7 Ekim saldırılarından iki ay sonra, târihçi Vincent Lemire, mümkün ya da imkânsız ufukları açığa çıkarma çabasıyla savaşın yoğunluğu üzerine eğiliyor. Joseph Confavreux’un Lemire ile yaptığı ve Mediapart’ta yayımlanan söyleşisini Haldun Bayrı çevirdi.
Vincent Lemire, Gustave-Eiffel Paris-Est Üniversitesi’nde târih profesörü. Fontenay-Saint-Cloud Yüksek Öğretmen Okulu’ndan 1994’te mezun olmuş, târih doçentliğini 1998’de almış, doktorası 2006’da kabul edilmiş, 2019 ile 2023 arasında Kudüs Fransız Araştırma Merkezi’nin (CNRS-MAE) eski müdürü ve Avrupa projesi www.openjerusalem.org’un yöneticisi.
Yayınları: “Kudüs’ün Susuzluğu. Su Târihi Denemesi (1940-1948)” (La Soif de Jérusalem. Essai d’hydrohistoire (1840-1948), Éditions de la Sorbonne, 2010) ; “Kudüs 1900. İmkânlar Çağında Kutsal Şehir” (Jérusalem 1900. La Ville sainte à l’âge des possibles, Armand Colin 2012, Points Seuil 2016) ; “Duvarın Dibinde. Kudüs’teki Mağrib Mahallesinin Yaşamı ve Ölümü (1187-1967) (Au pied du Mur. Vie et mort du quartier maghrébin de Jérusalem (1187-1967), Seuil, 2022), Arapça ve İbrânice de dâhil olmak üzere on dile çevrilmekte olan çizgi-roman hâlinde bir “Kudüs Târihi” (Histoire de Jérusalem, éditions Les Arènes, 2022).
Mediapart için, 7 Ekim saldırılarından iki ay sonra, yoğun târihe ve sürmekte olan savaşın muhtemel sonuçlarına değiniyor.
Gazze neden Filistin direniş ekseninin merkezinde ve günümüzdeki çatışmanın tam kalbinde?
Bugün, Gazze nüfûsunun %60’ı sığınmacılardan ya da sığınmacı torunlarından oluşuyor. Gazze, Filistin’in ufaltılmış bir modeli: Şehirler, kamplar, mahalleler Filistinli sığınmacıların geldikleri bölgelere göre şekillenmiş.
Buna bir de çok kuvvetli bir özerklik ve direniş geleneği eklenince, Gazze, târihteki tüm fetihlerde stratejik bir kilit noktası hâline gelmiş — ister 1. yüzyıldaki Roma ordusu söz konusu olsun, ister 1917’deki Britanyalılar (şehri alabilmek için üç teşebbüs gerekmiştir), ister 1956-1957’de uzun bir akın yürüttükten sonra mıntıkayı boşaltan ya da dört yıl sonra, yeniden denetimi ele geçirmek için 1967 ile 1971 arasında uğraş veren İsrail ordusu.
Aslında, İsrail Gazze’yle ne yapacağını hiç bilmemiştir. Önce oraya kolonlar/yerleşimciler göndermiştir; ama nispeten az sayıda olmuştur bu; 2005’te ise tek taraflı bir kararla oradan çekilmiştir. Bizâtihi Mısır ise 1949’dan sonra Gazze Şeridi’ne sâdece idâreci atamıştır; aynı sırada Ürdün’ün Batı Şeria’da yaptığından farklı olarak, oranın ilhâkını hep reddetmiştir. Bugün Gazze Şeridi, uçsuz bucaksız sığınmacı kamplarının yığıştığı bir yerdir — ki bu da zaptedilemez bir direniş adacığı hâline getirmektedir onu. Sosyolojik açıdan bakılırsa, Filistin direnişi, bugün Batı Şeria’daki Cenin’de de gördüğümüz gibi, dâima sığınmacı kamplarında şekillenmiştir. Kökünden koparılmış bir halk silâhlı mücâdeleye âile ya da aşîret mantıklarıyla çerçevelenen ve kök salmış bir halktan daha fazla yatkındır.
