Bu hayat bir defada en doğru nasıl yaşanır?
“Kendinden nereye?” ve “Beni bana bırak” başlıklı iki yazımda hayatımın büyük bir bölümünde cevabını aradığım, “İnsanın iradesi var mı, yoksa hayatımız boyunca kat-i bir kaderin gönülsüz oyuncuları mıyız?” sorusuna bulduğum cevabın etrafında dolanmıştım. Alelacele ve beceriksizce yarım bırakılmış gibi geldiğinden bu üçüncü yazıda meseleyi Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filmi üzerinden tartışıp “Betty Blue” filmi ile nihayete erdireceğim.
Bazı yazılar vardır, onunla ne yapacağınızı bilemezsiniz. Hırçın bir yabanı evcilleştirmek gibidir onunla uğraşmak, meseleye nereden başlayacağınızı seçmek, işlemeye devam ederken onu ehlileştirmek, tıpkı Ceylan’ın filmindeki Yılkı Atını ehlileştirmek için onu yordukları ve sonra karanlık bir ahıra kapattıkları gibi. Başlamaktan, devam etmekten, okumaktan ve editlemekten korkup, yorup yorup karanlıkta dinlenmeye bıraktığım bu yazıyı nihayet dikkatinize sunuyorum.
Sonunu getirebilirsem ucu tanrıya varacak, varlığını veya yokluğunu bulmaya götürecek bir cevaptı peşine düştüğüm soru. Kader mi geleceğimi yaratıyor, ben mi kaderimi? İradem var mı, varsa sınırları ne kadar? Bu soru şu yüzden önemliydi, maruz kaldığım neredeyse hiçbir zorbalığı aşamıyordum, ancak benden çabalayıp cenneti kazanmam, öte yandan tanrıyı iyi bir kul olduğuma ikna etmem bekleniyordu. Sahi neden dâhil olmuştum ki bu yarışa? Bana sormuş muydu oyuna başlarken, var mısın? Öğrendiklerime göre ancak cüz-i bir iradem varmış ama dünyanın başka yerlerinde başka hayatlarda sınırsız bir özgürlük vardı. Onların kaderine mutluluk, benimkine kölelik mi yazılmıştı?
Çocukluğumdan itibaren peşine düştüğüm bu sorunun cevabını bulabilmek için önce yalanlarla sarmalandığım kundaktan sıyrılıp bir kelebeğe dönüşmem gerekiyordu. Yalanlar, yalanlar, öyle çoklar ki, saf, basit hakikati bulmam 20-25 yılımı aldı. Sadeleştim, donandım, sadeleştim, çırılçıplak kaldım ve sonra dilediğimce kuşandım bu can yakıcı dünyadan korunabilmek için.
Bulduğum cevap, birkaç yıl üzerine düşünmeyi erteleyecek kadar taşıyamayacağım ağır bir yüktü, ortada tanrı falan yoktu, bir başıma kendimle ve kararlarımla baş başaydım, ta başından beri. Yeniden doğmuştum o bilgiden sonra, yeniden her şeyin adını ve anlamını öğreneceğim bir bebektim ancak beni yetiştirecek bilge biri yoktu etrafımda kitaplardan ve evrenin dokunuşlarından başka. Ardından tavında dövdü de hayat beni, özümsedim zamanla. Barışığım artık cevabımla ve alışığım onunla yaşamaya, irademle, sınırlarım ve dahi o sınırlarla yapabileceğim sonsuz varsayımlarla. Ne korkunç bir kudrettir o ki, kutsal kitapta, “biz onu dağlara yükledik de kabul etmedi, ancak insan kabul etti” der. Aslında bu insanların yükünü hafifletmeye kast etmiş bir akıl akıl etmiştir görünmeyen tanrı düzeneğini. Etrafındakiler ise minnetle çevrelemiştir onu, kurtarsın onları bu baş belası yükten.
İsyandan nisyana sığınan insanı bu dünyanın başrolüymüş gibi kurgular dinler. Başrolü değiliz elbette, bir parçasıyız sadece. Dünyadaki rolümüzü başrol yerine paydaş olarak kabul etmek bile bambaşka bir dünya yaratmaya yetecek aslında.
