14-28 Mayıs 2023 seçimleri dolayısıyla Türkiye’de birkaç ay süren yoğun politize günler geçirildi. 2015’ten beri görülen biçimde, seçimlerden önce zirveye çıkan muhalif duygu ve beklentilerin yenilgiyle birlikte siyasetsiz güncel hayata dönüşüne tanıklık etmekteyiz. Dolayısıyla 28 Mayıs’tan beri kendi kabuğuna çekilmiş, siyasetle fazla ilgilenmeyen, halk tabiriyle “başsız” bir muhalefetle karşı karşıyayız. Muhalefet gündemini işgal eden tek şey, her seçimden sonra görüldüğü üzere, CHP içerisindeki kurultay tartışmaları ve genel başkanın değişip değişmeyeceği konusu. Ne var ki bunun da Türkiye’de kendisini muhalif olarak tanımlayan insanların çok fazla gündeminde olmadığı görülüyor. Ancak bu güncel durum, insanın aklına tarihi merakla harmanlanmış bir soruyu getiriyor: Türkiye’de parti kongresiyle değişmiş bir genel başkan var mı?
Bu soruyu kendime sorup, az buçuk tarih eğitimi almış olmanın verdiği nahif bir özgüvenle, 1950-2000 yılları arasını zihinde bir tarayıp düşünerek hızlı bir “hayır” cevabı verdim. Gerçekten de çok partili hayat tarihimize bakıldığında, Türkiye’de parti kongrelerini yasal bir zorunluluğun sonucu belirli aralıklarla yapılan formalite etkinlikler olarak görmek mümkündür. “Ama Ecevit?” diye son derece haklı itirazlarınızı duyar gibiyim. Ama oraya gelmeden önce tespitlerimi izah etmeme izin veriniz.
Öncelikle buradaki temel tezimi kapsayan partilerin, en azından meclise girecek kadar etkili olmuş partiler olduğunu belirtmeliyim. 1972’ye kadar İsmet İnönü’nün değişmez genel başkanlığındaki CHP’yi bir kenara koyarsak, Demokrat Parti’nin de Adnan Menderes’in tartışmasız başkanlığıyla idare edildiğini görürüz. Bunun dışında hemen bütün partiler mevcut genel başkanı vefat veya istifa ettiği için yönetimini değiştirmiştir. İlk örneği Adalet Partisi’nde görürüz. Kurucu Genel Başkan Ragıp Gümüşpala’nın vefatıyla kongreye gidilmiş ve Sadettin Bilgiç-Süleyman Demirel rekabeti sonrasında Demirel gerçeği siyaset sahnesine çıkmıştır. Her ne kadar kendi içerisinde gerçekten adil bir rekabet gibi görünse de bu kongre mevcut bir genel başkanın değişmesi olayından çok uzaktı. Gayet tabii sonraki hiçbir kongrede Demirel’in yenilmediği malumdur. Demirel’in 1980 sonrası DYP’de; Turgut Özal’ınsa ANAP’taki genel başkanlıkları da kendi istekleriyle görevi devretmelerine kadar sürmüştür.
Özal’dan sonra olağanüstü kongreyle genel başkan seçilen Yıldırım Akbulut’un 15 Haziran 1991 tarihli kongrede Mesut Yılmaz’a 631’e karşı 523 oyla seçimi kaybetmesi yegâne örnek sayılabilir (Cumhuriyet, 16.06.1991). Ancak Akbulut’un kısa süreli başkanlığı bir geçiş dönemi görüntüsü vermektedir. Yine de Mesut Yılmaz’ın genel başkan seçildiği bu kongreyi baştaki sorumuza en yakın cevap addetmek mümkündür.
Vefatına kadar MHP’nin Genel Başkanlığında bulunacak Alparslan Türkeş’in liderliği de bir olağanüstü kongreyle başlar. O zamanki adıyla Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nin Genel Başkanı Ahmet Oğuz’un istifası sebebiyle toplanan 1 Ağustos 1965 tarihli kongrede Alparslan Türkeş başkan seçilecektir. 1969’da Milliyetçi Hareket Partisi adını alacak olan partide Türkeş’in genel başkanlığı vefatına dek sürmüştür.