Ama 7 Ekim katliamlarından sonra, 1,5 milyon Gazzeli’nin kuzeyden güneye zorla göçürülmesinden sonra, hâlihazırda güneydeki taarruzun yoğunlaşmasıyla birlikte, Gazze’nin bütün o uzun târihi başka bir yöne savrulmuştur: Önümüzdeki günlerde asıl mesele, oradaki insânî durumun Mısır’ı sınırlarını açmaya mecbur bırakacak düzeyde fecîleşip fecîleşmeyeceğini bilmektir; muhtemelen İsrail, Gazzeliler için vaziyeti imkânsız ve ürkütücü hâle getirerek uluslararası baskı sonucu Mısır’ın zorla kabul edeceğini düşünerek buna oynamaktadır.
İsrail’in planı, bugün siyâsî yelpâzesinin aşırı sağında açıkça dile getirilen ikinci bir “Nekbe”dir [“Büyük felâket”, 1948’de Filistinlilerin memleketlerinden atılması- Fr.Ed.N.]. Fiilî olarak da, târihsel bakış açısıyla nekbe teriminin kullanılması abartılı değildir: Yurtlarından 1948’deki ilk çıkışta 750 bin Filistinli söz konusudur; bugün ise Gazze’den atılma tehdidi altındaki 2,3 milyon Filistinli’den bahsedilmektedir.
Medyascope'un günlük e-bülteni
Andaç'a abone olun
Editörlerimizin derlediği öngörüler, analizler, Türkiye’yi ve dünyayı şekillendiren haberler, Medyascope’un e-bülteni Andaç‘la her gün mail kutunuzda.
İsrail aşırı sağının bu planının gerçekleşme şansı azdır; zîra Suriye, Ürdün ve Lübnan’ın aksine Mısır, topraklarında Filistinli sığınmacı kampları kurulmasını hiçbir zaman kabul etmemiş olan tek bölge ülkesidir. Öncelikle, günümüzdeki rejimin düşmanı Müslüman Kardeşler’e bağlı olan Hamas’ın müstakbel tâlim kamplarına ev sâhipliği yapmaya bugün dünden daha hevesli değildir; ayrıca, siyâsî ve târihsel bakımdan, güya geçici olarak bir kampa yerleştirilen hiçbir Filistinli sığınmacının bir daha Filistin’e dönmemiş olduğunu bilmektedir.
Hamas 7 Ekim’deki saldırısına “El Aksâ Tûfânı” adını verdi — ki bu da bizi, günümüz çatışmasında “kasırganın gözü” diye nitelediğiniz Kudüs’e getiriyor. Bu dramatik aktüaliteden çıkmak için, “Kudüs 2100”ün, “paylaşılması mümkün bir târih”in unsurlarını mezardan çıkardığınız “Kudüs 1900” adlı kitabınızdaki Kudüs’e hangi şartlarda benzeyebileceği hayallenebilir? Barış sürecindeki asıl kilit noktası hiçbir zaman Kudüs olmamıştır. Filistin tarafındaki sığınmacılardan ya da İsrail tarafındaki yerleşimcilerden daha az zor bir konu bu. Gerçekte bunu çıkmaza sokan, “paylaşım” (partage) yerine “bölüştürme” (partition) mefhûmunu tercihleyen Oslo müzâkerelerindeki Anglo-Sakson söz varlığıdır; yani eşgüdüm (coordination) mantığı yerine ayrılık (séparation) mantığına öncelik tanınmıştır.
Kimlik cüzdanı ile yurdu eşleştirme yönündeki o irâdeye odaklanarak bunun başarılamayacağı kesindir.
Vincent Lemire
Oysa Kudüs ölçeğinde, bu ayrılık mantığının hayâta geçirilmesi imkânsızdır, çünkü somut olarak uygulanamaz. Bunu yapabilmek için, her şeyin iç içe geçmiş olduğu mekânlarda yeni sınır çizgileri çekmek gerekirdi: mahalleler, sokaklar, binâlar, binâların katları arasında; bodrumda, yüzeyde ve havada egemenlik.