Unutmak, dünyaya uyum sağlamaya çalışırken insanın bile isteye seçtiği muhteşem bir yetenek. Kazanmak için kim bilir kaç yüzyıl uğraştık. Unutmak, alışmak, soğukkanlılık, sükûn, bizim geliştirdiğimiz kanatlarımız, terk ettiğimiz kuyruğumuz falan. İşte o hiçbir şeyi düşünmemeye çalıştığım dönemde rastladım o filme, Kış Uykusu. Hayat, oyundan yüz çevirdiğimizde ilgimizi çekmek için omzumuza kâğıttan bir ok üfler ya, öyle bir etkisi oldu bende.
İlk izlediğimde henüz Cannes’da ödül almamıştı Kış Uykusu, sinemada tek başıma izlemiştim, ödül aldıktan sonra bir daha vizyona girdiğinde bir daha izledim. En sevdiğim ve saygı duyduğum yerli yönetmen Nuri Bilge Ceylan’ın en sevdiğim filmi. Bu filmin çok özel olmasının sebebi, filmdeki birçok karakter, diğerlerinin uykuda olduğunu düşünerek kendi dünyasından onları yargılıyor ancak filmin sonunda herkes derin uykusundan uyandığında, aldanarak, kendilerinin farkında olmadan seçmiş gibi yaptıkları tercihlerinin aslında bahanelerle örülü gerçek tercihleri olduğunu anlıyoruz. Hayatı olduğu gibi tüm iğrençliği, sertliği ve merhametiyle koyuyor önümüze Nuri Bilge ve eşi Ebru Hanım. İnsan, kırılmasın diye samanlara, pamuklara, gazete kâğıtlarına sarar gerçeklerini. Herkes kendi meşrebince muhafaza ediyor gerçeğini, belki de gerçeğinin ihtiyaç duyduğu koruma kalkanına uygun olarak.
Kendini uyanık zanneden insanın en derin uykuda olduğu bir macerada ilerliyoruz film boyunca, öyle zor ki uyanmak bu kadar mazeretin arasında. Gerçek hayatta da aşama aşama ve gerçekten dirençli bir çabayla uyanabiliyor insan uykularından. Herkesin elinde bir kahve fincanı bu yüzden mi var bu zamanda?
İlginçtir, bana en çok tasavvuf yol gösterdi uyanma çabamda. Tasavvuf, İslam dininin mistisizmi gibi geliyor ama tıpkı bir Kızılderili öğretisi gibi, Uzak Doğu felsefeleri yani insanı kendisini keşfetme ve tanıma yolculuğuna çıkaracak tüm yöntemler gibi, insanı dış kabuklarından soyup, seni sana olduğun gibi kabul etmeni sağlamaya yeltenen metotlardan yalnızca biri. Ancak bunu İslam metinleriyle öyle dolaylı ve karmaşık bir yoldan yapıyor ki, sağlamasını yapacağınız başka mihenkleriniz yoksa kaybolmamanız işten bile değil. Şu haliyle uyanayım derken, huzurlu, derin bir uykuya dalmanız mümkün. Ben kendimi tanımak istiyordum ama kâbuslarla dolu huzursuz bir uykudan uyanıp, huzurlu derin bir uykuya dalmaya niyetim yoktu. Bu yüzden özellikle Mevlana ile yürüdüğüm o yolda ilerlerken, bilimsel okumalara, edebiyata, sinemaya yaslanıyordum bir yandan. Dostoyevski netliği, Voltaire alaycılığı, David Foster Wallace tahammülsüzlüğü, Chuck Palahniuk öfkesi, John Steinbeck yalınlığı, Sait Faik kalender meşrepliği, Laszlo Krasznahorkhai enginliği, Leyla Erbil öngörülemezliği, Dücane Cündioğlu ilmi ve kibriyle besleniyordum. Ve sinemanın bazen acımasız, bazen umarsız, bazen uçuş uçuş, bazen tam kalbime, bazen nefesimi kesecek kadar sert mideme isabet eden yumruk darbeleriyle dengeliyordum kendimi.
