Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Ruşen Çakır yazdı: Dört olaydan hareketle Türkiye’de direnenler, teslim olanlar ve “kullanışlı aptal” aramaya devam edenler

Yıllar önce, Fethullahçılar AKP iktidarıyla kol kolayken din-devlet ilişkilerinin tartışıldığı bir Abant Toplantısı’nda konu 28 Şubat sürecine geldiğinde “Niye İslamcılar o süreçte herhangi bir sivil itaatsizlik eylemi geliştirmedi?” diye sorduğumda, o zamanlar kendisini “Fethullah Gülen’in sağ kolu/halefi” gibi pazarlayan Latif Erdoğan -ki sonradan itirafçı olduğunda hiç şaşırmadığımı itiraf edeyim- hışımla “Sen bizi devlete karşı isyana mı teşvik ediyorsun?” demişti. Bereket orada “sivil itaatsizlik”in ne olduğunu bilen sosyal bilimciler vardı da Gülen’in hayatını anlatan “Küçük Dünyam” kitabını da yazmış olan -nedense bu kitap daha sonra kendileri tarafından toplatıldı- Erdoğan’a endişeye mahal olmadığını hatırlatmışlardı.

Fethullahçılık İslami camiada cumhuriyet tarihinin belki de en güçlü toplumsal örgütlenmesini gerçekleştirmiş ama “sivillik”ten pek nasibini almamış bir harekettir. Hatta iktidarın parçası oldukları dönemlerde ülkedeki her türlü sivil hareketlilikten nem kapmış, içlerine sızmaya, medyada onları kriminalize etmeye, polis ve adliyeki elemanları yoluyla bunları bastırmaya çalışmışlardır.

Fethullahçı yüzsüzlüğü

Öyle ki yine cumhuriyet tarihinin en güçlü sivil direnişlerinden biri olarak kayda geçmiş olan Gezi hareketinin bastırılmasında Erdoğan yine polis ve adliyedeki Fethullahçılardan istifade etmiştir. Yıllar sonra Gezi davasının yeniden açılmasında Fethullahçı kadroların topladıkları sözümona deliller yeni savcılar tarafından “yeniden değerlendirildi” ve Osman Kavala, Çiğdem Mater, Utku, Mine Özerdem, Can Atalay, Tayfun Kahraman’a verilen cezalar bu hafta Yargıtay tarafından onandı.  

Fethullahçıların Gezi ile ilgileri üzerine iki noktaya da dikkat çekmek isterim: 1) Gezi başladığında Gülen ile Erdoğan arası limoniydi, savaş başlamak üzereydi. Bunun da etkisiyle özellikle büyükşehirlerdeki bazı genç Fethullahçılar da Gezi’nin cazibesine kapılmışlardı; 2) Artık esas olarak yurtdışında Erdoğan yönetimine karşı lobi faaliyeti yürütmeye çalışan Fethullahçı şebeke Gezi davasını, özellikle de Kavala’nın durumunu uluorta kullanmaktan çekinmiyor. Fethullahçılık, yüzsüzlük ve mayınlı araziye kendi yerlerine başkalarını sürmek olduğu için bu hiç de şaşırtıcı olmayan bir durum.

Gezi deneyiminin gösterdikleri

Gezi hareketine milyonların katılmış olduğunu biliyoruz. Buna karşılık Gezi davasına gösterilen ilgininin cılızlığı bizleri düşündürmeli. Burada bir dizi olgudan bahsetmek mümkün. Öncelikle Erdoğan’ın Gezi’de maruz kaldığı toplumsal meydan okumadan ürkerek otoriterleşmeyi hızlandırması, bu bağlamda 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin onun işini iyice kolaylaştırması gerçeği var. Kurumsal muhalefetin bu süreçte Erdoğan’a karşı bir direnç gösterememesi, hatta Devlet Bahçeli liderliğindeki MHP’yi yanına çekmesi sonucu toplumsal muhalefet iyice zor durumda kaldı ve dağıldı.

“Büyük Göç” yazı dizimde konuştuğum onlarca kişinin Türkiye ile manevi bağlarının Gezi’den somut bir sonuç çıkmaması ve darbe girişimi sonrası yaşananlar nedeniyle kopmuş olması son derece anlaşılır ve birçok şeyi anlatan bir durum.

Bütün bunlara rağmen yıllar sonra Erdoğan yönetiminin yeni dava açtırarak Gezi’nin faturasını kesmeye çalıştığı arkadaşlarımızın boyun eğmemiş olduklarını saygıyla kayda geçirmemiz lazım. Siyasi iktidar, başta Kavala olmak üzere yargılananların kendisiyle anlaşmaya çalışmasını bekledi ve umduğu gibi olmayınca daha da öfkelendi. İşte Erdoğan yabancı medya kendisine Kavala ve Selahattin Demirtaş’ı -o da iktidarın boyun eğmesini nafile bir şekilde beklediği bir başka isim- sorduğunda her seferinde bu öfkeyi açık ediyor.

