Ruşen Çakır’ın konuğu Burak Bilgehan Özpek çözüm sürecinde CHP’nin tavrı değerlendirdi. Burak Bilgehan Özpek , Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin süreçten bekledikleri sonuçların farklı olduğunu söyledi.
“Sorunları çözmek için illa Abdullah Öcalan’ı muhatap almak zorunda mıyız?“
Çözüm sürecini Medyascope’a değerlendiren Burak Bilgehan Özpek , Recep Tayyip Erdoğan ve Devlet Bahçeli’nin süreçten bekledikleri sonuçların farklı olduğunu söyledi. Özpek sözlerine şöyle devam etti:
“Biz Kürtlerin sorunlarının büyük bir kısmının demokratikleşme ve hukuk devleti sorunu olduğunu kabul ediyorsak bunu çözmek için illa Abdullah Öcalan’ı muhatap almak zorunda mıyız? Türkiye demokratikleşmek için illa Öcalan’la müzakere yapmak zorunda değil. 2002 senesinde Avrupa Birliği’ne giriş reformları bunun çok net bir örneği. Öcalan muhatap olarak alınıyorsa tarafların sadece meseleyi çözmek değil, meseleyi çözdükten sonra kendi siyasi gelecek sorunlarını çözmek gibi bir motivasyona da sahip olduklarını düşünüyorum. Tayyip Bey’in bu meseleyi çözerken ulaşmak istediği hedef başka bir hedef. Bu meseleyi çözerken DEM Parti ve MHP’nin Cumhur İttifakı içerisinde şimdiye kadar gelen otoriterleşme örüntüsünü devam ettirerek konumlanmasını istiyor.”
“Eğer bu süreç Erdoğan’ın otoriterleşme eğilimlerini güçlendirecek bir süreçse burada CHP’nin yeri yok“
Ekrem İmamoğlu’nun DEM Parti ve MHP’ye seslenerek “Bu süreci kendi ikballeri ve siyasi çıkarları için bir fırsat olarak gören akıldan kendinizi ayrıştırmalısınız” demesini doğru bulduğunun altını çizen Özpek, “Eğer bu süreç Tayyip Erdoğan’ın otoriterleşme eğilimlerini güçlendirecek bir ittifak süreciyse burada CHP’nin yeri yok. Çünkü öyle bir süreç Kürtlere sadece kaynaklardan pay vererek Türkiye’nin genel demokratikleşmesi açısından pek kurumsal bir sonuç üretmeyecek. Bizim barış dediğimiz şey aslında Erdoğan’ın çizdiği makbullük çerçevesinin içine DEM Parti’nin girmesi dışında bir şey olmayacak” dedi.
Burak Bilgehan Özpek sürecin karşısında duran partiler hakkında düşüncelerini şu sözlerle özetledi:
“Sürece kategorik olarak karşı çıkan partiler aslında buradaki siyasi oyunun dışında da kalabilirler. Oylarını arttırabilirler ama o oylarıyla nasıl bir ittifak kuracaklar bilmiyorum ama siyasi popülarite açısından mantıklı bir strateji olabilir ama elit düzeyde yeni bir siyaset kurgulandığını hatırlatmak istiyorum.”

Yayına hazırlayan: Gülden Özdemir
Ruşen Çakır: Burak merhaba.
Burak Bilgehan Özpek: Merhaba Ruşen abi.
Ruşen Çakır: Cumartesi günü Erdoğan o konuşmayı yapınca, hani ‘‘Türk, Kürt, Arap’’ dedi, bir de en son ‘‘üçlü ittifak’’ dedi, sen sosyal medyada şöyle bir şey söyledin, şimdi mealen anlatıyorum: “Bu süreci dış gerekçelerle açıklamaya kalkanlar hâlâ konuşabilecek mi?” gibi bir şey söyledin. Yani yanlışlarımı düzeltirsin. Bunun esas motivasyonunun iç siyaset ve Erdoğan’ın iktidarını koruma olduğunu mu vurgulamak istiyordun?
