Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Bülent Somay yazdı: Yuvaya dönmek!

Müjdeler olsun! Bugünden itibaren benim ekran karşısındaki sıkıntılı, gergin (ve biraz da kabız) suratımı görmeyeceksiniz artık. Dile kolay, 2019’dan beri doksan iki hafta (atladıklarımla birlikte neredeyse dört yıl), her Pazartesi (ama kayıt bir gün önce, Pazar günü yapılıyordu) ekran karşısına çıkıp, muhataplarımı görmeden, sadece kendi yüzüme bakarak yarım saat konuşmaya çalıştım. Esas işi yazmak olan biri için çok zor bir iş (sıkıntının esas nedeni bu). Yanlış anlamayın, konuşmayı sevmem demiyorum, tersine çok severim. On yedi yıl hocalık yaptım üniversitede; haftada dört, bazen beş ders verdim, ders başına üç saat konuştum. Ama muhataplarımın yüzlerini görerek, sorularını ve itirazlarını dinleyip o anda cevap üretmeye çalışarak, hazırlıksız yakalanırsam bazen çuvallayarak, sonra öğrencilerimle birlikte o çuvallamalara gülerek geçen on yedi yıl. Ama bir ‘Konuşan Kafa’ olmaya hiç hazırlıklı değildim, doğruyu söylemem gerekirse çok da bayılmadım.

Bir başka sorun da şu oldu: Bu dört yıl boyunca ısrarla gündemi takip etmek zorunda kaldım. Bıraksanız zaten izleyeceğim şeyler de vardı bunların arasında, ama izlemeyi aklımdan bile geçirmeyeceğim şeyler çoğunluktaydı (şimdi isim isim sayarak kalp kırmayayım). Cuma-Cumartesi günlerini ‘Ne konuşsam—nasıl konuşsam’ kaygısıyla geçirdim, gerim gerim gerildim. Bazen doğaçlama konuştum, hatalar yaptım, saçmaladım (Ahmet Haşim’e Yahya Kemal demek gibi), ama anında teyit edemediğim için bunlar vicdanımda birer yara olarak kaldı.

Ama esas mesele şu: Yazının evreni ile konuşmanın evreni farklı ülkeler; komşu olsalar da aynı şey değiller. Edaları, üslupları, raconları farklı. Benim yuvam (konuşmayı, ders anlatmayı sevsem de) esas olarak yazı. Hem yazmayı sevdiğim için, hem de (yanılıyorsam söylemeyin de hayallerim yıkılmasın) yazmayı daha iyi becerdiğim için. On yedi yıl boyunca ders verdiğim üniversitenin sloganı şuydu: Verba volant, scripta manent (Söz uçar, yazı kalır). Yazı belgedir. Yazarken aynı hataları yapamazsınız, yaparsanız özrü yoktur. Örneğin benim gibi bir yayında “Melali anlamayan nesle aşina değiliz” deyip de bunu Yahya Kemal’in hanesine yazmak bir kerteye kadar affedilebilir (ama sadece bir kerteye kadar), ancak bunu yazıda yaparsanız affı olmaz. O kadar vaktin vardı, bu sınırsız iletişim çağında Hazret-i Google’ı açıp bakamadın mı? diye sorarlar insana. Ama işler bu kadar da basit değil aslında. Aynı sınırsız iletişim çağı, “O lafı ben etmedim yahu!” diyen Ataol Behramoğlu’ya, “Etmişsiniz, etmişsiniz, açın Google’ı bakın!” diyen şuursuzları da yaratıyor.

