İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden Prof. Dr. Emre Erdoğan, Medyascope yayınında Ruşen Çakır’ın sorularını yanıtladı. Emre Erdoğan, 19 Mart sürecini ve toplumsal muhalefetin görünür hale gelmesini değerlendirdi. Emre Erdoğan, “AK Parti kendi meşruiyetini bir şekilde sandığa dayar. Bu sandıktan vazgeçmiş bir AK Parti anlatısını ontolojik olarak bozar” dedi.
Prof. Dr. Emre Erdoğan videoda, “Tek bir gündem yok. Birbirinden fazla gündem var. Hatta bunlar paralel evrenler gibi paralel gündemler. Herkesin kendisine dair bir gündemi var” dedi.
Türkiye’de liseliler, öğretmenlerinin kadro dışı bırakılmasına tepki göstermek için okul bahçelerinde eylem yapıyor. İstanbul Valiliği de konuya ilişkin açıklama yayımlayarak, 1471 öğretmenin kadro dışı kaldığını bildirdi.
Emre Erdoğan, 19 Mart sonrasında gelişen toplumsal muhalefetin gençlik ayağına dikkat çekti. Lise öğrencilerinin öğretmen değişikliklerine karşı yaptığı eylemleri ve üniversitelerdeki tepkiyi değerlendirdi: “Gençler birilerinin ‘o aday değil, bu adaya vereceksiniz’ demesini istemiyor. Kendileri karar vermek istiyor. Bu itirazı küçültemeyiz. Bu her dakika olan bir itiraz.”
Emre Erdoğan, İmamoğlu’nun 19 Mart 2025’te gözaltına alınmasıyla başlayan protestolar, 23 Mart’ta tutuklanmasıyla beraber tırmandı. Erdoğan,”19 Mart sonrası sürecin çok ciddi bir sivil ve gençlik ayağı var. Bu gençlik ayağını özellikle üniversitelerle birleştiriyorum. Çünkü bu, gençlerin uzun süredir biriktirdiği bir dizi rahatsızlığın sonucu” dedi.
“‘Babalarımız en iyisini bilir'”
Erdoğan, Türkiye’nin egemen siyasal kültürünü yorumladı. Erdoğan, “Bu rahatsızlıkların maddi boyutu elbette var. Sürekli uygulanan bir kent yoksulluğu, bir gençlik yoksulluğu söz konusu. Gençler giderek umutsuzlaşıyor. Bunları hem söylüyoruz hem de akademik olarak ortaya koymaya çalışıyoruz. Ama öte yandan bu rahatsızlığın en önemli parametrelerinden biri de ülkemizin sahip olduğu pederşahi kültür. Yani yaşlıların, babaların, ben onlara ‘yaşlı, beyaz, erkek sınıf’ diyorum, her şeyi bildiği, diğerlerine söz hakkı vermediği, en son kararı hep kendilerinin verdiği bir toplumsal yapı. Bu yapı, Türkiye’nin egemen siyasal kültürü. Hep şu kabul var: ‘Babalarımız en iyisini bilir'” dedi.
Emre Erdoğan sözlerine şöyle devam etti: “Şimdi babalarımız iyi şeyler bilebilir, ona hiçbir itirazımız yok. Şu anda elimizdeki insan malzemesi bu fikirde değil. Birçok konuda çocuklarımız çok daha detaylı bir bilgiye sahip olabiliyorlar. Bu da onlara bir özgüven veriyor” dedi.
- İmamoğlu’na düzenlenen operasyon haberlerimizin tamamını okuyun.
- İmamoğlu’na düzenlenen operasyon videolarımızın tamamını izleyin.
Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Profesör Emre Erdoğan İstanbul Bilgi Üniversitesi’nden, 19 Mart krizi ve üstüne tekrar canlanan yeni çözüm süreci; ikisi yan yana mı, birlikte mi, nasıl yol alacaklar, bunları konuşacağız. Emre merhaba.
Emre Erdoğan: Merhabalar, iyi yayınlar diliyorum.