Burak Bilgehan Özpek: Evet. Benim 2013 senesinden beri savunduğum tez bu. Tezimin ana argümanı da cumhuriyetin kuruluşundan bu yana Kürt meselesinin ister savaşarak olsun ister barışarak olsun Ankara’daki elitler arasındaki siyasi rekabette bir enstrüman haline getirildiği; dolayısıyla biz Kürt meselesinde bazı önemli tarihi dönüm noktaları görürüz. Bu dönüm noktaları, açık konuşmak gerekirse, Ankara’da birbirleriyle rekabet eden siyasi elitlerin — bunlar siyasi parti liderleri olabilir, belli bir parti içerisindeki farklı gruplar olabilir veyahut askerler ile siviller olabilir — birbirlerine karşı giriştikleri güç mücadelesinde Kürt sorununu bir enstrüman olarak kullanmalarıdır. Benim temel argümanım bu. Dış politika alanının Kürtlerle Türkleri barışmaya zorlayan bir trende girdiği iddiası da bence son derece subjektiftir. Yani bunu iddia edebilmek için çok ciddi bir yapısal kırılmaya ihtiyacımız var. Yapısal kırılma derken, bu mesela 11 Eylül olabilir. İşte küreselleşmenin sorgulandığı veyahut klasik realist argümanların da jeopolitik argümanların diyelim ciddi anlamda sorgulandığı yeni bir dönem açıldığı zaman veyahut Soğuk Savaş’ın bitişi gibi veyahut II. Dünya Savaşı’nın bitişi gibi, yani böyle daha yapısal kırılmaların bize bir değişimi zorlaması gerekir. Yani karşı konulamaz bir değişim dalgası gelecek ki siz ona kendinizi uyumlandırabilesiniz. Bir de bir Ortadoğu okuması yapıyorsak bu subjektif olabilir. Şimdi baktığınız zaman siz Ortadoğu’da agresif, bütün komşularını tehdit eden bir İsrail de görüyor olabilirsiniz. Öte taraftan İbrahim Anlaşmaları üzerinden bütün komşularıyla bir ekonomik alan kurmaya çalışan, bunun için de İran gibi ulusaşırı aktörlerle, silahlı aktörlerle iş birliği yapan, devletleri yıpratmaya çalışan, yani nihai amacı iş birliği zeminini geliştirmek olan bir İsrail de görebilirsiniz. Yani bunlar çok yoruma açık konular. En son olarak da şunu söyleyeyim: ‘‘Dış politika alanı iç politikada Kürt sorununun çözümü gibi süreçleri tetikledi’’ argümanı şunu da gözden kaçırıyor olabilir: Tam tersine Türkiye’nin Kürtlerle girdiği bu süreç Türkiye’nin dış politikasını değiştirebilir. Yani dışarıdan içeriye bir etki olmayabilir; içerideki değişim Türkiye’nin dışarıdaki pozisyonunu ya da kapasitesini veyahut manevra alanını etkileyebilir.
Ruşen Çakır: Peki bu yaklaşımda Bahçeli’nin bu kadar bu sürece angaje olması… Şimdi Erdoğan’ınkini anlarım, iktidarını korumak ama Bahçeli uzun bir süre muhalefette kalmış, hatta Meclis dışı kalmış bir hareketin lideri. Hatta Meclis dışı kalması, biliyorsun, kendi erken seçim çağrısı sonucu Meclis dışı kalmış bir siyasetçi. Bahçeli’nin buradaki motivasyonu Erdoğan’ı korumak olabilir mi? Bana bu çok gerçekçi gelmiyor. Sence Bahçeli niye bu kadar bu olaya angaje?