Ancak bu şuursuzluklara izin vermemek de konuşmanın değil, yazının işi. İlk yazım olduğu için kısa tutmak istiyorum, o yüzden fazla kafanızı şişirmeyeceğim. Aşırı-iletişim çağının büyük sorunlarından birini ortaya atıp bırakacağım. İşe kendi kırdığım bir potu düzeltmeye çalışarak başladım. Bu tür potları, genellikle çok daha beterlerini düzeltmeyi görev (ya da meslek) edinmek gibi bir niyetim yok tabii ki.; zaten olsa bile ömrüm yetmez Ama bunların daha tipik ya da temsili olanlarıyla arada bir ilgilenmek de faydalı olur diye düşünüyorum. Bu da benim bir vaadim olsun; arada bir bu tür “düzeltmelere” gitmek niyetindeyim Akıntıya Karşı’nın yazılı devamında. İşte size yeni Akıntıya Karşı’ya başlamak için seçtiğim ilk örnek:

Freud diyor ki, Atatürk insanlığın sanatçısıdır!

Britanya İmparatorluğu’nun varoluş hikayesini irdelerken, yakın tarihle ilgili inanılmaz bir bilgiyle karşılaştım.

Bu bilgi şu ana kadar, Neden Türkiye’de bilinmez diye de içten içe hayıflandım!… Sonra da bu bilgiyi, 15 yıldır tanıdığım BBC çalışanı arkadaşıma, Kraliyet sarayı tarih direktörüne teyit ettirdim…

Yıl 1936. İngiltere Kralı VIII Edward, Türkiye’ye geliyor… ATATÜRK tarafından ağırlanıp, uğurlanıyor…

Kral, Londra’ya dönünce, Kraliyet sarayında “tarihçilere ve düşünürlere” sekiz saat süren bir yemek veriyor…

Düşünür ve tarihçiler Kral’a, “Bize Mustafa Kemal Atatürk’ü” anlatın diyorlar…

Kral anlatıyor, herkes düşüncelerini sıralıyor…

Son sözü, Freud alıyor…

Sigmund Freud, Psikanaliz biliminin kurucusu dünyaca ünlü nörolog ve psikolog…

Freud, Aşk’ı tarif ederken “Aşk cinselliği içerir “ diyen düşünür…

Aynı Freud,1939 yılında ölmeden bir yıl önce “aşkın tarifinde yanıldığını itiraf” ediyor…

Sebep ise, Bir KARGA !…

Hasta yatağında yatarken, kırık penceresinden gagasında bir adet cevizle içeri karga giriyor…

Cevizi Freud’un baş ucuna bırakıp pencerede yarım saat melul melul Freud’u seyredip uçuyor…

İşte o an Freud, aşk cinsellikten öte bir duyguymuş diyor…

BURASI ÇOK ÖNEMLİ?…

Freud, yemekte son sözlerini, ATATÜRK için sıralıyor?…

Hangi dilden, Hangi dinden, Hangi topraktan olursan ol, ATATÜRK’ü “sevmemek” mümkün mü ?

“Aşk, Duygular ötesi bir sanatsa, ATATÜRK’te bir insanlık sanatçısıdır” diyor…

Kral, Neden böyle kesin ve keskin düşünüyorsun diyor?

Freud, ATATÜRK esir aldığı komutanlara insanca davrandı…

Esir aldığı bayrakları çiğnemedi, çiğnetmedi…

Esir aldığı halklara saygı duydu…

O, Sadece toprağını korudu…

Ülkesini ve milletini sevdi, onlar için savaştı…

Tüm insanlığa, Mazlum milletlere örnek oldu…

Emperyalizme dur dedi…

Çağdaş düzeni kurdu…

Özgürlükleri, İnançların serbestliğini, Kadınlara seçme seçilme hakkını, Bilimi, Doğanın korunmasını, Sanatı ön plana çıkardı…

Daha ne yapsaydı, Biz evrensel bilim insanlarına?…

Freud, Böyle sıralıyor düşüncelerini…

Şimdi gel de, ATATÜRK’ü sevme?

Hangi hakla, Hangi vicdana dayanarak sevmeyeceksin be kardeşim?!

