İsmail Fatih Ceylan yazdı: Şule Yüksel Şenler’in kaçak günleri

Türkiye, 1967 yılında Papa 6. Paul’un ziyareti için görülmedik karşılama hazırlığı yapmıştı. Resmî olmayan bu ziyaret için, caddeler, sokaklar Papa için süslenmişti. Havaalanında yapılan resmî karşılama töreninde Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Başbakan Süleyman Demirel hazır bulundu. Sonra hep birlikte Ayasofya’ya gidildi.

Papa Ayasofya’da ibadetini yaptı. Ardından tüm devlet erkânı ile hep birlikte Şâle Köşkü’ne, İstanbul Ortodoks Patrikhanesi’nin 268. Ekümenik Patriği Athenagoras’u ziyarete geçildi. Ne var ki oraya vardıklarında görüşmenin özel olduğu beyan edilerek, kapılar devlet erkânının yüzlerine kapandı. Bu durum muhafazakâr kesimde büyük tepkilere yol açtı.

İsmail Fatih Ceylan yazdı: Şule Yüksel Şenler’in kaçak güçleri

Şule Yüksel Şenler, Mehmet Şevket Eygi’nin Bugün gazetesindeki köşesinde bu durumu ağır eleştiren “Ağlayın Ey Müslümanlar ağlayın” başlıklı bir yazı yazdı ve çok ses getirdi. Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay, Şule Yüksel Şenler’e dava açtı.

Şule Yüksel, sadece ateşli yazılar yazmıyor, ülkenin dört bir yanında on binlere varan büyük kalabalıklara hitap eden konuşmalar yapıyor, konferanslar veriyor, daha onun konuşmasını dinlerken açık kadınların bazıları başını örtüyordu. Ankara Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde yaptığı bir konferansı ise, Türkiye’de bazı gelişmeleri tetikleyecekti.

Ankara Dil-Tarih-Coğrafya Fakültesi’nde verdiği konferansta etkilenenlerden biri olan İlahiyat Fakültesi öğrencisi Hatice Babacan, başörtüsü ile İslâm Tarihi dersine girdiği ve bunda ısrar ettiği için okuldan atılınca Türkiye’de kıyamet koptu.

Bugün, Sabah, İttihad, Yeni İstiklal gibi gazeteler, Hatice Babacan’ın okuldan atılmasına tepki gösteren yayınlar yaptılar. Yurdun her yanından olayı protesto eden telgraflar, mektuplar, telefonlar yağmur gibi yağdı. İkinci sınıf öğrencisi Mustafa Demirsöz ölüm orucuna başladı. Fakültenin ön sokağında kurduğu bir çadırda haftalar geçirince komaya girerek hastaneye kaldırıldı. Fakülte yönetim kurulu bu sefer onu okuldan kovdu.

Bunun üzerine yurdun her yerinden öğrenciler Ankara’ya yürüyüş yaparak protesto ettiler. Olaylar nedeniyle tirajları 100 binlere ulaşan Bugün, İttihad, Sabah gazeteleri ilgililerin istifasını istiyordu.

Bandırma ve Ordu konferanslarındaki olaylar

Şule Yüksel Şenler’in bütün konferansları olaylı geçiyordu. Bandırma’daki konuşması anarşistlerin saldırı yapacağı gerekçesiyle kaymakam tarafından belediye hoparlörleri kapatılarak engellenmek istenmiş, ancak Şule Yüksel Şenler bunu belediye başkanının penceresinden megafonla duyurunca, hınca hınç kalabalık kaymakamlığı basarak hoparlörleri açtırmış, kaymakam Edremit’e kaçmıştı.
Ordu konferansı da hayli kalabalıktı. Halk gece 23.00’ten 01.00’e kadar sokaklarda konferansı dinledi. Ordu’nun Sesi gazetesi sahibi ve yazarı emekli binbaşı Rıza Şimşek, gerici yobaz gördüğü Şule Yüksel Şenler’in laikliğe aykırı bulduğu konuşmasını eleştiren yazılar yazdı, savcıları göreve çağırdı.

Ordu’nun Sesi’ndeki emekli binbaşı Rıza Şimşek’in yazıları, Bandırma’daki savcıyı harekete geçirdi. Halkın linç etmesinden çekindiği için Edremit’e gitmiş olan kaymakam, savcı ile birlikte görüşme yaptılar. Ellerinde konuşma bandının dökümleri vardı, suç unsuru aramaya başladılar.
Bu konuşmalara, orada kâtiplik yapan Alevî bir vatandaş şahit oldu. Bandırma konferansını eşiyle birlikte dinlemişti. Havacı bir subay tanıdığına durumu anlattı:

“Bu benden duyulursa, işimden olurum. İsmimi vermemek şartıyla bu haberi ulaştırın, bir çaresini bulsunlar, bunların niyeti bozuk.”