Ruşen Çakır: Demin Mümtaz’er Türköne’ye sordum, dedim ki; Erdoğan, bu perşembe günü Külliye’deki buluşmayı Bahçeli’nin tabii ki baskısıyla da yapıyor ama aynı zamanda elinden kayıp giden gündemi yeniden kazanmak için herhalde kullanmak isteyecektir. Bunu başarabilir mi? Yani 19 Mart olayını geri plana itebilecek bir olay olabilir mi bu çözüm sürecinin tekrar gündeme gelmesi?
Emre Erdoğan: Şuradan başlayayım, aslında tek bir gündem yok, birden fazla gündem var, hatta bunlar paralel evrenler gibi paralel gündemler, herkesin kendisine dair bir gündemi var. Şimdi hep söyleriz, siz de çok çok iyi biliyorsunuz; sıradan insanın gündemiyle siyasetçinin ya da yüksek siyasetin gündemi aynı olmayabilir. Sıradan insan ekmeğinin derdinde, geçiminin derdinde vesairedir, daha çok bunlarla ilgilenir. Âlî meseleler ise zaman zaman önüne konulursa yapılır. Bunu da kim koyacak? Öncelikle medya koyacak. Bizim ülkemizdeki sorun, hep altını çizdiğimiz sorun, herkesin izlediği medyanın ortadan kalkmış olması. Yani bu iş bütün dünyada da böyle gidiyor denebilir ama ana akım aslında biraz daha çeşitlilik sağlamak adına herkese seslenebilen farklı aktörlere yer verir ya da herkese biraz söz verir, dolayısıyla herkesi çekmeye çalışır, normali budur. Bizde ana akım medya bunu tamamen kapatmış durumda. Sıradan bir günde en çok seyredilen kanallara bakıyorsunuz, buralarda siyasetin sayısı yok. Ana haber bültenlerinde magazinleşmiş bir şekilde ya da resmi haber bültenleri şeklinde yer alıyor. Onun haricinde ama tek bir siyasi tartışma programı göremiyorsunuz ana akım medyada. Onun yerine diziler var, yarışmalar var, vesaire. Haber kanallarımız var. Haber kanalları burada kutuplaşmış durumda, herkes kendi haber kanalını takip ediyor, diğer kanala pek bakan insan yok. Dolayısıyla farklı bir gerçeklik içerisinde kalıyor. Ama esas bence mesele şurada, yeni medya dediğimiz, konvansiyonel olmayan medya dediğimiz sosyal medya ve onunla ilişkili başka bir evren var. Yani şu anda geçen hafta açıklanan rakamlara bakıyorum, orada münferit gazetecilerin izlenme sayılarıyla reytingleri karşılaştırmak mümkün değil. Yani reytingler o kadar düşük kalıyor ki, haber kanalları arasında çok çok iyi dediğimiz 1,5 – 2 yapıyor, öteki tarafta milyonlarca kişinin takip ettiği kişiler var ve insanlar da tabii ki sevdiklerini takip ediyorlar. Gündemin paralelliğini kaybettiği, tek bir gündemde buluştuğumuz anlar tabii ki oluyor. Hepsine aynı anda seslendiği, hepsinin aynı anda önemsendiği konular oluyor ama ilk fırsatta da dağılıp kendi evrenlerine çekiliyorlar. Şimdi böyle bir evrende, zaten Özgür Özel’in şikayeti de o; görünmezlik var. Yani bir tarafın bazı görüşleri görünmez kılmak, toplumun bir kısmını görünmez kılmak gibi bir çaba var. Bunu aşmak için Özgür Özel biraz daha ana akıma seslenebilen kanalları protesto etmeye ya da onları, kendilerine yer vermeye çağırmasının sebebi o. Bu soruya şöyle yanıt vermiş olayım: Hepimizin derdi, hepimizin ortak derdi olan, hepimizi hep beraber ilgilendiren konular olduğu sürece, istedikleri kadar dirensinler, bu paralel evrenler bir şekilde buluşmak zorunda, örtüşmek zorunda; çünkü zaten haberciliğin doğası bu. Yani ortalık yakılıp yıkılırken arkanızı dönemiyorsunuz. Ne kadar dönebileceksiniz? Ve özellikle bu bahsettiğim sosyal medya ve yeni gazetecilik söz konusuyken, sizin görmezden gelmeniz onu yok da kılmayacak. Yani siz istediğiniz kadar kulakları kapatın, pelikana bağlayın, öteki tarafta kıyamet kopuyorsa, bir gazeteci elinde kamerayla sokaktan yayın yapar, bütün dünya öğrenir. Dolayısıyla orada olabilir. Esas mesele şu, şöyle soralım: Bu yeni gündem, bizim ortak gündemimiz olduğunu düşündüğümüz 19 Mart sonrasını geriye itecek mi, itmeyecek mi? Muhtemelen itecek. O paralel evrenler yine ayrışacaklar.