Burak Bilgehan Özpek: Türkiye’de iç siyasi hesabı olan tek insan Erdoğan değil. Bahçeli’nin de kendine dair bir iç siyasete yönelik hesabı olabilir. Şimdi şu hikaye üzerinden ilerlemiyorum ben: Ortada bir devlet aklı var ve bu devlet aklı her kimse Tayyip Bey’in iradesinin ve ona oy veren insanların iradesinin de üzerinde. Hangi kurumda kümelendiler, hangi yasayla onların görev ve sorumlulukları belirlendi onu da bilmiyorum, o da belli değil zaten. Ama bir devlet aklından bahsediliyor. ‘‘Bu devlet aklı işte bir dış politika okuması yaptı ve rasyonel olanın Kürtlerle Türklerin barışması olduğuna karar verdi. Bunun için de Devlet Bahçeli’yi bu süreci yürütmesi için bir memur gibi tayin etti’’ gibi bir okuma var. Ben buna inanmıyorum açıkçası. Bunun alternatifi de Devlet Bahçeli’nin Tayyip Erdoğan’ı korumak için cansiparane partisini feda edercesine bu süreci başlatması değil. O yüzden yeni bir okuma yapmak gerekiyor. Yani her iki okumanın da dışında bir öneriyle gelmek istiyorum. Bu da Devlet Bahçeli’nin bizzat kendisinin ve siyasi partisinin yani Milliyetçi Hareket Partisi’nin aslında yeni döneme dair bir oyun kuruyor oluşu olabilir. Şimdi bunu nasıl toparlayacağımı gerçekten bilmiyorum ama bence çözüm sürecinden murat edilen sonuçlar farklı. Yani Tayyip Bey’in murat ettiği sonuç ile Devlet Bey’in ulaşmaya çalıştığı sonuç birbirinden farklı. Çünkü Ruşen abi dikkat ederseniz, mesela şu noktayı hakikaten tartışmamız gerekiyor: Biz Kürtlerin sorunlarının büyük bir kısmının genel bir demokratikleşme ve hukuk devleti sorunu olduğunu kabul ediyorsak, bu sorunları çözmek için illa Abdullah Öcalan’ı muhatap almak zorunda mıyız? Yani Türkiye, İçişleri Bakanı’nın yargı kararı olmadan belediye başkanlarını görevden almasını men eden bir yasayı, bir yasal düzenlemeyi hayata geçirmek için illa Öcalan’la müzakere etmek zorunda mı? Veyahut Türkiye, Terörle Mücadele Kanunu’nu revize etmek için Öcalan’la masaya oturmak zorunda mı? Türkiye ifade hürriyetini garanti altına alabilmek için Öcalan’ı muhatap kabul etmek zorunda mı? Yani Türkiye demokratikleşmek için illaki Öcalan’la masaya oturmak ve müzakere yapmak zorunda değil. 2002 senesinde Avrupa Birliği giriş reformları mesela bunun çok net bir örneği, aslında önemli demokratikleşme adımlarıydı ve Türkiye’nin oradaki muhatabı Öcalan değildi. Şimdi Öcalan eğer masada muhatap olarak alınıyorsa ben buradan tarafların sadece meseleyi çözmek değil meseleyi çözdükten sonra kendi siyasi gelecek sorunlarını da çözmek gibi bir motivasyona sahip olduklarını düşünüyorum. Dolayısıyla Tayyip Bey’in bu meseleyi çözerken ulaşmak istediği hedef başka bir hedef. Geçen hafta ben cumartesi günkü konuşmayı dinlerken biraz onu gördüm ve DEM Parti’nin tepkisi de aslında benim yalnız olmadığımı gösteriyor. Yani Tayyip Bey aslında bu meseleyi çözerken DEM’in ve MHP’nin Cumhur İttifakı yapısı içerisinde şimdiye kadar gelen otoriterleşme örüntüsünü devam ettirerek konumlanmasını istiyor. Yani DEM Parti ile, Kürtlerle, Öcalan’la bir patronaj ilişkisi içerisinde olmak istiyor. Bir bağımlılık ilişkisi içerisinde olmak istiyor. Ve onların bu var olan otoriterleşme biçimine pek itiraz etmemesini istiyor.
Ruşen Çakır: Peki bu olur mu? Yani DEM’in itirazını da gördük. Yani DEM böyle bir şeye yanaşır mı?
Burak Bilgehan Özpek: Olmaması lazım Ruşen abi. Yani rasyonel aktör modeli açısından olmaması lazım. Çünkü gerek DEM’in gerek Milliyetçi Hareket Partisi’nin sistem içerisinde bir anlam ifade edebilmeleri için parlamentonun güçlü ve bu iki partinin de AKP’ye karşı kendilerini koruyabilecek kadar oy alabilmeleri gerekiyor ki özerkliklerini koruyabilsinler, partileri devam etsin. Dolayısıyla bu partilerin, DEM’in ya da MHP’nin bu süreçten çıkartmak istedikleri şey sadece kendilerinin ne alacağı değil, aynı zamanda daha kurumsal düzenlemelerin yapılıp yapılmayacağı. Yani Erdoğan muhtemelen DEM Parti’ye “Siz kayyumun elindeki belediyelerinizi alacaksınız ve geri kalan durumlar sizi pek alâkadar etmez” gibi bir şey söyleyecek.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
![]()
Ruşen Çakır: Peki burada son günlerde CHP’nin ve özellikle Ekrem İmamoğlu’nun süreçle ilgili olarak MHP ve DEM’e mesajları var biliyorsun.