Bunun üzerine, havacı subay, hemen İstanbul’a gelerek Şule Yüksel Şenler’in ağabeyi Üzeyir Şenler’e bu bilgiyi verdi.

Bir gün avukat, gıyabî tutukluluk kararı çıktığını Şule Yüksel Şenler’e haber verdi.
“Şule Hanım, hakkınızda gıyabî tevkif kararı çıkartılmış, görüldüğünüz yerde tevkif edileceksiniz. Mahkeme, öyle devam edecek. Derhal bu evden çıkıyoruz. Üstünüzdeki kıyafetiniz neyse öyle, oyalanmadan hemen!”

Şule Yüksel Şenler, aceleyle namaz eteğini ve bir iki başörtüsü aldı. Kalp hastası annesiyle düştü yollara. Avukatlarından biri olan Yusuf Türeli, onları gecenin bir vaktinde İstanbul sur dışındaki bir eve yerleştirdi.

Oraya gittikten on gün sonra, gazeteler tevkif kararını yazmaya başladı. “Şule Yüksel aranıyor, görüldüğü yerde tutuklanacak!” haberleri her gün yapılıyordu.

Bandırma Sulh Ceza Mahkemesi; 20 Mayıs 1968 günü aldığı gıyabî tutuklama kararını, 24 Mayıs 1968 günü İstanbul polisine tebliğ etti. Oysa Şule Yüksel Şenler’in 26 Mayıs 1968 günü Harbiye Spor Sarayı’nda konferansı vardı. İlanı günler öncesinden verilmişti. 26 Mayıs’ta halk spor sarayını saatler öncesinden doldurmuştu. Çevre illerden otobüslerle gelenler vardı.

Ailesi ve avukatları Şule Yüksel’in gizlendiği yerden çıkmamasını ve konferansa gitmemesini istiyordu. Bu gidişin yüzde yüz tutuklanmayla neticeleneceğini hepsi biliyordu. Ama Şule Yüksel’i ikna etmek mümkün değildi. Hastalığına ve aranmasına rağmen hem kendisini dinlemeye gelen halkı boş çevirmek istemiyor, hem “Kaçıyor!” denilmesini kabullenemiyordu.

Ve tüm itirazlara rağmen gitti, gizlice yan kapıdan girip konuşmasını yaptı.

Başbakan Süleyman Demirel: “Ne yapayım yani şimdi, bu beni aşar”

Bu arada dışarıda Üzeyir durumu Mehmet Şevket Eygi’ye telefonla bildirdi. O da Başbakan Demirel’e telefon açtı.

“Sayın Demirel, seçim arefesindesiniz, böyle bir oyun oynanıyor, size de seçim kaybettirmek için bu oyun. Şu anda Şule Yüksel, Spor Sergi Sarayı’nda, orası tıklım tıklım, bütün basın orada ve Şule Hanım herkesin gözü önünde tevkif edilecek, böyle bir plan var.”

Demirel:

“Ne yapayım yani şimdi?” dedi.

Mehmet Şevket Eygi:

“Siz talimat verin emniyete, bu tevkif olayını yapmasınlar. Biz onu gizleyeceğiz, teslim etmeyeceğiz. Bu davanın başka bir vilayete alınmasını sağlayın.”

Demirel:

“Bu beni aşar!” diye cevap verdi.

Konuşma bitiminde polisler Şule Yüksel Şenler’i almak istedi ama konferansı dinleyen kadınlar polislerle mücadele ederek onu koruyup dışarıya kaçırdılar. Zaten kadınların arasında kalan polisler şaşkındı. “Bunların hangisi Şule Yüksel. Hepsinin başı Şulebaş!”

Dışarıya çıkarılan Şule Yüksel Şenler, gençler tarafından bir arabaya bindirilip uzaklaştırıldı.

Dışarıda bulunan binlerce erkek Vilayet’e yürümeye başladılar. “Valiliğe, valiliğe!..” diye bağırıyorlardı. Taksim’den Vilayet Konağı’na doğru hareket ettiler. Arabaları olan erkekler acele etmek gerektiğini düşündüklerinden kısa zamanda Vilayet’in önünü doldurdular. Valiliğe haber gönderdiler.