Kentsel ölçekte, Hebron’da gördüğümüz gibi binâların katları arasında yatay dikenli tellerle, gözetleme kuleleri ve kontrol noktalarıyla, biraz her yerdeki silâhlanmayla bu mantık ürküntü vericidir: Bütün bunların sınırlarını 7 Ekim’de gördük.
Kimlik cüzdanı ile yurdu eşleştirme yönündeki o irâdeye odaklanarak bunun başarılamayacağı kesindir… ki belki de varılmak istenen hedef buydu! Fakat bölüştürme mantığı yerine paylaşım mantığı getirilirse, o zaman Kudüs, bilakis erişilebilir bir ufkun ana kalıbı hâline gelir; yani iki devletin başkenti olabilir — ki Avrupa diplomasisinin tutumu bu yöndeydi.
Somut olarak, Kudüs için, nüfusun %40’ını oluşturan Filistinliler de dâhil olmak üzere tüm şehir sâkinlerinin çıkarlarını hakîkaten temsil etmesi için belediyenin yetki alanının genişletilmesi, şehrin çevre sınırının doğuya doğru uzaması ve bilhassa Filistin Otoritesi tarafından inşâ edilip hâlen mevcut olan eski-müstakbel Filistin Meclisi’nin bulunduğu Ebu Dis’i de içine alması gerekirdi.
İsrail’in bütün büyük ulusal kurumlarının –Knesset/Meclis, bakanlıkların çoğu, Merkez Bankası– eski şehrin surlarının batısında bulunduğunu vurgulamak gerek; çünkü 1950’de Kudüs’ü başkentleri yaptıklarında İsrailli yetkililerin elindeki tek müsâit arâzi orasıydı. Bu yüzden Filistin ulusal kurumları tıpkı bunun aynadaki aksi gibi şehrin doğusunda istenildiği yere yerleştirilebilir. Farklı idârî bölgelerin başında olan başkent örnekleri var elimizde, meselâ Brüksel (Avrupa, Belçika, taşralar…). Kudüs bu rolü oynayabilir ve farklı kimlik cüzdanlarına sâhip kent sâkinlerini bir arada yaşatabilirdi.
Filistin’de Yahudiler’le Araplar’ın bir arada yaşaması projesi ne zaman rayından çıktı — ya da tersine, bu birlikte yaşam ne zaman maddiyata geçebilirdi?
Târihle kaçırılan ilk randevu 1947’dir. O yılın yazında, Britanyalılar Filistin’den Mayıs 1948’de ayrılacaklarını, dolayısıyla da otuz yıl önce Milletler Cemiyeti’nden (Cemiyet-i Akvam) aldıkları ve yerine getiremedikleri vekâleti Birleşmiş Milletler’e devredeceklerini îlân ederler. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avusturya-Macaristan ve Osmanlı imparatorluklarının yıkılışının akabinde, Başkan Wilson’ın 14 maddesinin, özellikle de halkların kendi kaderlerini tâyin hakkının sağlandığı ileri sürülmüştü; fakat bu halkların bâzılarının bunun için yeterince “olgun” olmadıkları telakkîsiyle, bunlar sömürgecilerin vesâyetine emânet edilmişti.
Büyük Britanya, Filistin’in idâresi için, ad hoc [amaca özel] bir idârî bölge bile yaratmamıştı; bu görevi diğer sömürgelerdekilerle aynı gaddar yöntemlere başvuran Colonial Office’e emânet etmişti; bir yandan da “halkların kendi kaderlerini tâyin hakkı”nın kuluçkada tutulmasına çalışıldığını ileri sürmekteydi. Bütün bunlar, her “ulus”un kendi devletine sâhip olması gerektiği telakkîsindeki Batı Avrupa târihinden doğan dar bir entelektüel çerçeve içinde olup bitmekteydi. Bu çelişik yaklaşım 1947’deki başarısızlık tespitine varmıştı.