Burak Bilgehan Özpek: Çok doğru okuyorlar. Buradan okuyorlar. Benim bahsettiğim noktadan okuyorlar. Yani eğer bu süreç Tayyip Erdoğan’ın mevcut otoriterleşme eğilimlerini meşrulaştıracak, devam ettirecek, güçlendirecek bir ittifak süreci ise burada Cumhuriyet Halk Partisi’nin yeri yok. Çünkü öyle bir süreç, Kürtlere sadece kaynaklardan pay vererek Türkiye’nin genel demokratikleşmesi açısından pek kurumsal bir sonuç üretmeyecek. Yani yine Erdoğan’ın keyfi iradesine bağlı, o iktidarda kaldıkça devam eden bir ittifak devam edecek. Yani bizim barış dediğimiz şey aslında Erdoğan’ın çizdiği makbullük çerçevesinin içerisine DEM Parti’nin girmesinden başka bir şey olmayacak.
Ruşen Çakır: O zaman CHP’nin tutumunu doğru buluyorsun.
Burak Bilgehan Özpek: Şimdi şöyle söyleyeyim. Buradan, bana sorarsanız benim arzu ettiğim gibi bir demokrasi çıkmayacak. Hiçbir şekilde çıkmayacak. Fakat DEM Parti’nin ve MHP’nin bu sürecin sonunda Türkiye’yi götürmek istedikleri yer neresiyse, daha kurumsal düzenlemeler, daha anayasal düzenlemeler, en azından CHP’nin düşmanlaştırılmadığı, CHP’nin biraz daha entegre edildiği, dolayısıyla bir aktör olduğu, parlamentonun da gücünün başkanlığa karşı daha yükseldiği bir süreç olacak. Şimdi Cumhuriyet Halk Partisi için bunun dışında kalmak çok doğru bir süreç değil. Fakat eğer içine girdikleri süreç Erdoğan’ın murat ettiği gibi bir yere sürüklenirse bu da Cumhuriyet Halk Partisi’nin kendi elleriyle kendi ipini çekmesi gibi bir şey oluyor doğrusunu söylemek gerekirse. Birincisi bu. Yani eğer Cumhuriyet Halk Partisi, DEM ve MHP AKP’ye karşı orada bir blok oluşturabileceklerse ve Erdoğan’ı dengeleyebileceklerse bu tutum denenmeye değer bir tutum. Çünkü bunun alternatifi CHP’nin düşmanlaşması ve yeni güvenlik tehdidi olarak tanımlanması. Bunu önlemek istiyor. İkincisi, Özgür Bey’in başında Demokles’in kılıcı gibi sallanan bir Kılıçdaroğlu meselesi var Ruşen abi. Şimdi biliyorum yani, bu izleyicilerimizin hiç hoşuna gitmiyor. Bunları konuştuğum için de benden herkes iyi bahsetmiyor, yani biliyorum, onun da farkındayım. Ama yani bu tip müzakere zeminleri aslında Özgür Bey’in Cumhuriyet Halk Partisi’ni kurtarması ve sağ salim seçim sandığını görebilmesi için de bir fırsat olabilir.
Ruşen Çakır: Son olarak şunu sormak istiyorum. Sen kamuoyu araştırmaları olayına çok hakimsin. Bir şekilde bir parçasısın aynı zamanda. Şimdi kategorik olarak sürece karşı çıkan partiler var. İYİ Parti böyle, Zafer Partisi böyle. Diğerleri bu açıklıkta söylemiyor. Mesela Büyük Birlik Partisi de bir şeyler söylüyor ama çok anlamı olduğunu sanmıyorum. Önemli olan Zafer Partisi ve İYİ Parti. Şimdi bu sürecin ilerlemesi durumunda ve diğer bütün partilerin, CHP dahil, sürece angaje olmaları durumunda Zafer Partisi başta olmak üzere reddeden, cephe alan partilerde bir patlama olabilir mi?