“Eğer bu tevkif kararı geri alınmazsa biz bu vilayeti yerinde bırakmayacağız! Arkamızda yürüyerek gelmekte olan on binler var. Gerekirse İstanbul’u darmadağın ederiz.”

Valilikten olayların büyümemesi için tevkif olmayacağı haberi gelince bazıları geri döndü, bazıları “Ne olur ne olmaz!” diye beklemeye devam etti.

Spor ve Sergi Sarayı Konferansı’ndan sonra Şule Yüksel Şenler’i İstanbul’da bir eve sakladılar. Ağabeyi Üzeyir ise Bandırma’ya gitti. Öğreneceklerini öğrendikten sonra İstanbul’a döndü. Cezaevinin durumu kötüydü. Bekir Berk, Ali Oğuz, Hamit Çağıl, Yusuf Türeli, her biri dindar insanların her davasına koşmaya çalışan avukatlardı. Özellikle Bekir Berk, Türkiye’nin neresinde bir dava varsa, kar kış, dağ tepe hiçbir engel tanımadan her yere yetişmesiyle tanınıyordu.

Bekir Berk ve diğer avukatlar, tutuklu yargılanma kararının iptali için başvurmak üzere Bandırma’ya gideceklerini söylediklerinde Şule Yüksel, kendisinin de geleceğini söyledi. İtiraz etseler de söz geçiremediler.

“Hiç umurumda değil” diyordu. “Eğer hapisse hapse girerim! Dilekçe kabul edilirse sizinle dönerim ama asla kaçak olamam, ben de gideceğim.”

Bandırma’ya akşam vakti ulaştılar. Geceyi bir otelde geçirdiler.

“Şule Hanım, siz hem dinlenin, hem bavulunuzu hazırlayın. Dilekçe kabul edilmezse cezaevine gireceksiniz biliyorsunuz!” dedi avukatlar.

Savcı, Bekir Berk’i ve dilekçeyi görür görmez daha okumadan geri çevirmişti. Tutuklama kararını kaldıramayan avukatlar otele döndüler. Şule Yüksel Şenler’i arabaya bindirdiler. Savcılığa gitmek üzere olduğunu zanneden ve Bandırma’dan çıkarılırken sürekli lafa tutulup dikkati dağıtılan Şule Yüksel, durumu fark ettiğinde şehirlerarası yoldaydılar.

“Hani mahkemeye çıkacaktık?” dedi.

Bekir Berk’ten aldığı cevap karşısında yıkıldı.

“Şule Hanım, maalesef sizi kaçırıyoruz. Biz bunu tahmin ettik ve size haber vermeden götürdük dilekçeyi.”

Şule Yüksel yine itiraz etti ama ağabeyi Üzeyir inatçı kardeşine sert çıktı.

“Şule, eğer sen o cezaevine girersen, bir daha eve gelemezsin. Bizi ebediyen unut!”

Şule Yüksel Şenler için kaçak dönemi başlamıştı. Avukatlar onu Bursa’ya kaçırıyorlardı.

İsmail Fatih Ceylan yazdı: Şule Yüksel Şenler'in kaçak güçleri
İsmail Fatih Ceylan yazdı: Şule Yüksel Şenler’in kaçak güçleri

Bursa’da kaçak bir yazar

Gazeteler onunla ilgili haberler yazar, fotoğrafları kahvehanelere ve halk tarafından görülecek yerlere asılırken, Şule Yüksel Şenler Bursa’da bir evin çatı katında günlerini geçiriyordu. Herkes dışarıda yaz hayatını yaşarken, pencereleri ve kalın perdeleri sıkı sıkıya kapalı karanlık odalarda ev hapsine mahkûm yaşıyordu. Gün yüzüne, güneşe, temiz havaya, ışığa hasret kalmıştı.

Bursa’daki ev sahipleri Kâmil Günışık ve hanımı çok muhterem insanlardı. Ev iki katlıydı, bir de çatı katı vardı. Evin hanımı, Türkiye’de ilk kez yalnızca hanımlara hizmet veren, yalnızca hanımların çalıştığı bir çeyiz mağazası işletiyordu. Giriş katında satış yapılırken, ikinci katın karşılıklı iki odasında kızlar makinelerde çalışıyordu.

Küçük alandan bir tahta merdivenle çıkılıyordu çatı katına. Arka tarafta bir yatak odası ve bir de çekyatlar konmuş bir oda vardı. Bir de küçük bir hol ve küçük bir tuvalet. Pencerelerde koyu, kalın, bordo perdeler gün ışığı sokmuyordu içeriye. Çatı katı hep loş ve yarı karanlıktı. Kalın perdeler gece gündüz kesinlikle açılmayacaktı. Holde bir masada Şule Yüksel yazılarını yazıyordu.