Ruşen Çakır: Şunu sormak istiyorum. Daha bir ay olmadı ama çok yoğun anlar yaşadık 19 Mart’tan bu yana. Saraçhane mitingleri, ardından Maltepe mitingi, daha sonra Ankara’da bir miting, en son Samsun’da bir miting, arada Şişli’de bir miting, ki Şişli mitingi açıkçası benim tahminimden daha etkili bir miting oldu. Bu çarşamba yine İstanbul’da bir ilçede, muhtemelen belediye başkanı cezaevinde olan bir ilçede yapılacaktır. İmza kampanyası sürüyor. Ve ortada çok ciddi bir şekilde bir cunta tartışması var, takip ediyorsundur. Bugün yine Ömer Çelik cevap vermeye çalıştı Özgür Özel’e. Bu gündemin ve inisiyatifin ben hâlâ muhalefette ve CHP’nin elinde olduğunu düşünüyorum. Katılır mısın? Bu özellikle cunta meselesine bir parantez de açmak istiyorum. Cunta meselesine bu kadar cevap vermeye çalışmaları, bir işlerine yaradığı için mi, yoksa gerçekten bundan çok rahatsız oldukları için mi? Yani cunta meselesini iktidar sevdi mi, yoksa rahatsız olduğu için mi o konuyu bu kadar çok konuşuyor?
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Emre Erdoğan: Şöyle bir şey var tabii, bugün söylediğimiz zaman 30 sene sonra garip gelebilir ama halihazırdaki iktidarın önemli meşruiyet kaynaklarından bir tanesi cuntaya karşı verdiği mücadeledir. Yani kendisini öyle tanımlar. O, 1980 ile 1998 arasında düz bir çizgi çizer hepimizin bildiği üzere ve esas mağduriyet noktasını da 1998’e koyar. Yani meşru ve seçilmiş bir hükümetin diyelim, parlamentonun seçtiği bir hükümetin askeri müdahale yoluyla iktidardan uzaklaştırılması ve bu kolektif travmasının temel direğini oluşturur. Bu, Vamık Volkan’ın söylediği, bizlik çadırının temelini oluşturur. Dolayısıyla kendisini demokrasi havarisi ve askere karşı konumlandırmış bir iktidarın bu şekilde suçlanması ciddi bir varoluşsal, ontolojik kriz demek. Yani bunun nüanslarını vatandaşın bilmesi mümkün değil. Açıkçası biz burada tartışabiliriz, ne kadar sivil kaldı, ne kadar sivil siyasete sahip çıkıyor, bunlar biraz daha akademisyen tartışmaları, akademik tartışmalar. Ama burada hâlâ sokağa gittiğinizde 1998 travmasını 1998’de doğmamış çocuklardan duyarsınız. O, Erbakan’a karşı yapılan, işte hâlâ Sincan’da tankların yürümesi metaforu kullanılabilir, ki zaten bence 2016 da bunun mütemmim cüzü, yani onu tamamen tamamlayan bir şey. Bunun, retorik üstünlüğü kaptırmama kaygısı olduğunu düşünüyorum. Bu çok ikna edici olduğundan değil; ama geriye doğru gittiğinizde AK Parti’nin