Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can yazdı: Alanda siyaset, yeni tahayyül ve liyakatte keramet

Medyascope’ta Hafta Sonu yazılarına başladığımda, yine siyasetten bahsederim ama daha sakin, “hafta sonu” havasına uygun şeyler karalarım diye düşünmüştüm. Zaten “5 Soru 10 Cevap”, “Haftaya Bakış”, “Adını Koyalım” gibi görüntülü içeriklerde, yeterince sıcak gelişmelere yer veriyorduk. Ancak beklediğim gibi olmadı. Giderek yoğunlaşan seçim gündemi, zorunlu olarak Hafta Sonu Yazıları’nı da reel politikanın iyice içine sürükledi. Şimdi diğer içeriklerin bir kısmını yapmadığımız için, “Hafta Sonu Yazıları” yine sıcak gündem üzerinden ilerliyor. Bu hafta pek tercih etmediğim bir şey yapıp, -birbiriyle aslında bağlantılı olan- bir kaç başlığa, aynı yazıda değinmek istiyorum. Bunların bir kısmına Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış’ta değindik. Ancak konuların ağırlığı dolayısıyla, derli toplu yazıya dökmek de iyi olacak diye düşündüm. Neticede, söz uçar yazı kalır. 

İlk başlık, Akbelen. Neredeyse bir haftadır ağaç katliamına karşı bir direniş devam ediyor. Bugün (cumartesi) gelen haberlere bakılırsa, tıpkı Gezi’de olduğu gibi direniş çadırlarının (kampının) olduğu bölge ablukaya alınmış, gözaltılar artmış ve direnişçileri uzaklaştırmak için jandarmanın şiddet dozunu artıracağının işaretleri belirmiş. Milletvekillerini dövüp gözaltına almaya çalışan, oradakilere gelen suyun ulaşmasını bile engelleyen, insanların gözüne gaz sıkma iştahı hiç düşmeyen “kahramanlar”, ağaç kesen şirket müdafaasını bir üst seviyeye taşıyacak. Belki siz bu yazıyı okurken direnişi daha da sıkıştırmış olacaklar. Daha önce benzerlerinin yaşandığı, Bergama, Soma, İkizdere gibi yerlerde olduğu gibi talancı şirketlerin dağıttığı paralar veya işe alma vaatleriyle yerel direnci bölme çabaları da devam ediyordur. “İlk üç gün iyiydi ama…” diyecekler de çoktan hazırdır. 

Olay, yıllardır içinde yaşadığımız yağma, talan ve imha sürecini, despotik yaklaşımı özetleyen tipik bir örnek. Tercihler, gayet net. Bu zulüm, enerji ihtiyacı veya memleket ekonomisi için lüzumu son derece tartışmalı, doğaya şimdi ve sonra vereceği zarar ise gayet açık olan bir maden sahası için yapılıyor. Ağaçlara, hayvanlara, insanlara, geçmişe ve geleceğe zulüm. Aktörler tanıdık, iki yüzlülük bildik. Bunu yapan şirket, senelerdir tartışılan “beşli çetenin” sabit mensubu, benzer tahribatlara defalarca imzasını atmış bir şirket. Şirket sahibinin kızı, Doğal Hayatı Koruma Vakfı Türkiye Şubesi’nin (WWF Türkiye) Mütevelli Heyeti üyesi (çıkartılmış galiba). Projenin durdurulması için açılan davalar devam ederken fiili durum yaratılarak ağaç kesimi devam ediyor. Jandarma, ağaçları kesen şirketi, köylülere ve çevre aktivistlerine karşı kahramanca savunuyor. İktidar sözcüleri ve medyası, “dışardan gelen örgütlerin” kışkırtıcılığını anlatıyor. 

İktidar cephesinde her şey bildik ve tanıdık da, muhalefet tarafında da -özellikle cuma günü- yaşananlar, senelerdir bilinen çarpıklıkların her yere taşındığını gördük. Kılıçdaroğlu’nun Akbelen’e gitmesi, oradaki insanları dinlemesi belki memnun etmiştir ama bu kadarının yeteceğini düşünerek oradan ayrılmaya kalkması ciddi tepkilere yol açtı. Aracının önünü kesen direnişçiler, Kılıçdaroğlu’nu kesim alanına gitmek zorunda bıraktı. Bu gerilim sırasında CHP’li milletvekillerinin, durumu protesto edenlerle girdiği tartışmalar, eleştiri hazımsızlığının tipik örneklerindendi. İtiraz edene provokatör etiketi yapıştırma kolaycılığı, “parmak sallama” yasağı hemen devreye girdi. Aslında bu sakil sahneler yaşanmamış olsa bile, senelerdir kendisiyle birlikte herkesi alandan caydırmaya, uzak tutmaya çalışan muhalefet siyaseti, seçim beklentisiyle idare etme imkanını kaybedince alana dönmekte zorlanıyor. Gözden ırak olan gönülden de uzaklaşıyor ve geri dönmesi zor oluyor veya dönünce bulduğu pek umduğu olmuyor. 

