Kendilerini esir alan kişilere sempati duymak, serbest kaldığında onlara sarılarak veda etmek… Rehineler, tutsak oldukları süreçte ne hissediyor, geçmişi nasıl hatırlıyor, yaşadıklarını hangi yöntemlerle atlatıyor? Prof. Dr. Doğan Şahin ve Prof. Dr. Gökhan Oral’a tüm yönleriyle rehine psikolojisini sorduk.
Hamas’ın, İsrail’e 7 Ekim’de saldırmasının ardından başlayan savaş devam ediyor. Bu süreçte şu ana kadar en az 18 bin kişi öldürüldü. Savaşın başladığı gün Hamas 240 kişiyi kaçırdı. 24 Kasım’da başlayan bir haftalık ateşkes esnasında İsrail, hapishanelerinde tuttuğu 240 Filistinli mahkumu serbest bıraktı. Hamas da rehinelerin 105’ini bıraktı. Hamas’ın elinde hâlâ 137 rehine olduğu düşünülüyor.
Savaş başladığı andan itibaren rehinelerin durumu hep merak edildi. Rehinelerin aileleri merakla onlardan gelecek güzel haberi bekledi… Taraflar arasında yaşanan ateşkeste rehineler takas edildi. Takas esnasında bazı Hamas militanları ve rehinelerin sarılarak, gülerek vedalaşması ve samimiyeti dikkat çekti. Tüm bu yaşananlar şaşkınlıkla karşılandı. Peki, esir olanın rehin tutulduğu zaman dilimlerinde, kendisini kaçıranlara karşı sempatisi, psikolojik durumlarıyla ilgili ne anlatıyor?
İstanbul Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı Emekli Öğretim Üyesi Prof. Dr. Doğan Şahin, bütün rehinelerin benzer tepki vermeyeceğini, kişilerin olaylara yönelik farklı psikolojik reaksiyon geliştireceğini söyledi.
Saldırganla özdeşleşme ve travmatik bağlanma öne çıkıyor
“Karakter özellikleri, hayat hikâyeleri ve ruhsal durumları farklı olduğundan geliştirecekleri tepkiler de farklı oluyor. Ayrıca olayın nitelikleri de tepkileri farklılaştırır” diyen Prof. Dr. Şahin, olayın kim tarafından yapıldığı, rehinelerin toplum tarafından nasıl algılandığı ve onlarla daha önce kurulan ilişkinin süreci etkilediğini vurguladı:
“Özetle rehinelerin olay sırasında ve sonrasındaki tepkileri arasında önemli farklılıklar var. Ancak en çok merak edilen şeylerden biri rehinelerin, kendilerini rehin alan kişilere karşı neden yakınlık ve muhabbet duydukları sorusudur. Bilindiği gibi 1973 yılında Stockholm’de gerçekleşen bir banka soygununda rehin alınan kişiler soyguncuların yanında yer almış ve onları desteklemişlerdi ve bu olaydan sonra da benzer durumlar Stockholm sendromu olarak adlandırıldı. Ancak unutulmamalı ki her rehine olayında Stockholm sendromu gibi reaksiyonlar ortaya çıkmaz. Bu hadisenin nasıl geliştiğine bakacak olursak; bu gibi olayların altında iki temel psikolojik mekanizma var. Birincisi saldırganla özdeşleşme, ikincisi travmatik bağlanma.”
Saldırganla özdeşleşme ve travmatik bağlanmanın sıklıkla karıştırıldığını hatırlatan Prof. Dr. Şahin, insanın, algısını değiştirerek hayatta kalma ve bunun için yaptığı şeylerle barışık olma çabası gösteren bir varlık olduğunu dile getirdi. Bireylerin bir yandan hayatta kalmayı sağlayacak şekilde gerçekleri değiştirdiğini, diğer yandan bunun sonucu olarak kendini “korkak”, “işbirlikçi” ya da “aslına ihanet eden” kişiler olarak algılanmasının önüne geçtiğini söyledi, “İşte bu iki savunma mekanizması, bunu bizim yerimize bizim irademiz devreye girmeden, bilinçdışı bir şekilde gerçekleştirir. Biz de bilinçdışımızın bizim hayatımızı ve onurumuzu kurtarmasını fark etmeden takip eder ve ona uyarız” dedi.