kendi tarihinin yazımının bir yerde Menderes’le buluştuğunu görüyorsunuz. Menderes’te orada 1960 darbesinin lanetlenmesini görüyorsunuz vesaire. Bunlar Türkiye’de derin toplumsal fay hatları. Yani aynısını söyleyeceğim; 1998’de doğmamış çocuklar 1998’i lanetlerken, aynı şekilde Menderes hakkında fikri olmayan kişiler de Menderes’i şehit ettiler, ‘‘göğe yükseldi İmralı’dan’’ diye öyküler anlatırlar. Anadolu’da var olan mitler bunlar; sürekli yeniden üretilen, sürekli altı çizilen, bu çizginin içerisinde tanımlanıyor. Yine bir anekdotal bilgi vereyim. Eskiden bizim üç tane feribotumuz vardı, devasa feribotumuz. Bir tanesi Adnan Menderes, bir tanesi Turgut Özal, bir tanesi de Recep Tayyip Erdoğan’dı. Üçü de satıldı. Şimdi bu tarihsel çizgi, işte Serbest Fırka’yı duyduk geçen hafta baktığınız zaman. Yani bu işin meraklıları, tarih bilenler, siyaset bilimciler vesaire, bunun böyle olmadığı hakkında fikir sahibi de sıradan insanlar bunu böyle algılamaz. Sıradan insanlar için her zaman bir ceberut iktidar ve ona karşı direnen halk, onun da halkın savunucusu olan bir tür merkez saha, biraz da dindar bir halk hareketi vardır. O halk hareketinin de doğal devamı AK Parti’dir ve Recep Tayyip Erdoğan’dır tabii ki. Şimdi böyle bir resim içerisine birileri “Siz cuntasınız” dediği zaman anlatı bozuluyor, oradaki öykünün bütünlüğü bozuluyor. O zaman da öykünün bütünlüğünü koruyacaksınız. Şimdi karşı tarafa dert anlatmaktan vazgeçtiğinizi varsayıyorum. Öyle bir hale geldi, kimse kimseyi dert edecek halde değil; ama en azından kendi seçmen tabanınızda bunun böyle olmadığını söylemek zorundasınız. Ben bunu hep söylüyorum, yani Türkiye’de seçimler nasıl yapılırsa yapılsın, niteliği nasıl olursa olsun AK Parti kendi meşruiyetini bir şekilde sandığa dayar. Bu, sandıktan vazgeçmiş bir AK Parti anlatısını ontolojik olarak bozar, varoluşsal olarak bozar.
Ruşen Çakır: Bugün liseliler ayaktaydı. Açıkçası ben bu kadarını beklemiyordum. Bu özellikle proje okullarda biliyorsun aynı anda çok sayıda öğretmenin sürüldüğü, yerlerine başkalarının geldiği söylendi. Ve önce geçen hafta bir şeyler oldu; ama şimdi tüm Türkiye çapında, yani sadece İstanbul, Ankara, İzmir değil, birçok yerde öğrenciler böyle bir şey yaptılar. 19 Mart olmasaydı bu olur muydu, yani Saraçhaneler vesaireler olmasaydı bu olur muydu? Ben hiç emin değilim. Aynı konu değil, başka bir konu ama bu bana çok anlamlı geliyor. Ne dersin, ben mi abartıyorum?