MHP çatısı altında birleşene dek Millet Partisi’nin de oldukça karmaşık ve enteresan bir serencamı vardır. Millet Partisi 1948’de DP’nin muhalefeti kotaramayacağı düşüncesiyle bir alternatif olarak doğmuştu. Parti başkanı Yusuf Hikmet Bayur olmasına rağmen Osman Bölükbaşı hatipliği ve içerisine girdiği polemiklerle daha popüler bir isim olacaktı. O kadar ki Celal Bayar’a suikast yapacakları iddiasıyla tutuklanıp kısa bir süre sonra söylentiler asılsız çıkınca serbest bırakılan Osman Bölükbaşı ve Fuat Arna, yolda gördükleri Celal Bayar’a çeşitli hakaretlerle çıkışacaklar, hatta Bölükbaşı “Biz öldürürsek adam öldürürüz, senin gibi bir (…)u öldürmeyiz” şeklinde, devrin gazetesinin bile açık olarak yazamadığı bir küfür savuracaktır (Ulus, 22.11.1949). Millet Partisi 1954’te kapatıldıktan sonra Türkiye Köylü Partisi ve Bölükbaşı başkanlığında Cumhuriyetçi Millet Partisi olmak üzere ikiye ayrılmış, 1958’de Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi olarak birleşmiş, siyasi anlaşmazlıklar sonucunda Osman Bölükbaşı 1962’de ayrılıp bu sefer yeniden Millet Partisi’ni kurmuştur. Tüm bu süreç içerisinde Bölükbaşı’nın genel başkanlığına karşı da herhangi bir alternatif çıkmamıştı.
CHP örneğine bakacak olursak, 1972’de Bülent Ecevit’in değişmez genel başkan İnönü’yü parti içi rekabetle yendiğine dair kısmen doğru bir anlatı vardır. Kısmen diyorum zira Ecevit hiçbir zaman İnönü’yle resmi bir başkanlık yarışına girmemiştir. Fiili rekabet İnönü’nün restiyle sonuçlanmış ve Ecevit destekçilerinden oluşan Parti Meclisi güvenoyu alınca İnönü 33 yıl 4 ay 11 gün sürdürdüğü başkanlık görevinden 8 Mayıs 1972’de istifa etmiştir (Cumhuriyet, 08 ve 09.05.1972). Dolayısıyla Ecevit de mevcut bir genel başkanı parti kongresinde seçimle değiştirmemiştir. 14 Mayıs 1972 tarihli kongrede tek aday olarak seçimlere girip genel başkan seçilmiştir (Cumhuriyet, 15.05.1972). Ancak CHP’nin diğer örneklerden farkı, her ne kadar sandıkta olmasa da fiili düzeyde kıran kırana gerçek bir mücadelenin ortaya çıkmış olmasıdır. Öte yandan 12 Eylül sonrasında partiler kapatılmasaydı muhtemelen Ecevit’in de genel başkanlığını rakipsiz olarak sürdüreceğini tahmin etmek mümkündür.
Sadece CHP’de değil çok partili hayat tarihininde de kendine has bir örnek olan 2005 kurultayını da anmak gerekmektedir. Zira bugün hala eski videoları sosyal medyada farklı şekillere sokularak Mustafa Sarıgül’ün renkli kişiliğinden de mülhem bir mizah malzemesi yapılan bu kurultay, cumhuriyet tarihinde mevcut parti başkanının kongreyle değişmesine en yaklaşılan anlardandı. Çünkü 1134 geçerli delege oyunun sayıldığı seçimde Deniz Baykal 674; Mustafa Sarıgül ise 460 oy almıştı.
Şunu da hatırlamamız gerekir ki Milli Görüş hareketi içerisinde de Sarıgül’den daha önce ve hedefe daha fazla yaklaşan bir örnek görülmüştür. Necmettin Erbakan da kendisine siyasi yasak getirilene kadar Milli Görüş çizgisinde kurulan partilerin tartışmasız genel başkanlığını sürdürmüştü. Ancak 2001 tarihli Fazilet Partisi kongresinde Recai Kutan’la yarışan Abdullah Gül 1154 geçerli oyun 521’ini alabilmişti. 633 oy alan Kutan böylece çok az bir farkla yeniden genel başkan seçilebildi. Görünüşe göre bu sonuç, yazının başındaki tezimizi çürütmeye en yakın örnektir.
2005 sonrasını hâlihazırda yaşayıp gördüğümüz için ve ortada farklı bir örnek de olmadığından tekrarlamak gerekmiyor. Yakın geçmişi şöyle bir yokladığımızda, belli başlı hiçbir partinin mevcut bir genel başkanının kongreyle değiştirilemediği gerçekliğiyle karşılaşıyoruz. Buna dair tek bir örnek dahi yok. Gelecek CHP kurultayında bunun ilk örneğinin verilmesi için de herhangi bir sebep görünmüyor. Dolayısıyla, bütün teknik ve hukuki detayların tartışılmaz meşruluğu ve değeri bir yana, tarih perspektifinden bakıldığında Kemal Kılıçdaroğlu’nun aday olması halinde genel başkanlık yarışını kaybetmesinin imkânsız olduğunu söyleyebiliriz. Nitekim tartışmaların ve sınırlı ilginin odak noktası, Kılıçdaroğlu kurultayda aday olursa kazanır mı sorusu değil; aday olacak mı olmayacak mı veya nasıl bir tabloyla kurultaya gidilecek düşünceleri etrafındadır. CHP’nin bazı konularda ilklerin partisi olduğu doğrudur. Bunların arasına bir yenisinin daha eklenip eklenmeyeceğini ise zaman gösterecek.
Anıl Göç
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.