Mistik yöntemler sizi size tanıtmayı amaçlarken, perdeli bir evrene adım atıyorsunuz. Ancak bu dünyanın gerçekleri o perdeli evrenin filtrelerini delip geçmeye kalktığında şaşırıp kalıyorsunuz. Yüzleşmeyi sağlamaları açısından bu yöntemler acemiler için yumuşak bir düşüş sağlıyor ama asla yeterli değil. Yüzleşmenin en sahicisi sizi olduğunuz gibi gösteren aynalarla sağlanıyor. İşte sinema ve edebiyat ne kadar çok örnekle hayatımızdaysa, aynalar o kadar çoğalıyor ve dünyamızın içerisindeki kendimizi görebiliyoruz her yönden. Bu yüzleşme seramonisi yegâne yöntem insanın kendi olabilmesi için. Kendini aramaya başlayan genç dostlarıma mistik öğretilerle kendilerinden fersah fersah uzaklaşmakla vakit kaybetmektense özellikle Dostoyevski romanları ile kendileriyle çok daha çabuk tanışıp yüzleşme deneyimlerini ilerletebileceklerini salık veririm.
Uyanmaya niyeti yoksa kendini kandırmakta öyle mahirdir ki insan, kendi ölüsünün başında ağlayabilir, kendi terk edişlerinin yasını tutarken iki-hatta çok yüzlü bir mahlûk olabilir. Ve hiç utanmadan yıllar sonra “iyi ki olmamış be, olsaymış şöyle olurmuşum” diye vakti zamanında neden o sevgiliyle kavuşmadığını itiraf eder hiçbir şey olmamış gibi. Bile isteye yaptığı tercihlerin hikmetini yormayı yeğler tercihlerinin sonuçlarını doğrudan kabul etmektense.
Çocukluğumda Manisa’da deli bir kadın vardı. Rüküş kıyafetleri, abartılı makyajıyla çöpten insanların kurtulmak istedikleri anılarını topluyor, onlardan kendine bir dünya yaratıyordu. Ekmeği ikiye böler, yarısına ayna gibi bakar, öbür yarısıyla saçlarını tarardı. “Benim canım Atatürk’üm, kocamm” diye kendisine verilen paraları öperdi. Na bunun kadar gerçek olabilirdim işte yüzleşmelerimde edebiyatsız, sinemasız, bilimsiz, bir başıma kalsam.
Her neyse, “Kendinden nereye?” ve “Beni bana bırak” başlıklarıyla yazdığım, tanrı gölgesine sığınmayan ve kendinden kaçmayan insanın hallerine dair yazmalarımın son cüzü bu yazı. Bu yazıyı işte o çok sevdiğim Kış Uykusu’na ve hissettirdiklerine ayıracağım. Finali ise neden uykuya dalmak isteriz sorusunun cevabını veren, insanın sınırlarının sonuçlarına vardığında uğradığı sükûtu hayal ile varlığına katlanamayışını çok iyi yansıtan Betty Blue ile yapacağım.
*** DİKKAT! SPOİLER İÇERİR! ***
Filmin cereyan ettiği butik otelin sahibi Aydın Bey, yıllarını tiyatroya vermiş ve emeklilik yıllarını baba yadigârı evini butik otele dönüştürdüğü Ürgüp’te geçiren bir taşra “aydını”. Aydın Bey’in maceraperest konuğu ile başlıyor film. Sözde bu yolcu, aslında kendisi de bilmiyordur ne aradığını. Kendine yakıştırdığı, havalı görünen, basmakalıp bir maceraya atılmıştır konforunu da yanına alarak. Bu basmakalıp maceracı, yöre halkına akıl dağıtmakta beis görmeyen Aydın’a işletmesi için onun vasatına işaret eden standart bir fikir verip ayrılır otelden.
Aydın karakteri, taşranın ileri gelenlerinden olduğu için engin hayat tecrübesiyle yöre halkını “adam etmek” için yerel gazetede köşe yazmaya başlamıştır. Genç bir kızın kendisinden yardım istemesi üzerine Aydın’ın eşiyle ilişkisini ve hayattaki cüretinin sınırlarını sezmeye başlıyoruz. Burada yaratılmaya başlanan iktidar gerilimi filmin sonuna kadar eşlik ediyor seyirciye. Dostoyevski romanlarında sıkça rastladığımız, kahramanları kendisiyle yüzleşmeye zorlayan suçlamalar zinciri başlıyor. Aydın, mektubu, eşi ve kız kardeşi Necla’nın gözünde bir yerlerde kaybettiği otoriteyi yeniden kazanmaya harcayacağı cılız bir çıra olarak ateşe atıyor. Ancak bu cılız çıra bir hızla yanıp sönerken, zafiyetini daha görünür kılmış oluyor. Ortada etkilenilecek bir büyü kalmadığı ortaya çıkınca tüm karakterler sert yüzleşmelerde karşısındakini uyandırmaya çalışırken, kendilerini koruma altına almaya çalışıyor.