Boğaziçi direnişinin 1000. günü

Erdoğan yönetimi kuşkusuz Boğaziçi Üniversitesi’nin de böylesine parlak bir direniş sergilemesini beklemiyordu. Açıkçası bu direnişin dün 1000. gününe ulaşması çok sayıda Erdoğan karşıtını da şaşırtmış durumda. Zira -her ne kadar mezun olmayı beceremeyip atılsam da- benim de bir parçası olduğum Boğaziçi, Türkiye’de öğrenci hareketleri tarihinde hiçbir zaman öne çıkmamıştı. Buna karşılık ülkenin dünya çapındaki üniversitelerinin başlarında yer aldı. Hatta bu iki durumun birbiriyle ilintili olduğunu düşünen de çoktu.

Ama sivil itaatsizliğin iyice gözden düştüğü bir dönemde başlayan Boğaziçi direnişi öğretim üyeleri, öğrencileri ve mezunlarıyla, her türlü baskı ve sindirme politikalarına, özellikle Naci İnci döneminde yaygınlaşan ve tırmanan Boğaziçi’nin kurumlarını ve görenekleri lağvetme ve/veya içini boşaltma faaliyetlerine rağmen, meşruiyetini hiç kaybetmeden bugüne kadar geldi ve siyasi iktidar geri adım atmazsa da devam edeceğe benziyor.

Direniş ve itaat: Altın Portakal örneği

Bu haftanın en çarpıcı ve utanç verici olayı hiç kuşkusuz Antalya Altın Portakal Film Festivali’nin iptal edilmesi oldu. Yaşananları uzun uzun tekrarlamanın anlamı yok ama şöyle özetleyebiliriz: Bir yanda sansürlenmek istenen Kanun Hükmü adlı belgesel, onun sansür edilmesine karşı direnen jüri üyeleri ve festivale katılan çok sayıda sinemacı; diğer yanda iki ayrı bakanlık ve güdümündeki medya üzerinden sansürü dayatmaya çalışan siyasi iktidar ve nihayet baskılara boyun eğip festivali iptal eden Antalya’nın CHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Muhittin Böcek. Arada “festival yönetmeni” gibi afili bir titre sahip olan ve yaptığı her açıklamada “bu kişinin kültür ve sanat ile ne ilişkisi olabilir?” dedirten ve Böcek tarafından son dakikada görevden alınan Ahmet Boyacıoğlu’nu da unutmamak lazım.

Böcek’in havlu atması bana CHP Diyarbakır Milletvekili Sezgin Tanrıkulu’nun CHP Sözcüsü Faik Öztrak tarafından iktidara kurban edilmesi, bu yaptığının CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu tarafından da onaylanmasını getirdi. Her iki olay da Türkiye’de sivil alanın, temel hak ve özgürlükler mücadelesinin iktidar tarafından alabildiğine daraltılmasına ana muhalefetin itirazı olmadığını, bunun da sivil toplumun işini daha zorlaştırdığını bir kez daha gösterdi.   

Fethullahçılar yine “kullanışlı aptal” arayışında

AİHM’in ByLock ve Bank Asya kararı binlerce kişiyi doğrudan ilgilendiriyor ve son yıllarda yaşanan mağduriyetlerin telafi edilebilmesi için çok iyi bir fırsat. Fakat bu konunun da muhalefet tarafından “FETÖ’cü olarak damgalanma” endişesiyle sahiplenilmeyeceğini de çok iyi biliyoruz. Halbuki hem Fethullahçı komplo şebekesiyle mücadele edip hem de bu insanların haklarını savunmak mümkün. Ama bunu yapan, hatta denemeye kalkan çok az kişi var.

Bunun bir diğer nedeni de Fethullahçı hareketin tarihi boyunca, yazının girişinde de değindiğim gibi, tehlikeli alanlara kendileri yerine başkalarını sürme stratejisini benimsemesi. Bunu yıllar sonra birileri “ben de kullanışlı aptaldım” diyerek tanımladılar ki hiç de yanılıyor değiller. Şu günlerde sosyal medyada konuyla ilgili söylediklerim yüzünden bana her türlü hakaret, küfür ve iftirayı layık gören, ezici çoğunluğu yurtdışında yaşayan Fethullahçıların profillerine baktığımda, bir kısmı arkadaşım olan samimi hak ve özgürlük savunucularını kendilerine kalkan yaptıklarını görüyorum.

Kendilerinden olmayan kimsenin hakkını ve hukukunu gözetmeyen bir hareketin, kendi taraftarlarının hak ve hukukunu korumak için sivil bir örgütlenmeye gidememesi (belki de gitmemesi) ve bunu yapmayı da, bir zamanlar çoğunun kuyusunu kazmaya çalıştığı başkalarına havale etmeye çalışması da manidar bir durum.  

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.