Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Aydın Selcen yazdı: İmamoğlu ne diyor?

“Boş çuval dik durmaz” diye bir söz vardır hani. Sanırım İmamoğlu Oksijen gazetesindeki yazısıyla öncelikle şimdi burada ve ayakta olduğunu bizlere anımsatmak istiyor. Bir yandan seçim yenilgisinin düş kırıklığını, bezginliğini önce kendi omuzlarından silkerken, bizlere de silkinme çağrısında bulunuyor. Bizlerin (Sahi biz kimiz? 48%, yani toplumun mutsuz ve umutsuz yarısıyız.) önüne zifiri karanlıkta bir fener tutmuş yahut en azından karanlıkta bir kibrit çakmış oluyor.

Ancak bu yazıyı  “omnibüs” bir manifesto olarak da bence görmemek gerekiyor. Mecra tercihi de, içerik de eleştirilebilir. Eksik de bulunabilir. Müteahhit kökenli İmamoğlu için, Kemal Can’ın veciz deyişiyle “Arsayı göstermekle birlikte mimari hakkında da hala biraz ketum.” da denebilir. Öyleyse o (henüz mutasavver) “mimari” üzerinden biraz ilerleyelim. Ve anlatılanın Şark usulü “gündüz düşü” değil Batı kafasıyla “tasarı” olduğunu varsayalım. 

İmamoğlu’nun yazısında bize söylediği, üzerine birlikte düşünmek üzere önümüze koyduğu iki temel kavram var bence: Liderlik ve yerellik. İlki adını koymadan başkanlık rejiminin artık kalıcı olduğunu kabul ve ilan ediyor. İkincisi, bu durumun nasıl dengelenip, denetlenip, çağdaşlaştırılıp, etkinleştirilerek geliştirilebileceğini anlatıyor. Bu kavramların her ikisinin de ancak tam ifade özgürlüğü ve tam yargı bağımsızlığı/hukuk devleti zeminlerinde yeşereceğini eklemekse –eski deyişle- izahtan vareste. 

Filmin sonu iyi biterse, Fransa’dakine benzer biçimde meclise karşı sorumlu başbakanlı bir hükümet ile başta dış politika ve ulusal güvenlik dosyaları olmak üzere her şeyden sorumlu olup, yetkilerini kendi arzu ettiği ölçü ve yaklaşımla kullanacak bir cumhurbaşkanından oluşan yönetim yapısı görülebiliyor. İmamoğlu da esasen, yerele yetki devrinin, yerinden yönetimin, demokrasi ve etkinlik gereği olduğunu belirtiyor. Kararları tek başına uygulayacak ancak müzakereyle alacak bir yönetici profili çiziyor.

Mehdi yahut göklerden gelecek kurtarıcı aranmıyor, doğru. İmamoğlu istibdadı sona erdirmek üzere Resneli Niyazi gibi Makedonya’da dağa çıkacak yahut Mahmut Şevket Paşa gibi Hareket Ordusu’nun başında Selanik’ten yola çıkacak da değil, bu da doğru. Ancak eninde sonunda İmamoğlu’nun bir karar alıp, bir iddia ortaya koyup, bir hamle yapması gerekecek: Karar-İddia-Hamle!

Öyle de mekanik açmazlar da yerli yerinde: Özetle Kılıçdaroğlu İmamoğlu’na “hele sen İstanbul’a yine aday ol, seçilemezsen de ben yine yerimde kalırım”; İmamoğlu da Kılıçdaroğlu’na “sen CHP Genel Başkanlığı’nı şimdiden bırakmazsan, ben yarın İstanbul’u hiç kazanamam” der gibi duruyor. Ayrıca İmamoğlu İstanbul’u yeniden kazanamazsa, cumhurbaşkanlığı iddiasını da büyük ölçüde yitiriyor.

CHP Genel Başkanlığı konusu ise Ali Yaycıoğlu’nun dikkat çektiği gibi siyasi partilerin küresel olarak ama özellikle başkanlık sistemlerinde silikleştiği ortamda esasen bir sözde mesele. Doğrusu, ne İmamoğlu’nun CHP’nin başına geçmesi, ne CHP’nin başında kimin olacağı önemli. Üstelik bu CHP Genel Başkanlığı sözde meselesi, İmamoğlu’nu parti mandarinleriyle çalışmak zorunda bırakarak, ona kaldıraç değil safra yaratıyor; eskilerle yenileşmenin, hele hele dönüşümün nasıl olacağını sordurtuyor.  

CHP, İmamoğlu açısından hakkında mahkûmiyet kararı çıkarsa önem kazanacak. O durumda, “ilk Saraçhane” gibi kendiliğinden ve sahici bir meydan okuma oluşması için parti örgütüne gerek duyulabilecek. Sanırım yazısında yeni, daha yatay bir örgütlenme tarzına yer vermesi bundan da ötürü. Burada İmamoğlu’nun, Büyük İskender’in Gordion’da karşılaştığı düğümü keserek “çözmesi” yahut kovboy filmlerindeki “yolun geri kalanına katırlarla devam ediyoruz arkadaşlar” repliği gibi “rationalist” (“akılcı”) değil “heuristic” (“buluşsal”) bir çıkış yolu bulması gerekiyor.

Ortada duran gerçeği yinelemekte de yarar var: İstanbul’u kazanmak, cumhurbaşkanlığı seçimiyle aynı değil. İmamoğlu, İstanbul’u kağıt üzerinde 35% gibi bir oy oranıyla da alabilir. Ayrıca -polyannacılık yapmayalım ama- sözü, tasavvuru ve şuuru olan bir önder adayı tek seçim yenilgisiyle yok olmamalı. Henüz tam anlamıyla seçenek haline gelemeden hiç yok olmamalı. Yenilse bile, haliyle yenilginin biçimine göre, yenilgiden sonra da ayakta kalabilmeli. Düştüğü yerden ayağa kalkıp, maratona kaldığı yerden devam edebilmeli.