Aydın ve kız kardeşi Necla’nın uzun tiradı, eşi Nihal’in kibirli suskunluğu, Aydın’la giriştiği tartışmalardaki zoraki cevapları Aydın’ı gözümüzde itici, kocamış bir kurda çeviriyor ve seyirci olarak bu kadınlara acımaya başlayıp, kendilerini var etme cesareti gösterirken, Aydın’ı da aydınlatacaklarını ve ağzının payını vereceklerini beklemeye başlıyoruz. Evde herkes diğerlerinin derin bir uykuda olduğunu düşünüyor ama aslında her biri kendi uykusunda, kendi tatlı rüyasını görüyormuş, bunu anlıyoruz.
Derken, kendisinden yardım isteyen bir köy kızının yardımına koşmak için çırpınan Aydın’ın aynı zamanda köhne, baraka gibi bir mülkünden tahsil edemediği kira sebebiyle kiracılarıyla girdiği münakaşa cereyan etmeye başlıyor. İçinden çıktığı taşrayı adam etmeye çalışan taşra aydınının yaratacağı maksimum medeniyeti de görmüş oluyoruz bu baraka gibi ev sayesinde. Ve evin kâhyası Hidâyet’i tanımaya başlıyoruz. Hidâyet, olanı olduğu gibi kabul eden, kimseyi kendi uygun gördüğü çerçeveye sığmaya davet etmeyen, çevresindekilerin yalan dünyalarının arasında işine gücüne bakan, yeri geldiğinde çıkarlarını korumak adına kraldan çok kralcı, gerçekçi bir çalışan. Aslında evi de, iki cadının arasında şaşırıp kalmış Aydın Bey’i de çekip çeviren gizli otorite.
İçinden geldiği ve yükseldiği barbar baraka halkından alacağını tahsil etmek için Aydın Bey ile kiracının yanına giden Hidâyet, hamisinin gözüne girmek için bir kavganın fitilini ateşler ve “bunlar böyledir, acımayacaksın bunlara” der. “Bunlar”ın en küçüğü İlyas’ın, “onlar” için çok kıymetli olan araçlarına attığı taş (ilk taşı günahsız olanınız atsın), sırayla herkesi “Kış Uykusu”ndan uyandıracaktır.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Hidâyet, öyle hâkimdir ki işine, ara ara Aydın’ı dürterek uykusunun derinliğini sınar ve kaldığı yerden, bildiği gibi devam eder işine gücüne. İşte bu atılan taş sonrası da test eder Aydın’ı. Arabanın kırılan camını orijinal mi taktırsın, yan sanayi mi? Küçücük bir konuda dahi karar vermek, irade göstermek durumunda kalan Aydın, uykusunun verdiği mahmurlukla başta anlamazdan gelir soruyu. Ama hinoğlu hin Hidâyet, soruyu yineler, “orijinal mi taktırsın, yan sanayi mi?” Aydın, “nasıl olması gerekiyorsa öyle yap işte” diye savuşturur cevabı ve Hidâyet, yeterince derin uykuda olduğundan emin olduğu patronunu teskin eder, “orijinali bulunmuyor zaten”.