“Kendisini tehdit edene dönüşür”
“Saldırganla özdeşleşme” kavramını anlatan Prof. Dr. Şahin, “Başkaları ile farklılığınız hayatınızı sürdürmeye ya da kendiniz güçlü hissetmeye engel olursa, sizi tehdit eden şeye hayranlık duyabilir ve ona benzemeye başlayabilirsiniz. Bu seyirci pozisyonundayken daha fazla olur” dedi ve örnek verdi:
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
“Şöyle ki, İspanyollar Güney Amerika’ya gidip, İnka İmparatoru’nu esir aldıklarında ve insanlara Hristiyan olmalarını söyleyip, din değiştirmeyenleri öldürüp ‘Hristiyan ol’ diyor ve olmayanların kafasını kesiyor ve siz de bunu izliyorsunuz. İnsan, ‘Korktum ve hayatımı sürdürmek için Hristiyan olayım’ diye düşünmek yerine, ‘Bana inandırıcı geldi’ diye düşünmek eğilimindedir. Kendisine zorla kabul ettirilmiş olduğunu kabul etse zedelenecek onurunu, ‘Bence de iyi bir din’ dediğinde kurtarmış oluyor. Hem hayatını hem onurunu kurtaracak şey, kendisini tehdit eden şeye dönüşmek, onun gibi olmaktır.”
Travmatik bağlanmayla ilgili de bilgi veren Prof. Dr. Şahin, “Kendi destek sistemlerinden ve çevresinden koparılmış, izole edilmiş kişilerde tehlike algısı kişiyi en küçük bir umuda veya umut verebilecek kişi veya kişilere bağlanmaya sevk eder. Özellikle hayatta kalıp kalmayacağınız, nasıl muamele göreceğiniz. Sonuç olarak kaderiniz bu kişilere bağlıysa otomatik olarak bilinçdışı bir şekilde onlarla uyumlu olmaya itilirsiniz” dedi. En küçük bir gülümsemeden, merhametli tutumdan etkilenip minnet duyulabileceğini söyleyen Prof. Dr. Şahin, şöyle devam etti:
Rehine ile rehin alan arasında anlaşılması zor bağ kurulur
“Travmatik bağlanma kendisini rehin alan ve kendisine kötü davranan kişilere karşı da gelişebiliyor. Bunun nedeni bağlarından koparılmış kurbanın, bağlarını koruma çabası içinde ve psikolojik sükûnet sağlamak amacıyla en yakındaki kaynağa yönelme ihtiyacında olması. Kurbanlar, bir koruyucunun varlığına inanmak için, yaşantılarını travmayı gerçekleştiren kişiyle bir bağ kurma temeli çevresinde yeniden düzenlemeye başlarlar. Tıpkı Orwell’ın 1984 eserinde kurbanın işkencecisini sevmeye başlaması gibi. Hatta kurbanlar işkence gördükleri için kendilerini suçlama eğilimine girebilirler. Rehine psikolojisinde bu iki mekanizma genellikle iç içe geçer ve rehine ile rehin alan arasında ilk bakışta anlaşılması zor bir bağ kurulur. Peki olay bittikten, rehineler kurtulduktan sonra ne olur? Bu da oldukça karmaşık ve bireylere göre farklı sonuçlanabilecek bir süreçtir. Her şeyin eskisine dönmesi ile sonuçlanmaz.”
Rehine saldırganın kimliğine bürünüyor
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Adli Tıp Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi Prof. Dr. Gökhan Oral ise rehinelerin zor bir süreçten geçtiğini vurguladı. Rehin sürecinde yaşanan korku ve dehşet hissinin çeşitli reaksiyonlara yol açtığını anlatan Prof. Dr. Oral, bu durumun, saldırganın kimliğine bürünme ile sonlanabileceğini söyledi.
“Stockholm sendromu” olarak adlandırılan bu duruma yönelik bilgi veren Prof. Dr. Oral, “Rehinenin hayatının tehlikede olması durumunda rehine o kadar korkar ki, daha kudretli gözüken tarafa yani kendisini rehin alanların tarafına geçer ve bunun farkında değildir. Saldırganın kimliğine bürünür. Bu gerçek bir özdeşleme değil, ‘mış’ gibi olma durumudur. Ağır korkuya karşı bir taraf değiştirme söz konusuysa aklı selim oturup düşünmez. Planlanmış bir reaksiyon değildir” dedi.
Etkisi nesiller boyu sürüyor
Rehine alınmanın etkisinin haftalarca, aylarca sürebileceğini, şartlar güvenli hale gelse bile bunu yaşayan kişinin güvende hissetmeyebileceğini söyleyen Prof. Dr. Oral, şöyle devam etti:
“Önleyici tehlike geçmiş olsa da yaşananlar hatırlanır, istemsizdir. Türlü sebeplerle, rüyalara girebilir, günlük hayatta görülebilir. Tehlike geçmiş olsa bile kişi zaman zaman kendisini tehlikede hissedebilir. Bu durum da çok hırpalayıcıdır. Bu gibi olaylarda kişilerin kafası karışıyor ve kendilerini esir alanların kimliğine bürünüyor. Bu durum eğer onarılmazsa kalıcı bir hale gelebilir. Acı vericidir. Kişiler o duyguyu alır ve nesilden nesle yaşatır.”