Gelelim ikinci mevzuya: İmamoğlu’nun “manifesto” diye nitelenen Oksijen makalesine. Baştan söyleyelim -zaten kendisi de böyle bir iddiada bulunmuyor- bu bir manifesto değil. Kelime anlamını dar kabul edersek, her bildiriye bu isim verilebilir ama yaygın kullanımdaki geniş anlamı, yani iddia veya perspektif çerçevesini doldurmuyor. Çünkü problem noktaları ve yapılması gerekenler hakkında düşünce alıştırmaları, bazı imalar ve niyet ifadelerine yer vermekle birlikte, kendini bağlayan ve açıklayan bir tutum belgesine pek benzemiyor. İmamoğlu da, yazıyı tamamlanmış bir fikir bütünü olarak görmediği için, metnin sonuna “açıklamalarımız devam edecek” eklemesini gerekli görmüş. Metinde, yapılması gerekenler ve eksiklere değinilmekle birlikte, bir yol haritası ya da aksiyon planın dair emareler de yer almıyor. Kulislere havale galiba.

Ruşen Çakır’ın söylediğine göre İmamoğlu’nun bizzat kaleme aldığı makalenin, bir manifesto gibi durmasa da, şimdiye kadarki konuşmalarında -kendini pek yazılı ifade etmiyor- olduğu gibi, “ne diyor yani?” sorusunu sorduracak kadar genel-geçer içerikte olmadığı söylenebilir. Bazı tercihler, bir cümle hatta bir kelime olarak geçtiği için, bağlam ve ağırlığını kestirmek zor. Mesela “kamuculuk” veya “emeği önceleyen” tutum, hangi sınırları ve tercihleri içeriyor. Ayrıca İmamoğlu’nun gerekli gördüğü “yeni tahayyül”, net fikirlerden ziyade öncenin yetersizliklerine daha fazla yer ayrılarak çizilmeye çalışılmış. Demokrasi  ile sistem ilişkisi hakkında da fazla bir şey söylemeden, güçlü liderlik ihtiyacına fazla hızlı geçilmiş gibi duruyor. Ancak hakkını verelim, bütün bunlara rağmen, “galiba söyleyecek bir şeyi var” ya da söyleyecek bir şeyler hazırlıyor duygusunu veriyor mu; veriyor. Şimdilik niyet seviyesinde. 

İmamoğlu, liderlik ile cesaret arasındaki ilişkinin ve kendisinin bu ilişki açısından yaşadığı tutukluğun farkında olduğunu, metnin çeşitli noktalarında hissettiriyor. “Ne söylemek lazım” arayışından “Bir şeyler söylemek lazım” aşamasına geçmenin gerektiği konusunda da “farkındalık” seziliyor. Hatta bu söylenecek şeylerin dikenli -E.İ. “açık yara” olarak tarif ediyor- alanlardan (Alevi ve Kürt meselesi) geçmesi gerektiğini söylüyor. Dolayısıyla henüz adımı atmadığı bir giriş kapısının önünde dururken, kapının kendiliğinden açılmasını beklemenin sürdürülebilir bir pozisyon olmadığını anlamış gibi. İmamoğlu hikayesini iyi bir başlangıç noktası haline getiren yerel siyaset,  yazıda özel bir ağırlık taşıyor.  “Yerelden başlayan” ve “yereli merkeze alan” bir yaklaşımla yeni siyaset mimarisi kurulabileceğini söylüyor ama arsayı göstermekle birlikte mimari hakkında hala biraz ketum. Ayrıca bir kaç kez tekrarlanan “partiler üstü” vurgusunun ne anlattığını zamanla göreceğiz herhalde.

Haftanın son başlığı olarak, Mehmet Şimşek’in bakan olarak kabineye katılması ve Merkez Bankası yönetimindeki değişiklikle başlayan “liyakat” meselesine değinelim. İzleyen ve okuyanlar hatırlayacaktır, ekonomik krizin bir liyakat sorunu olarak ele alınmasına en başından itirazım var. Sadece sorunu basitleştiren, eksik bir değerlendirme olmaktan ziyade, çok yanlış bir politik muhalefet hattı. Ekonominin veya herhangi bir işin ehil ellerce yürütülmemesi, onu en doğru biçimde yapacak kadroları yaratma ve yönetme sorumluluğu elbette önemli. Partizanlık, sadakat arayışı ve klientalizm sorunlara neden olduğu da bir gerçek. Ancak yapılan işe ilişkin siyasi tercihler ve yaklaşım, liyakat meselesinin sonucu değil. Bugüne kadar yaşadıklarımız ve yaşanan ağır tahribat, liyakat eksiğinden doğmadığı gibi, bu eksiğin kabarık cv’li isimlerce doldurulması da dertleri çözmeyecek. Muhalefeti, liyakat alanına sıkıştıranlar, ya yapılanları ihtiyatla alkışlamaya mecbur kalıyor ya da “yetmez” gibi zayıf bir itiraza sıkışıyor. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.