İlyas, İsmail ve Hamdi hoca giriyor burada sahneye. İlyas ve İsmail isimleri rastgele mi seçildi bilemem, zannetmiyorum da, İlyas ve İsmail peygamberleri çağrıştırdı bana bu karakterler. Kavmini putlara tapınmaktan alıkoymak için onlarla ömrü boyunca mücadele edip başaramayan peygamberin adıydı İlyas. İsmail ise, babasının Rabbine verdiği sözü tutup, rızasını kazanabilmesi için kendisini kurban etmesine razı olan peygamberin adıydı. Babasının Rabbi için kendisini kurban etmeyi göze aldığı peygamberin adaşı İsmail, atılan taşın sonucunda oğlunu cezalandırması ve terbiye etmesi istendiğinde, tıpkı baba peygamberin yaptığı gibi onların gözlerinin önünde tokat atar oğluna elleri ve gözyaşları titreyerek. Hâlbuki böyle olmaması gerektiğini düşünüyordur, ne kadar zor durumda olursa olsun, insanın haysiyetini koruması gerektiğini düşünüyordur hikâyenin aslına itiraz ederek. Sonuçta tanrı, kendisi için kurban edilme iradesini gösteren birine tanrılık edemez değil mi? Bu yüzden bedeli her neyse indirir ve yüceliğini gösterir. İsmail, kimsenin önünde ezilmesini dilemediği oğluna attığı tokatla anlatır şimdiden, bu hayatta kimler güçlüymüş. Kendisi de ömrü boyunca aksi yönde mücadele etmiş ancak bu yaşında kabullenebilmişti bu güçsüzlükle yenilmek zorunda olduğunu. Bu mudur görmek istedikleri minik tanrıların? Gördüler işte çocuğun cezalandırılmasını. Ve bekler, tanrı gökten bir koç- Nihal’in elindeki zarfı- gönderene dek, insanın haysiyetini korumak arzusunu göstermeyi tanrısına ve oğluna.
“Ya hu biz sana öyle mi dedik” diye itiraz eder uyku ehli, gözden ırak cezalandırsaydın, hay Allah. Kendilerini onların tanrıları olarak gören ve kurban bekleyen Aydın Bey ve Hidayet’e beklediği feragati sunmuştur İsmail ama insan bunu uygun yoldan saygıyla yapmalı, öyle büyüklenerek, diklenerek, onurluymuş gibi kibirle kurban verilmez ki. Ailenin hamt eden evladı imam Hamdi, baraka insanlarının hayatlarını tahammül edilir kılmak için üstlendiği görevi icabı ezen ile ezileni sulha zorlamaya başlar hadsizce. Hiç ummadıkları şekilde uzun yollardan ayaklarına kadar gelen ancak el öpmeyi gururuna yediremeyince düşüp bayılan küçük kurban İlyas sayesinde Nihal, ilk defa Aydın’ı cezalandıracak fırsatı keşfetmiş olur.
***
Kocasının hamisi olma rolüne artık katlanamayan Nihal, köy okulunu onarma misyonunu üstlenerek işe yaradığını göstermeyi amaçladığı bir meşgale bulmuştur. Aydın’ın üzerinde kurmaya çalıştığı tüm baskıyı onu görmezden gelerek, uyandırma çabasını “ben uyanığım, sen kendi uykuna bak” diyerek iade etmeye çalışır her seferinde.
Karısının ona muhtaç olduğunu yüzüne vurarak kendisini saydırmak isteyen Aydın’ın, ondan kaçmak için ardına saklandığı meşguliyetini elinden alarak yüzleşmeye zorladığı Nihal, en sonunda direnirmiş gibi yapma halini isyana dönüştürür ve sessizlikle muhatap almama kibrini, gözyaşlarıyla terk etmek zorunda kalır. En nihayetinde onu dikkate almadan yürüdüğünü iddia ettiği özgürlüğünün sınırları, Aydın’ın ayak bileğine bağladığı zincirin boyu kadarmış işte. Bahanelerinden kaçacak yeri kalmayan Nihal, Aydın’ın zinciri çıkarma teklifiyle kendi gerçekliğine yaklaşmaya başlar. Kendi yüzleşmesiyle kocasının karşısında çırılçıplak kalan Nihal, bu utançla mücadele etmek için karşı hamle olarak Aydın’ı uyandırmak yerine, uyutmayı seçer. Böylesi onun için de mücadele etmek zorunda kalmadığı, daha katlanabilir bir hayattır.
Aydın’ın kendisinden yardım isteyen genç kız üzerinden yeniden test ettiği erkekliği ve gücüyle alay etmek ve onu uyutarak cezalandırmak isteyen Nihal, Aydın’dan gizli bir şekilde baraka insanlarıyla iletişime geçer. Aydın da, Nihal de, kendi “iyiliklerini ve yüce gönüllülüklerini” üzerlerine boca etmek istedikleri aşağıların aşağısındaki insanlarla ağızlarına yeni uyku haplarını atmak istiyorlar ancak barakanın en küçüğü İlyas ve en büyüğü İsmail bu çokbilmişlere günlerini gösterecek.