Filistin sorunu o sırada BM’nin elindeki ilk büyük dosyayı oluşturmaktadır; 1917’de Büyük Britanya’ya o arâzide tevdî edilen bu vekâletin ne yapılacağına da karar vermenin gerektiği bir andır: Milletler Cemiyeti’nin kuruluşunda bizâtihi belirleyici olmuş bir vekâletti bu. Filistin’in üç tektanrılı dine (bugünkü insanlığın % 50’sinden fazlası) beşiklik etmiş olması gerçeğinin ötesinde, orada olup bitenlerin “uluslararası câmia”yı bu kadar ilgilendirmesini açıklar bu; zîra oradaki her şey “uluslararası hukuk” mefhûmuyla bağlantılıdır.
1947’de, Birleşmiş Milletler’in Filistin üzerine özel komitesi iki seçenek önerir: Araplar’la Yahudiler’in haklarında eşitliği temin eden iki uluslu federal bir devlet ya da iki devlete bölüştürme. Yahudiler’in târihsel Filistin’deki nüfûsun yaklaşık %15’ini temsil ettiği ve toprakların sâdece %10’una sâhip olduğu bir dönemde, Siyonist örgütler federal devlet seçeneğinin oylamaya konulmamasını sağlarlar. Oylamaya konulan öneri, müstakbel Filistin Yahudi Devleti’ne toprakların %55’ini, Filistin Arap Devleti’ne de %45’ini bırakan bir arâzi bölüştürme projesidir. Orada hazır bulunan tarafların tepkilerinin ne olacağı herkes tarafından kesinlikle bilinmektedir.
Nitekim, bir paylaşım planına imzâ atarak toprakların %92’sini bırakıp %45’ini almayı hangi siyâsî idâre kabul eder? Dolayısıyla ilk İsrail-Arap savaşının vuku bulması tamâmen mantığa uygundur ve vekâlet altındaki Filistin’in %78’ini İsrail’e ihsan ederken, Filistinliler’e 22’sini bırakır — yani Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü.Kaçırılan diğer randevu, 1990’lı yıllardaki Oslo Süreci’dir. Önceden, Filistinliler’e büyük bir aggiornamento (güncelleme) dayatılır: Târihsel Filistin’in artık tümünü talep etmemeyi ve sâdece %22’sini almayı, bu arada da 1948 ateşkesinin belirlediği sınırlarda İsrail’in varlığını tanımayı kabul ederler.
1964’teki tüzüğü denizden Şeria Nehri’ne kadar bağımsız bir Filistin devleti öngörmesine rağmen, FKÖ 1990’lı yılların başında târihsel bir rota değişikliği yapar yani. Bu evrimin Birinci İntifada’nın hemen sonrasına denk geldiğini kaydetmek gerekir — ki bu da, ayaklanma dönemlerinin müzâkere dönemleriyle bağdaşmaz olmadığını, tam aksine gelişmeler yaşanabildiğini hatırlatmaktadır. Her halükârda, Filistinliler’deki hayal kırıklığı vermiş oldukları tâvizler ölçüsündedir: İsrailliler, ABD’nin örtülü desteğiyle Oslo Anlaşmaları’nın rûhunu ayaklar altına alarak Batı Şeria’da dâima daha fazla arâziyi sâhiplenmeye uğraşırlar.
Oslo Anlaşmaları sırasında İsrailliler’in yapmış oldukları târihsel hatâ budur kuşkusuz: Vekâlet altındaki Filistin’in %78’inin nihâî denetimini temin etmekten ziyâde –ki böylece, bölgedeki ülkelerin hepsiyle toplu bir barış sağlardı bu onlara–, kolonlar/yerleşimciler sâyesinde avantajlarını daha da ileri götürmek isteyerek, Siyonist projenin kalbini oluşturan sâbit ve tanınmış sınırları olan güvenli bir sığınak arayışını kırılganlaştırmışlardır.
Güncel durumun sorumluluğu üstünlükçü ve mesihçi bakanlar Itamar Ben Gvir’e ya da Bezalel Smotrich’in sırtına çok yükleniyor. Alain Finkielkraut gibi İsrail’in kayıtsız şartsız destekçileri bile, kabinede bu bakanların varlığını “utanç verici” buluyor. Her türlü olumlu gelişme için kuşkusuz öncelikli bir koşul olsa da, onların gidişi bir çözümün şekillenmesine yeter miydi?