Emre Erdoğan: Yok, aslında çok büyük bir haklılık payı var, hatta altı yeterince de çizilmiyor. Ben bunu söylemeye çalışıyorum elime fırsat geçtiğince; 19 Mart sonrası sürecin çok ciddi bir sivil ve gençlik ayağı var. Bu gençlik ayağı, özellikle bir de bunu ben üniversitelerle birleştiriyorum; gençlerin çok uzun süredir gelen bir dizi rahatsızlıkları var, bu, o rahatsızlıkların tezahürü. Buradaki rahatsızlıkların tabii bir maddi boyutu var; sürekli vurguladığımız bir kent yoksulluğu, bir gençlik yoksulluğu, gençlerin gittikçe umutsuzlaşması… Bütün bunları zaten hem söylüyoruz hem de akademik olarak da göstermeye çalışıyoruz. Ama öteki tarafta da bu rahatsızlığın en önemli parametrelerinden bir tanesi, bu ülkemizin sahip olduğu pederşahi kültür. Yani yaşlıların, babaların — ben onlara işte yaşlı beyaz erkek sınıfı diyorum — her şeyi bildiği, diğerlerine pek söz hakkı vermediği, en son kararı her zaman söylediği bir toplumsal yapı süregelmiş durumda. Ülkemizin egemen siyasal kültürü bu: Babalarımız en iyisini bilir! Şimdi, babalarımız iyi şeyler bilebilir, ona hiçbir itirazımız yok da şu anda elimizdeki insan malzemesi bu fikirde değil. Yani şöyle bir şey söyleyeyim: Zaman çok hızlı ilerliyor, artık teknoloji çok hızlı ilerliyor ve hepimiz, çocuklarımızın yanında gerçekten cahiliz. Yani birçok konuda çocuklarımız çok çok daha detaylı bir bilgiye sahip olabiliyorlar. Bu da onlara bir özgüven veriyor. Yani nasıl bir örnek vereyim… Bizim yetiştiğimiz dönemlerde biz de biraz arıza çıkarttık ama genel tavır olarak, babalarımızın, ebeveynlerimizin ve tabii ki diğer otoritelerin bizim için neyin iyi olduğunu bildiklerine dair kuvvetli iddiayı kabullenmiştik. Genelde de “peki” derdik. İşte ne okutulacak, bu okutulacak… Ne okuyalım, bunu okuyalım… İşte arıza çıkartılabildiği kadar çıkartıldı. Bazı kültürlerde de teşvik edilirdi arıza çıkartmak ama genelde öyle değildi. Genelde gayet uysal, başı öne eğilmiş çocuklar olarak yetiştirildik. Şimdi öyle bir durum yok. Yani gerçekten, ben bu objektif bilgilerini burada tartışmaya açmak istemiyorum. Ne kadar iyi objektif bilgileri var, bilgi kaynakları neresi; ama ruh halleri en az bizim jenerasyon kadar bilgili olduklarını düşünen bir gençlik de var. Ve dolayısıyla şöyle bir noktayla karşı karşıyayız: Lise öğrencileri, öğretmenlerinin kendileri için iyi olup olmamasına başkalarının karar vermesini istemiyorlar. Yani o öğretmenleri deneyimleyen onlar, o eğitim hayatını deneyimleyenler onlar. Dolayısıyla birilerinin gelip ‘‘bu öğretmen sizin için iyi değil, o öğretmen değil bu öğretmen’’ demelerini istemiyorlar. Yani kuşak genellemesi erken olur bu konuda ama oradaki ruh hali aynısı. 19 Mart’taki şikayetlerden biri de buydu; gençler, oraya çıkan insanlar birilerinin ‘‘o aday değil bu adaya oy vereceksiniz’’ ya da ‘‘bu aday doğru değil, o aday daha iyi’’ demesini istemiyorlar. Kendileri karar vermek istiyorlar herhalde, ‘‘Ben sözümün sahibi olayım’’ diyor. Şimdi bu önemli bir itiraz, bu itirazı küçümseyecek halimiz yok. Bu her dakika olan bir itiraz. Bunun iki yöntemi vardır: ya ayaklarıyla oy verirler, sınıfta görmezsiniz siz bu kafayla gidersiniz onları, karşınıza çıkmazlar, sizi terk ederler, ‘‘ghosting’’ diyorlar ya, ghost ederler; ya da gelip trollerler, yani sizin yapmaya çalıştığınız şeyi bozarlar, başka bir yere dönüştürürler. Ama bunu yok sayma şansınız yok, o lüks yok. Bence bu da kolay bir şey değil muktedir insanlar için, güç sahibi insanlar için; o başkalarına da hak vermek ve onlara da kulak vermek. Ama bu da onun göstergesi. 19 Mart’ın doğal devamı olarak görüyorum. 19 Mart’tan soyutlanamaz bu. Aynı rahatsızlığın sonucu.