İlyas’ın attığı taşla yıkılmaya başlayan domino taşları, İsmail’in ayaklarının dibine kadar götürüyor Nihal’i. Acımasız tanrıların mabedinden gelen ve vaktiyle dünyadan habersiz onu kurban etmekte olan, bu şefkatli tanrıya kulluğunun haysiyetini hatırlatıyor İsmail. Babasının Rabbine yaranmak için korkusuzca içine girdiği ateşe atıyor tanrı şefkatiyle indirilen diyeti. En uyanık olduğunu zanneden nazenin Nihal, çığlıklar ve hıçkırıklarla uyanır derin uykusundan ve yere düşürür kibirli burnunu. “Tanrıysa tanrılığını bilsin” soğukkanlılığıyla izler onu İsmail.
Nuri Bilge ve Ebru Ceylan çiftinin senaryosu ve ortaya çıkardıkları iş, bende bu ilhamları ortaya çıkardı. Ebru Hanım ve Nuri Bilge’nin senaryo yaratma aşamalarını çok merak ediyorum. O süreci bir film olarak izlemek büyük keyif olurdu. Filmde İsmail’i oynayan Nejat İşler “Türkiye’deki en iyi yönetmenin açık ara Zeki Demirkubuz olduğunu söylemiş ve Ceylan & Demirkubuz iddiasında Demirkubuz’dan taraf olmuş. Ben reyimi Ceylan’dan yana kullanıyorum. (Kendisini bu konuda şafak vakti düelloya bile davet edebilirim)
***
Hislerle ve fikirlerle el yordamıyla bulduğum hakikatim, Pananteist bakış açısıymış, evreni anlama çabam sonucunda değilleyemediğim nihayet bu, şimdilik. Anladığım kadarıyla, tüm kâinat tek bir özdendir. Bizi idare eden bizden öte bir varlık yok. Öyleyse bizi sınırlayan ve bir kaderin içerisindeymişiz gibi çerçeveleyen, bazen de tüm gücümüzle savaştığımızda istediğimizi elde etmemizi sağlayan şey ne?
Sınırlarımızın duvarlarını ören, tanrı değil, diğer varlıkların iradeleri ve güçlerinin nispeti. Bu yüzden bu evrende zenginler ve güçlüler diğerlerinden daha avantajlı başlıyor hayata. O zinciri kırmak bazen mümkün, çokça mümkün değil. İşte cüz-i irademiz buradan geliyor, diğerlerinin duvarlarından. Bu yüzden kendine biçilen çeperi aşmak isteyen insan diğerleriyle, evrenin geri kalanıyla iyi geçinmeli. Oyunu evrenin kurallarına göre oynamalı. Ancak bunu başaramıyor birçoğumuz, çünkü zayıf ve aciz varlıklarız ve kısacık ömrümüzde bunca çok çaba gereksiz geliyor çoğumuza. İşte bu yüzden, kendisi gibi aciz olması gereken diğer insanın gücü ve zorbalığı karşısında eğilmektense, görünmeyen tanrıyı icat etti insanoğlu ve ona havale etti hakkını korumayı. Küçücük sınırlarıyla, tıpkı bizim gibi zavallı olması gereken diğer insanın ve doğanın önünde yenilip eğilmektense, görünmez, her şeye kadir, kudretli bir tanrı yarattı ve eğilecekse ona eğilmeyi yeğledi. Her şeyi ondan bilip, ondan yardım diledi. Bu yüzden dine, kurallara, envai çeşit tarikatlara, gruplara, akımlara, ideolojilere ihtiyaç duyar, birlikten kuvvet doğar. İşte bu yüzden ne kadar bağırsak da uyandıramayız derin uykularından uyku ehlini, zira uyuyabilmek için çaba sarf ediyordur zaten. Hâlbuki sınırlarını ve haddini bildiğin bir yaşamla mücadele etmek daha kolay. Haysiyetinle, kendi uydurduğun tanrıya muhtaç olmadan. Ancak bu sınırlara katlanamıyor çoğumuz.