Nasıl Filistin tarafında Hamas varsa, İsrail tarafında da Ben Gvir ve Smotrich, meydanı en aşırı uçlara bırakan işlevsiz bir siyâsî durumun belirtileri gibi algılanmalı. Bununla birlikte, onları herhangi bir belirti ya da kolaylıkla bertaraf edilebilir anormallikler gibi görmek de gerçekliği perdeler.
Irkçılıkla üstünlükçülük arasında bir ayrım yapmak gerekir. Bir toplum muayyen bir dozda ırkçılıkla yaşayabilir. Birbirinizi sevmezsiniz, birbirinize saygı duymazsınız, birbirinizle konuşmazsınız, ama kamu gücü eyleme geçişlere karşı önlem alır ve ilişkileri düzenler.
Üstünlükçülüğün ufku ise bütünüyle farklıdır, özellikle de iktidardaysa. “Seni sevmiyorum”dan “seni ortadan kaldırıyorum”a, “seni kovuyorum”a ya da “seni imhâ ediyorum”a geçilir. 1995’te İzak Rabin de söz konusu olsa, bugün Filistinliler de söz konusu olsa, kendileriyle aynı minvalde hareket etmeyen herkesi ortadan kaldırabilecekleri telakkîsinde kimselerle, özellikle de devletin başına geçerlerse, hiçbir insan toplumu berâber yaşayamaz.
İsrail-Filistin sorununu “çözülmez” gibi sunma eğiliminden kendimizi sakınmalıyız.
Vincent Lemire, târihçi
Buna bir de Mesihçi boyut eklenir. Bugün “uçuruma doğru yarış”tan çok söz ediliyor; ama bu aktörler için zamânın sonu bir sorun değildir; bilakis, çözümdür. Hıristiyan Evanjelistler için, kıyâmetin ve yargı gününün gelmesi için bütün Yahudiler’in İsrail topraklarına dönmesi gerekmektedir. Yahudi Mesihçiler için ise, Mesih’in gelmesini sağlamak için zamânın sonunun gelişini çabuklaştırmak gerekmektedir. Hamas savaşçılarının da kendilerini yine dünyanın sonu boyutunda konumlandırdıklarını kaydedelim. Bizimkinden bu kadar farklı bir akılcılığı düşünmek, zamânın böyle son bulması beklentisini ve bu kıyâmet arzusunu tahayyül etmek bizim için çok karmaşıktır. Ama bu gereklidir, zîra sayıklamayı andıran o düşünceler çok somut bir gerçeğe, projelere, seferberliklere, savaşlara, katliamlara yol açmaktadır.
Dolayısıyla İsrail’de iktidarda üstünlükçülerin ve Mesihçilerin mevcûdiyeti siyâsî koordinatları derinlemesine değiştirmektedir; ama bunu daha uzun bir zaman ölçeğine yerleştirmeden ve denkleme başka aktörleri, özellikle de “klasik” İsrail sağını katmadan anlamak mümkün değildir.
İsrail’de hâlihazırdaki durumu doğuran toplumsal ve demografik evrim, derinde ve kısmen yeraltındadır. Yigal Amir 1995’te Başbakan İzak Rabin’i katlettiğinde, arkasındaki demografik kitleyi ve yapılandırılmış ideolojik bir orduyu hesaba katmadan onu münferit bir canavar hâline getirme eğilimi vardır. Gerçekte, Yigal Amir’i silâhlandıranlar daha o zamandan kalabalıktı; bugün ise hükûmetin göbeğindeler.Hayli yaygın olan bir diğer analiz hatâsı, bu geçmişi doğrusal bir süreç gibi telakkî etmektir; aynı anda dünyanın başka yerlerinde de rüzgârı arkasına alan etnik-milliyetçi dindar bir sağa yarayacak şekilde rayından çıkan bir laik kibbutz ve ilerici Siyonizm târihi gibi telakkî etmektir.