O çekme katın sıcağı dayanılır gibi değildi. Kendisi ve annesi Ümran Hanım buram buram terliyorlardı.

Kısa süreli bir misafirlik değildi bu, birkaç hafta olmuştu. Çatı katında gizlenmek, zorlu şartlara katlanmak zorunda kalan Şule Yüksel’e, doktorların seyahatine müsaade etmemesine rağmen, kızıyla kader birliği etmiş kalp hastası Ümran Hanım da eşlik ediyordu.

İstanbul’da ise korku ve endişeyi, sıkıntı ve özlemi bir arada yaşayan ve en az onlar kadar sıkıntı çeken bir aile vardı. Düşen bir demir, babası Hasan Tahsin Bey’in ayağını kırmıştı. Sivil polisler sürekli eve baskın yapıyordu.

Kardeşi Gonca Gülsel Şenler ise babasına, küçük kardeşleri Tuncer ve Çiğdem’e bakıyor, evi çekip çeviriyordu. Okuduğu okulda başörtüsü yüzünden öğretmenlerden sıkıntı yaşayan, büyük mücadele veren Çiğdem, şu yaz tatilinde Bursa’ya annesi ve ablasının yanına gitmek istiyordu.

Bursa’da ise Şule’nin gizlendiği evin hanımı çok kaygı duyuyor; yaşadığı heyecan ve korkuyu, yukarı her yemek ve kahvaltı çıkarışında dile getiriyor, “Aman, ne olur dikkat edin!” diye sürekli uyarıyordu. Bu uyarılar, zaten iyice daralmış, bunalmış, adeta kabirdeymişçesine bir ortamda yaşayan Şule Yüksel’i hepten üzüyor, yük olduğu hissiyle eziliyor ve “Eziyet veriyorum!” düşüncesi içinde başına oturduğu yemekler boğazında diziliyordu.

Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.

Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.

Tedbirden her tarafı sıkı sıkıya kapatılmış olan karanlık, havasız, ahşap binanın çatı katı; Şule Yüksel için bir kurtuluş değil, ızdırapların en büyüğü hâline gelmişti. Odanın içinde gerçekleşen en küçük hareket, namaz esnasında secdeye varışı bile aşağıdaki işçi kızların dikkatini çekmeye “Yukarıda ne oluyor?” sorusunu sormalarına yetiyor, bu durum ev sahibesinin de yüreğini ağzına getiriyor, o hızla bir fırsatını bulup yukarı çıkıyor ve “Ne olur, dikkat edin!” uyarısını yineliyordu.

Alçak tavan, tepede güneş, karanlık oda, yine karanlık bir hol. Yazılarını bu holdeki küçük masada el fenerinin titrek ışığında yazıyordu. Daha önce Karadeniz konferansları esnasında, üşütme zannettiği ve üstünde durmadığı hastalığının tüberküloz olduğunu, o çatı katında süren zorlu, hapis günlerinde henüz bilmiyor, bir türlü geçmeyen öksürük nöbetlerine ve halsizliğine bir anlam veremiyordu.

Küçük kız kardeşi Çiğdem gelince Şule Yüksel ve annesi için bir değişiklik olmuştu. Çiğdem okulda başından geçenleri anlattıkça üzülmüşlerdi. Kız, annesini ve ablasını çok özlemişti. “Ne zaman bitecek bu çile?” diyor, ağlıyordu bazen.

Bu arada komşularda şüpheler başlamış, “Perdeler neden böyle sıkı kapalı?” diye soranlar olmuştu. Bu şüpheler ve sorular çoğalınca bir gece hiç tanımadıkları başka insanların evine götürüldüler. Orada da yine evin hanımıyla eşi haricinde kimsenin bu durumdan haberi yoktu. Bir dairenin içinde hiç ses çıkarmadan, her an görünme ve tanınma korkusuyla o evde kaldılar. Sonra oradan oraya, oradan oraya, aylar böyle geçti.

Kalmak zorunda oldukları evler, cezaevinden daha karanlık, daha sessizliğe mahkûm ve cezaevinden bile daha sıkı denetleniyordu. Ev sahipleri ne kadar ilgi ve alaka gösterirlerse göstersinler; o, her defasında yeni yüzlere alışmaya mecbur olmanın sıkıntısını yaşıyor ve her defasında “Yük oluyorum, sıkıntı veriyorum” duygusuna kapılmaktan kurtulamıyordu. “Ya buraya baskın yapılırsa? Ya evin sahibi de zarar görürse? Ya evin hanımı bu duruma karşıysa?” Kendisini unutup, sürekli kaldığı evin sahiplerini düşünüyordu.