İşte Betty Blue da hayat dolu, gencecik ve çok güzel bir kadındır. Umarsızca ve sınırsızca yaşamaya çalışır hayatını ancak o ne kadar sınırsızca gitmek isterse istesin, çarpar doğanın ve diğer insanların sınırlarına. Boyun eğmeye hiç niyeti yoktur Betty’nin. Onu seven ve çok sevdiği erkeği ile yan yana olduğu müddetçe diğerlerinin duvarlarına omuzlarını vurup çürütmeye razı olur minik, basit hayatını yaşarken. Gözü yoktur kimsenin malında ve hayatında. Ve küçücük bir şey ister minik hayatına. Minik bir bebek diler hayattan. Ancak her ne kadar razıysa da basit hayatından, o minicik bebek çok görülür Betty’ye ve kaldıramaz bu haksızlığı Betty. Sınırlarında dolaştığı aklın çeperinden kayıp düşüverir. Sınırlarına katlanamadığı bu dünyanın sırrını görmek için işe yaramayan gözlerinden birini söker. Gördüğü haliyle yarımdır çünkü yaşayacağı hayat. Diğer yarısı evrenin kalan sınırlarının çeperindeki hayat dar gelir Betty’ye ve gerçekliği sığdıramadığı aklından feragat eder. Kalan tek gözünü tavana dikerek geçirir son günlerini, uyuşturucu ilaçların etkisiyle. Neden, neden olmadı bu hayat dilediği gibi? Böyle sınırlı bir dünyada ancak ağır uyuşturucularla bir taş gibi ruhsuz yaşamaya zorlanacağını anladığı sevgilisine bir iyilik yapar erkeği ve koparır sınırlı dünyadan Betty’yi. Kaldığı yerden devam eder, hiçbir şey olmamış gibi sınırlarını kabullendiği kendi hayatına.
Diyeceğim o ki, insan, var olduğu evrenin cüzlerinden bir cüz yalnızca. Ve bu dünyanın sınırları ona tanrı tarafından verilmedi. Ancak, yavaş yavaş öğrenerek gelişen bu dünyada varlığın geri kalanıyla kurduğu bağlantı sayesinde sahip olduğu yaratma gücünün sınırları ona içten içe tümün gücünü hissettirdiği için bu sınırlar ve mucizesizlik dar geliyor. Tümün sahip olduğu kudrete tek başına sahip olmak istiyor her birimiz ve başaramıyor haliyle. Bu acziyle yüzleşmektense, evrenin geri kalanıyla mücadelesinde yenilmektense, kendine yalanlardan bir yalan beğeniyor ve yalan bir hayat yaşamaya başlıyor. İşte varlığın tümüyle bağlantı halinde olduğumuz o ruhun hatırlatmasıyla her öğretide en büyük günah kibirdir. Bu yüzden hiçbir varlığın hakkına girmemeliyiz. İlahi adalet dediğimiz şeyi tanrı yaratmaz, evrenin geri kalanı keser haddi aşanın cezasını. Bizim anlayacağımız dilden değil, onun anlayacağı dilden.
İşte bu yüzden yalanlardan bir yalan beğenmeyen yahut yalanlarından soyunan herkes ama herkes, dünyanın yalın yürüyüşünü ve işlerin hikmetini görür. Onunla bütünleştiğinde ise başlar leziz bir sohbet. Kendinden kendine yaptığı yolculuğun sonunda eriştiği özün gücüyle hareket etmeye ve hareket ettirmeye başlayan insanın elde ettiği hazineyi görmektense, görenlerin peşine pervane olanlar, o biricik hayatlarını neşe içinde yaşamaktansa bir kuru yaprak gibi savrulup giderler. Yaşama cesaretini göstermek isteyenlere de dünyayı dar etmeye çalışırlar, ta ki onları aşıp başarıncaya dek. Sonra onun da peşinden kuyruk olurlar.
Geçen gün, evrenin yalnızca küçük bir parçası olduğumu en çok hissettiğim denizde kaygısızca süzülürken, minik bilge kızım bir aforizma patlatıverdi.
Biliyor musun annecik, denizde ağlamak mümkün değil..