Hele de, Yüz yıl geriye yüz tutmuş bugünün zihniyetine karşı!…

Türk kanı, Müslüman kanı taşımayan…

Ama, İnsanlık kanı taşıyan Freud’a gel de hak verme?!

Tespit ettiğim, teyit ettirdiğim bu bilgi, bu yazım mevcut tarihçilerimize, bilim insanlarımıza, siyasetçilerimize, sanatçılarımıza, tüm halkımıza, kısaca, ATATÜRK’ün ekmeğini yiyen herkese KAPAK olsun!….

Yazarının adını saklı tuttum, çünkü mecbur kalmadıkça kimseyi bu derece mahcup duruma düşürmek istemem. Gerçi benden önce yazarın “BBC çalışanı arkadaşı, Kraliyet sarayı tarih direktörü” teyit etmiş bu hikayeyi hesapta, ama bu “teyitli” yazıyı bir de ben teyit etmeye çalışayım:

İddiaya göre olay 1936’da geçiyor. Yani Freud henüz Viyana’da yaşarken, çene, dil ve boğaz kanseri ameliyatları sonrası son derece zorlukla konuşabiliyorken ve sonradan ‘Konferans’ başlığıyla yayınlayacağı yazılarını bile sözlü olarak kimseye anlatmazken. O tarihte Londra’da kesinlikle bulunmamış, zaten çoğunlukla hasta yatağında, zaten kazayla Londra’ya gitmiş olsa o tarihte kendi derdine düşmüş olan VIII. Edward’ın sofrasında ne işi var zaten? Londra’ya ancak canını kurtarmak için, 13 Mart 1938’deki Nazi işgalinden (Anschluß) sonra kaçacak Freud. O yüzden 1936’da zaten sadece on ay boyunca kral olarak kalan VIII. Edward’ın sofrasında bulunmuş olması fiilen mümkün değil (meraklıları için: VIII. Edward, sevgilisi Wallis Simpson ile evlenebilmek için tahttan feragat eden o meşhur kral).

Bu “teyit”ten sonra bir de şu karga anekdotuna bir bakalım isterseniz: Herhalde onu da teyit eden yazarın ‘BBC çalışanı arkadaşı, Kraliyet sarayı tarih direktörü’ değil (nerden bilecek ki zaten?) Peki biz Freud un ceviz bırakıp melül melül bakan karga hikayesini nerden öğrendik? Açık adres vermiyorum ayıp olmasın diye, ama yazılı hiçbir kaynakta yok böyle bir hikaye. Zaten seksen iki yaşındaki Freud’un “melul bir karga ve bir ceviz” yüzünden altmış yılda geliştirdiği teorisinden vazgeçebileceğini düşünmek, en kibar tabirle biraz saflık olmaz mıydı?

Yani kısacası, yazar “Atatürk-sevmezlere” bir “kapak” yapmak istemiş belli ki; hazır uğramışken, gene belli ki pek hazzetmediği Freud teorisine (özellikle cinsellikle ilgili bölümüne) dokundurmadan geçememiş. Böylece de benim gibi (aslında işi tadında bıraksa yazısının farkında bile olmayacak) ikinci bir ‘teyitçinin’ eline düşmüş. Ama maalesef Verba volant, scripta manent! 2022’de yazdığı şeyler artık yakasını bırakmayacak, Atatürk’e güzelleme yapayım derken büyük abdestini yapıp bir de sıvaması, savunmaya çalıştığı anlayışa bir zarar daha verecek (Kemalistlerin en büyük düşmanı, işi kararında bırakmayı bilmeyen Kemalistlerdir).

Ne diyeyim, bütün uydurukçuların aynı derecede saf ve cahil olması dileğiyle, haftaya görüşmek üzere.

Not: “Sözlü” Akıntıya Karşı sırasında benimle çalışan, kaprislerime tahammül edip yardımcı olmak için ellerinden geleni yapan Özge, Meryem ve Büşra’ya en içten teşekkürlerimle.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.