol ettiriyorum, yatağının altında onlarca küflü ekmek buluyorlar. Kimisi arayıp cümbüş çalıyor, evine davet ediyor. Kimi komşusunun koluna girip benimle tanışmaya geliyor, torunuyla evlendirmeye kalkıyor. Kurumdaki usulsüzlüklerle o kızla beraber mücadele ediyor, beraber hedef tahtasına konuyoruz. Neyse ki daire başkanı ikimizi de seviyor, o yüzden kimse fazla ileri gidemiyor.

Dücane Hoca’nın dersi için İstanbul’a her gittiğimde başka bir arkadaşımın başını açtığına şahit oluyorum. Önce bere takmaya ya da şallarını iğnesiz kullanmaya başlıyorlar, birkaç ay sonra açılıyorlar. Birden bire açılan çok az oluyor. Her seferinde içim gidiyor ama ben onlar kadar cesur değilim ya da benim ailem daha sert, bunun kararını bir türlü veremiyorum. Ailelerinin verdikleri tepkileri soruyorum. “Mümkün değil, bizimkiler böyle karşılamaz” diyorum, “Abartıyorsun, alışırlar” diyorlar. İçlerinden kimileri halen kapalı benim gibi ama dine çok aykırı fikirleri var. Dücane Hoca takılıyor onlara “Sen dindar olduğundan emin misin?” diyor. Hayatımın bir yanında kendimi tanıma, keşfetme yolculuğu ve dönüşüm, bir yanında hiç değişmeyen ve değişmeye başladığım için benden rahatsız olan insanlar.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.