Ruşen Çakır: Burada benim favori konum olan o klasik iyimserlik-kötümserlik meselesine gelmek istiyorum. Ben bu sabah bir yayın yaptım: ‘‘Her şey çok kötü olacak’’ diye, görmüşsündür belki, en azından başlığını. ‘‘Öğrenilmiş çaresizlik’’ değil mi, öyle bir laf var. Hani, ‘‘ne olursa olsun hiçbir şey değişmez, etmez’’ vesaire yaklaşımı, özellikle muhalefette yıllardır çok etkili bir şekilde var ve 2023 seçimleri bunu zaten tam anlamıyla pekiştirdi. Ama açıkçası mesela Türkiye’nin dört bir tarafındaki liseli çocukların… Çok riskli bir şey yapıyorlar aslında, öyle değil mi? Yani böyle otoriter bir rejimde öğretmeni tabii ki değiştirir, sana mı soracak? Öyle değil mi yani? Tabii ki değiştirir, vesaire. Ama çocuklar bir de örgütlü bir şekilde, yani hem okulda örgütlü hem de bir de belli ki birbirleriyle haberleşerek yapmışlar, bunu yapıyorlar. Bu hakikaten ‘‘Türkiye’den umut kesilmez’’in bir işareti değil mi? Ben mi yine çok Polyannacılık yapıyorum?
Emre Erdoğan: Yok, ben de bu konuda bir konuşmamda söylemiştim, ben de ülkeden umut kesmiş insanlardan değilim, yeni bir ülkenin geleceğine inanıyorum da, sorun şurada; biz ölünce gelecek, sorun orada. Yani bu nesil ikamesi bizim yerimize geldiği zaman çok farklı bir ülkeyle karşı karşıya kalacağız. Ben o açıdan iyimserim. Yani istediğiniz kadar üst yapıda düzenlemeler yapın, altyapı denen bir gerçek var ve bizim kontrolümüzde olan bir altyapı da değil. En önemli altyapı unsuru eğitimdir. Eğitim artık kimsenin kontrolünde değil. Siz liseleri kontrol edin, üniversiteleri kontrol edin, fark etmez. Burada öğrenmiyor ki, yani başka yerden öğreniyor, başka yeri de kontrol etmek mümkün değil. Yani bu çocuklar koordine oldularsa cep telefonlarından oldular, çeşitli sosyal medya araçlarıyla koordine oldular. Onu kapatsanız başkasını kullanır vesaire vesaire, buralar kontrol dışı artık. Dolayısıyla bunu kontrol etmek mümkün değil. İyimserlik konusunda benim sık sık kullandığım bir öykü var, bilen bilir. Camus’nün Sisifos’la ilgili kitabının en sonu şöyle biter: ‘‘Sisifos enayi mi? Her gün o taşın geri geleceğini bilmiyor mu ki yeniden çıkartıyor. Peki, bunu ona iten ne?’’ der kabaca. Çok basit: İnsana dair her şeyin insan iradesinin bir sonucu olduğuna dair inancı olduğundan bunu yapar. Yani başına ne gelirse gelsin, onu kendi iradesiyle dönüştürebileceğine dair bir inancı taşımak ister insan. Zaten totaliter yönetimlerin de, terörizmin de yaptığı bu iradi bağı kopartmak, yani kaderciliğe itmek ya da “benim elimden bir şey gelmez” demek. Bunun karşısında duran şey de “ben bir şey yapabilirim” inancı. ‘‘İradenin iyimserliği’’ dediğimiz mesele bu. Zaten böyle yaşıyoruz, yani sabah kalktığımız andan itibaren insana dair her şeyin insan iradesinin bir sonucu olduğuna inanma ihtiyacındayız. Dolayısıyla bu iyimser bir şey bir açıdan, buna sarılmak gerekiyor; ‘‘Evet, ben bir şeyi değiştirebilirim’’ demek. Şeye dönersek, yani 2023’teki karamsarlığı ele alırsak, oradaki seçimin kaybedilmesini, muhalefetin kaybetmesini dış mihraklara, üç harflilere ya da başka şeylere bağlarsanız bu iradeyi geri alıyorsunuz. Hayır, o seçim kaybedildi, hata yapılarak kaybedildi, o hatanın da hesabı verilmedi, mesele bu. Siz hatalarınızın hesabını verirseniz, o zaman iradeyi geri getirmiş olursunuz. Çünkü iradenizle hata yaptınız; o zaman iradenizle de o hatayı yapmazsınız. Ama siz üç harflilere devrederseniz bu işi, o zaman iradenin yapacağı bir şey yok. Öğrenilmiş çaresizlik bu. Yani irademizle bir şeyi yapabileceğimiz inancı; bunu korumak ve bunu canlı tutmak gerekiyor. Bugün yapılmaz, yarın yapılır, önemli değil. Ama bir kere o macun tüpten çıktı mı, girmiyor içeriye. Toplumsal hareketler bize bunu her zaman gösterdi. Sönümlenebilir, geriye çekilebilir ama geriye girmiyor. Başka bir topluma geçmiş durumdayız zaten ister istemez.