Başka deyişle, İmamoğlu’nun öncelikli işi CHP’yi kurtarmak değil, yeniden kazanması gereken İBB’yi cumhurbaşkanlığı için tramplen yapmak. Bunun için tüm üyeleri -deyim yerindeyse- “müsabaka kilosuna inmiş”, 24/7 makine disiplininde çalışan bir ekibi olmalı. O ekipte, ne dostluğa ne vefaya yer olmalı. İşini yapan takımda kalmalı, yapamayan gitmeli.

Öte yandan İmamoğlu oyunda kalmak istiyorsa risk almak zorunda ama o riski alırken “kervan yolda dizilir” veya “biz demir alalım istim arkadan gelsin” yahut “gün ola, harman ola” diyecek de değil. Aynı zamanda, henüz haritası çıkarılmamış topraklarda ya da o topraklara doğru yol alınırken, işe mutlaka bir “yol haritası” çıkararak başlamanın gerekliliği de tartışılır.

Mustafa Kemal, Bandırma vapurunda küpeşteye yaslanıp, enginlere bakarak “bir genelge, iki kongre, iki zafer, meclisti, hilafetti, barış anlaşmalarıydı derken cumhuriyeti kurar, medeni kanunu şuradan uyarlar üzerine laikliği ilan ederiz” yollu akıl yürütmüyordu herhalde. Ama bir tasavvur ve şuur sahibi olmanın yanı sıra ayakları yere basıyordu ve oyunun içindeydi, elini taşın altına koymuştu.

Karakter, cesaret ve cüret mutlaka önemli. Gözükaralık ise farklı: Sandalyeden yere düşmekle, bilmemkaçıncı kattan atlamak arasındaki fark gibi. Politika, geçerlilik ve meşruiyetini ayakların basıldığı yerden alır. Politikanın ayakları her zaman yere basmalıdır. Nicholas N. Taleb’in aktardığı üzere, yenilmez sanılan Anteus’u Herkules’in onun ayaklarını yerden keserek tuş etmesi kıssası belki bunu da anlatıyordur.

Ne söylendiği değil, kimin söylediği daha önemli bizde. Yine de ne konuşulduğu, neyin nasıl kimler hedeflenerek aktarıldığı da önemli. İmamoğlu’nun besmeleyle işe girişir gibi habire “sol” veya “sosyal demokrasi” demesi gerektiğini öne sürenlerden değilim. Aksine bunu yapmaktan kaçınsa yeridir. Zira Erdoğan sandıklarda ne islâmcı olduğu, ne günde beş vakit namaz kıldığı için başarılı oldu. Öyle olsa aynını yapmak Saadet, Gelecek, Deva, Yeniden Refah veya öncülleri, benzerleri için de yeterli olurdu.

İmamoğlu’nun nerede durduğunu açıklarken kullanabileceği toplumculuk, kamuculuk, yerinden yönetim, eşit anayasal yurttaşlık, özgürlükçülük vb. pek çok terim var. Önemli olan toplumun İmamoğlu’nun her meselede en akılcı çözümü yeğleyeceğini bilmesi, yoksa onun okumamız için ideolojik bir barkod taşıması değil. Yenilikten söz edilirken, sözcük dağarcığımız ya da düşünce yöntemimiz de güncellenebilmeli.

Artık İmamoğlu’ndan beklenen cumhurbaşkanı kumaşını -“présidentiable” olduğunu- tutarlı ve sürekli biçimde göstermesi. Bugüne dek “sevgi pıtırcığı” yakıştırmasını kabul edip, ters yüz etmesi yerinde bir meydan okumaydı, taze bir soluktu. 28 Mayıs hezimetinin ardından aynı tutumu sürdürmesiyse gayrı-ciddilik olarak algılanabilir. Nitekim gençlerin İmamoğlu ile de dalga geçebilmeye başladıkları TikTok videoları çıkmaya başladı. Nabız tutmak bakımından kendince bir gösterge olarak değerlendirmek gerekir herhalde.

Halkla doğrudan ilişki içinde olmak İmamoğlu’na kazandırıyor. Bununla birlikte “halk” deyince, Murat Sevinç’in altını çizdiği sakıncalara da kulak vermekte yarar olabilir: “Romantize edilmesi değil, anlaşılması gereken bir olgudan söz ediyoruz. ‘Ne eylerse güzel eyleme ihtimali olmayan’, buna mukabil, ‘her eylediğinin kavranabilir bir nedeni olan’ yurttaş topluluğu. Halk dalkavukluğunun, iddiasının aksine, halkı küçük görmekten kaynaklandığını unutmamak gerek.” 

Son olarak, İmamoğlu’nun dış politika ve ulusal güvenlik dosyalarında da, yazısında öne çıkardığı ve benim “sivilleşme” olarak algıladığım yaklaşımın altını bir an önce doldurmak herhalde zamanlı olur. Bu alanda da belki işe, organik tarihsel kimlik ve yönelimimizle yüzleşip, onu içselleştirerek, “Biz kimiz?” sorusuyla başlayarak, aynaya uzun uzun bakmak gerekebilir. Belki bir yazı daha kaleme alırsa, değindiğim “cumhurbaşkanı kumaşını” göstermek adına bu toplara da girecektir.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.