Burak Bilgehan Özpek: Yani olmasını bekleriz tabii. Ama tekrar altını çiziyorum; şu anda çözüm süreci konuşsak da partilerin buradaki pozisyonları Kürt meselesinin çözümüne dair çıktılar üretmekten ziyade Türkiye siyasetinin nasıl şekilleneceğine dair sonuçlar üretecek. Dolayısıyla, 22 Ekim’den bu yana 8 ay geçti değil mi Ruşen abi?
Ruşen Çakır: Evet.
Burak Bilgehan Özpek: 8 ayda çözüm sürecinin içeriğine dair hiçbir şey konuşmadık. Yani hiçbir şey bilmiyoruz. Ve hiçbir somut adım da atılmadı. 8 ay sonra hiçbir somut adım atılmayabilir, ben buna da şaşırmam bu arada. Türkiye’de biz 2 sene boyunca bir önceki çözüm sürecinde böyle bir hikaye izlemiştik aslında. O yüzden mesela kategorik olarak karşı çıkan partiler aslında buradaki siyasi oyunun da dışında kalabilirler. Yani çünkü başka bir siyasi oyun kuruluyor burada. Ha, outsider olarak oylarını arttırırlar mı? Arttırabilirler. Fakat o oylarıyla nasıl bir ittifak kuracaklar, nasıl bir ilişki kuracaklar veyahut yeniden ‘‘yalnız kurt’’ gibi mi takılacaklar, onu bilmiyorum. O da yani siyasi popülarite açısından mantıklı bir strateji olabilir. Yani outsider olmak, yalnız kurt olmak, bütün siyasi sistemi topyekûn tanımlayıp, CHP’siyle, AKP’siyle aynı şekilde tanımlayıp kendinizi dışarıda tanımlamak da birçok seçmenin ilgisini cezbedebilir. Faydalı da olabilir bu partiler için. Ama tekrar söylüyorum, elit düzeyde yeni bir siyaset kurgulanıyor burada bana sorarsanız. Bu nereye gider onu bilmiyorum.
Ruşen Çakır: Son olarak şunu sormak istiyorum. Demin ‘‘somut adım atılmadı’’ dedin. Cuma günü yaşanan olay, yani geçen hafta bugün Süleymaniye yakınında yaşanan silah yakma olayını somut adım olarak görmüyorsun anladığım kadarıyla.
Burak Bilgehan Özpek: Sembolik adım olarak görüyorum. Somut adım olarak görmüyorum.
Ruşen Çakır: Eyvallah.
Burak Bilgehan Özpek: Burada DDR diye bir süreçten bahsedilir; yani tekrar silah bırakma, yeniden topluma uyumlandırma. Bu aslında çok teknik bir süreç. Şimdi ona dair bir yol haritası ben görmedim. İkincisi, Suriye’de mesela SDG’nin pozisyonuna dair bence çok büyük bir muğlaklık var. Çünkü Türkiye, Şam hükümetinin merkezileşme politikasını destekliyor. Ama bunu desteklerken, yani Şam hükümetine destek verirken İsrail’le diplomatik ilişkilerini askıya almış durumda ve içeride bir barış süreci başlatmış durumda. Barış süreci de SDG üzerinde siyasi baskı kurmasını önleyen bir şey. Şimdi dudaklar neyi söylüyor? ‘‘Biz Şam hükümetini destekliyoruz’’ diyor. Eller kağıtlara bunu yazıyor. Ama fiili olarak bu eylemler SDG’nin daha da otonomlaşmasına giden bir sürecin yolunu açıyor. Şimdi bir noktadan sonra bu silah bırakan PKK’lıların herhangi bir çatışma durumunda SDG’nin yanında savaşması, mühimmatlarını SDG’ye vermesi ve Türkiye’nin de Şam hükümetini desteklemeye devam etmesi nasıl bir kriz yaratır sizce? Yani Suriye’den konuşuyorsak bunlar çok uzak senaryolar değil. Dolayısıyla daha somut adımlar görmek gerekiyor. Yani 30 tane PKK’lının sembolik bir silah bırakma süreci bütün örgütün, hatta örgütle bağlantılı SDG içerisindeki Kürt grupların Türkiye açısından bir tehdit olmaktan çıktığı anlamına gelmez.
Ruşen Çakır: Anladım. Çok teşekkürler Burak.