Ruşen Çakır: Şimdi bir takipçim şunu yollamış, Albert Camus’nün diyor ama bilmiyorum, sen daha iyi bilirsin Camus’yü: ‘‘Karamsarlık düşünenlerin hastalığı değil; bekleyenlerin kaçışı, cesaret edemeyenlerin mazeretidir’’ diye anında bir yorum geldi. Şunu soracağım en son olarak Emre. 19 Mart’ın ilk günlerinde yapılan değerlendirmelerde genellikle şu meseleyi seninle de konuştuk, başkalarıyla da konuştuk; rekabetçi otoriterlikten rekabet kısmının da atıldığı, tam bir mutlak otoriterliğe, hatta diktatörlüğe geçiş yorumları çok yapılıyordu ilk günlerde. Ama sonra Saraçhane, CHP’nin toplumsal muhalefetle buluşması, şu bu yaşanınca, belediyeye kayyum atanamayınca, bu tür tartışmalarda da frene basıldı sanki, çok fazla görmüyorum. Hâlâ böyle bir ihtimal var mı? Yani Erdoğan’ın iyice gaza basıp, ‘‘Ne olacaksa olsun’’ diyebileceği bir Türkiye mümkün mü sence?
Emre Erdoğan: Şöyle bir şey, yani burası diktatörlük olmaz klasik anlamda, tek parti devleti olmaz. Yani tek parti devleti dediğimiz yerde bile küçük küçük partiler vardır. Yani bir iki tane tek parti devleti var zaten tarihe baktığınız zaman. İyi kötü sandık kuracaksınız. O sandığa giden yol demokratik olur mu, liberal olur mu? Yani şu an hep onu söylüyoruz, Türkiye’de sandık var da liberal mi ya da o sandığın niteliği nasıl, hep tartışıyoruz bunları. Zaten meraklısı Venedik Komisyonu raporuna bakabilir. Yani bizim sandığımız zaten kusurlu bir sandık, yani mükemmel bir sandık değil. Ben o tür bir totaliter devlete, o tür bir tam otoriterliğe, bir Frankist yapıya dönüşeceği kanısında değilim, bunu açıkça söyleyeyim. Ama benim esas dert ettiğim mesele şöyle bir şey: İçinde bulunduğumuz küresel ortam, otoriterleşmenin ya da totaliterliğin önünde bir engel değil. En büyük kaygı verici bu. Bir uluslararası irade yok, bir küresel dayanışma yok, o tür bir çıpalama yok. Ve çok rahat görüyoruz ki bu işin kıblesini oluşturmasını beklediğimiz Avrupa dahi, kendi güvenliği söz konusu olduğunda her tür rejimle iş birliği yapabileceğini gösterdi. Bunu akılda tutmakta fayda var. Kaygı verici olan bu. Dış çıpa yokken ne yapacağız? Çünkü 2002 sonrası demokratikleşmenin büyük bir kısmı dış çıpadır, dıştan bir şey çekmiştir. Şimdi elimizde ne yazık ki öyle bir dış çıpa yokken görev bize düşüyor. Biz de görev bize düştüğünde yapmakta çok başarılı insanlar değiliz açıkçası. Beni esas kaygılandıran o. Ama tam bir otoriter, tam bir totaliter rejim ben beklemiyorum. Bu da dediğim gibi benim iyimserliğim olsun.
Ruşen Çakır: Çok teşekkürler Emre, çok sağ ol.
Emre Erdoğan: Rica ederim. İyi yayınlar diliyorum. Kolay gelsin.