Halbuki Siyonist hareketin başlangıcından beri bugün tanık olduğumuzun mayası vardır. Netanyahu’nun açıkça atıfta bulunduğu ve Tel-Aviv ile Kudüs’te adını taşıyan caddeler bulunan Vladimir Jabotinsky (1880-1940), kibbutz’ların, tarımın, İbrânice’nin yeniden ihyâ edilmesinin, kültürel Siyonizm’in iyi hoş olduğuna, ama İsrail Devleti’ni doğurmaya bunun yetmeyeceğine hemen hükmetmektedir. Jabotinsky Filistin’de topraklarının elinden alınmasını asla kabul etmeyecek bir yerli ahâlinin bulunduğunu, dolayısıyla da onu zorla dışarı atmak gerekeceğini vurgulayıp durmuştur. Bunu yapmak için, 1920’li yıllardan îtibâren, bugün Itamar Ben Gvir tarafından ağır biçimde silâhlandırılan yerleşimci/kolon gruplarının doğrudan ataları olan paramiliter milisler örgütlemiştir.
Haham Abraham Kook’a (1865-1935) gelince; onun öğretisi ve izlediği güzergâh, bugün etnik-milliyetçi Siyonizm ile aşırı-ortodoks âlemin bir kısmı arasında tanık olunan târihsel birleşmenin köklerinin derinde olduğunu, İsrail Devleti’nin kuruluşundan hayli önceye dayandığını hatırlatmaktadır. Bugün, rakipleri haklı olarak Itamar Ben Gvir ile Bezalel Smotrich’i İsrail Yahudileri’ni tehlikeye atmakla, dolayısıyla da kökendeki Siyonist projeyi yolundan saptırmakla suçlamaktadır; ama bu kişiler de eski ideolojik ana kalıplardan beslenmekle övünebilmektedirler.
Böyle bir geçmişle ve böyle bir anda, bir veya iki devletli çözüm üzerine tartışmalar kozmetik olmaktan başka neye yarayabilir?
Öncelikle, İsrail-Filistin sorununu “çözülmez” gibi sunma eğiliminden kendimizi sakınmalıyız; çünkü bu yaklaşım, aktörleri sorumsuzlaştırma imkânı vermektedir. Ahlâkdışıdır bu; ama aynı zamanda çok tehlikelidir de. Bu bakış açısıyla yaklaşıldığında iki devletli çözüm imkânsız olurdu, zîra şimdi Batı Şeria ve Doğu Kudüs’te bir kısmı aşırı silâhlanmış 750 bin yerleşimci/kolon var ve 2005 yılında Gazze’deki yerleşimcilerin/kolonların bölgeyi boşaltmaları için 24 bin askerin gerekmiş olduğunu hatırlıyoruz.
Tek devletli çözüm imkânsız olurdu; bunun nedeni de Filistinliler ile İsrailliler’in, bir yandan 7 Ekim katliamları, diğer yandan da Gazze’nin ezilmesinden beri daha da artan benzeri görülmemiş öfkeleri ve intikam arzularıdır.
İki tarafta da çıkmaza saplanılan bu ufkun örtbas edilmesi, ahlâkî ve siyâsî bir tuzak oluşturmaktadır. Gerçekte, tek devlet zâten fiilî olarak mevcuttur; zîra Akdeniz’den Ürdün Nehri’ne kadar tek bir ordu (İsrail ordusu), tek bir para (İsrail şekeli) ve İsrail’in denetlediği tek bir uluslararası sınır vardır.
Bu iki-uluslu devlet fiilî olarak elbette İsrail aşırı sağı ve Filistin gençliği tarafından farklı biçimde algılanmaktadır. İsrail aşırı sağı bir ırk ayrımcılığı/apartheid devleti tasarlamaktadır; oysa Filistin gençliği haklarda eşitlik için dövüşebilmeyi tasarlamaktadır.
Dolayısıyla bu iki taraf zıt yönlerde çalışmaktadır, fakat bugün geleceği hiç kimsenin düşünmediği ve onun üzerine çalışmadığı söylenemez. Meselâ İsrail aşırı sağı için, uzun süre bir tabu teşkil etmiş olan nekbe terimi, bir slogan hâline gelmiştir artık.
İsrail radikal solunda ise, İsrail Filistinlileri’ni de seferber eden bambaşka bir proje mevcuttur; “Two States, One Homeland” (İki Devlet, Bir Vatan) denen projedir bu; 1946-1967 arasındaki ateşkes sınırının iki tarafında iki devlet tasarlamaktadır; buna göre İsrailli yerleşimcilere Filistin Devleti’nin topraklarında ikametlerini sürdürme izni verilecek, ama Filistinli sığınmacılar da İsrail’e yerleşebileceklerdir.
Bu koşullarda, bugün Akdeniz’le Ürdün Nehri arasında yaşayan 7 milyon Filistinli Arap ve 7 milyon İsrailli Yahudi, istikrarlı, temsilî, etkili ve tanınmış bir devlet varlığı tarafından, ille de kendi toprağında ikamet etmese bile bütünüyle temsil edilecek, korunacak ve denetlenecektir. “Two States, One Homeland” militanları için Avrupa’nın neden ilham alınacak bir modeli temsil ettiği buradan anlaşılmaktadır.
Son olarak, üstünlükçü yerleşimcilerin/kolonların İsrail hükûmetine el koyması aşılamaz bir durum mudur? İsrail’in Fransa’daki eski bir büyükelçisi, tıpkı târihçi Elie Barnavi gibi, bir iç savaştan bile söz edebiliyor…
Bugün hem Filistinliler hem İsrailliler için târihî bir liderlik seçimi söz konusu. Ama Filistinliler, İsrail yetkilileri tarafından “Filistin’in Mandela’sı”nın, yani Mervan Barguti’nin serbest bırakılmasını ancak ümit edebilirler; İsrailliler ise oy kullanabilirler.
Öncelikle târihin en trajik anlarının benzersiz siyâsallaşma alanları yarattığını hatırlatalım. Bugün, durumu doğru dürüst algılamamızı engelleyen aşırı derecede heyecan ve öfke var kuşkusuz: Önceki dönemlerden mîras olarak devraldığımız okuma şablonları entipüften şeyler gibi çöktü. Filistin’de, Hamas’ın yükselişinin nasıl durdurulabileceği görülmüyor; aynı zamanda da her şey, şâyet Mervan Barguti yarın serbest bırakılsa, hem Mahmud Abbas hempâlarına hem de Hamas’a karşı seçimleri açık farkla kazanacağını gösteriyor. Zîra Filistinliler bugün hakîkaten varoluşsal bir riskle karşı karşıyalar.
Kezâ İsrail’de de, aşırı sağın yükselişini kimin durdurabileceği görülmüyor; zîra sol, uzun süre boyunca İzak Rabin’in katilinin münferit bir vaka olduğuna inanmak istedi. Ama bugün, Siyonist projenin tam kalbi yara aldı; oysa son aylardaki protestoların merkezindeydi ve bu hükûmetin İsrail’in güvenliğini sağlamaktan âciz olduğu düşünülüyordu. Burada da yine, tüm zihinler varoluşsal bir riskin tasallutu altındadır.
Avrupa’daki din savaşları târihçisi Elie Barnavi, bu tespitten yola çıkarak, Batı Şeria’daki en radikal yerleşimcileri/kolonları silâhsızlandırmak için, “kan akıtılacak” bir “iç savaş”ın mümkün –ya da elzem– olduğunu zikrediyor. Elbette bu noktada değiliz, hattâ çizilmekte olan yol da bu değil; bununla birlikte ılımlı bir İsrail diplomatının bu şaşırtıcı sözleri, temel bir noktayı açığa vurmaktadır: İki halk için de varoluşsal bir riskin yükünü getiren günümüzdeki savaş –Filistinliler için kısa vâdeli varoluşsal risk, İsrailliler için orta ve uzun vâdeli varoluşsal risk– onlarca yıldır hiç görülmemiş bir ritimle hatları yerinden oynatmaktadır. Bu tespit bizi ne iyimser ne kötümser kılmalıdır; sâdece, önümüzdeki imkânlar alanının âniden, hem daha beteri hem daha iyisi için genişlediğini kabul etmeliyiz.