Bir gün İstanbul’a gitme kararı alınınca çok sevindi. Bursa’daki kaçak günleri sona ermiş, sıra İstanbul’daki kaçak günlere gelmişti.

İsmail Fatih Ceylan yazdı: Şule Yüksel Şenler'in kaçak güçleri
İsmail Fatih Ceylan yazdı: Şule Yüksel Şenler’in kaçak güçleri

İstanbul’daki kaçak hayat

İstanbul’a, büyük bahçe içinde, yeşillikler ortasında bir ahşap eve getirildiğinde biraz olsun ferahlamıştı. Kimseler yoktu. Bursa’da olduğu gibi bahçeye sadece gece yarıları çıkmak zorunda değildi.

Sokakta bir başörtülü görüldüğünde insanların durup seyre koyulduğu, başörtü takan herkesin adının “Şuleci”ye çıktığı bu dönemde, tanınıp ihbar edilmesi an meselesiydi.

Şimdi geldiği ev, uzakta, sakin, sessiz bir yerdi. Artık bu ahşap konağın balkonunda yazıyordu yazılarını.

Şule Yüksel, gerek gizlilik döneminin uzaması, gerekse kaldığı yerlerin deşifre olması kaygısı ile İstanbul’da da ayrı ayrı semtlerde kalmaya devam etti.

Her şeye rağmen bir taraftan yazılarını yazıyor; bir taraftan üniversiteden kızlarla sohbet ediyor, görüşmeler yapıyordu.

Edirnekapı’daki ev, Bandırma’ya avukatlarla gitmeden önce kaldığı evdi. Annesiyle ikisi karşılıklı çekyatlarda yatıyordu kendilerine ayrılan odada.

O evdeki ilk gecelerinde, annesi çok rahatsızlandığından uyuyamadığı için uyku ilacı almıştı. Gece yarısı Şule Yüksel karnında bir sancıyla uyandı. O kadar ızdırabı vardı ki, ağlamaya, bağırmaya başladı. Annesi derin uykuda olduğu için duymuyordu. Arada bir gözünü açıyor, “Şule, ne oldu kızım?” diyor, ilacın tesiriyle dalıyordu.

Sonunda evin hanımı sesini duydu ve eşine haber verdi. O da avukatını aradı.

“Fatma çok hastalandı. Ne yapmamız lazım? Bir hastane, tavsiye edeceğin bir doktor var mı?” diye soruyordu avukata.

Şule’den Fatma diye bahsediyorlardı tedbir amaçlı.

“Telaşlanma! Falanca hastaneye git, ben şu doktoru arayacağım, o sizi karşılayacak.” diye cevap verdi avukat.

Hastaneye vardıklarında doktor kendilerini merdivenlerde karşıladı.

“Tamam, telaşlanmayın, hasta çocuk nerede?” diye sordu.

Ev sahibi Şule Yüksel’i gösterdi.

Doktor şaşırdı.

“Aman pek de kocamanmış çocuk!” dedi.

Ev sahibinin küçük kızının adı da Fatma’ydı. Uykulu yapılan konuşmada avukat, Şule Yüksel’den bahsedildiğini anlamamıştı. Küçük Fatma için doktor sorduğunu düşünmüş ve onları Çocuk Hastalıkları Bölümü’ne, çocuk doktoruna yönlendirmişti.

Şule Yüksel’in vaziyetinden, durumun acil olduğunu anlayan doktor fazla üzerinde durmadan hemen onu muayeneye aldı.

Doktor muayeneden sonra fırtına gibi çıktı odadan.

“Çabuk ameliyathaneyi hazırlayın, çabuk!” diye talimat verdi. Şule Yüksel’in apandisiti patlamak üzereydi.

Ameliyat hazırlığı yapılırken narkoz mütehassısı genç bir doktor içeriye girdi. Birden gözleri şaşkınlıkla açıldı:
“Aman hanımefendi, bu ne tevafuk efendim. Ben sizi, gazeteye, ziyarete gelecektim. Hatta, evinizde ziyareti düşünüyordum. Sizinle burada, bu şartlar altında tanışmak, inanamıyorum!”

Hastanın kim olduğu ortaya çıkmıştı.

Şule Yüksel’in hastanede olduğunu öğrenen birileri çoktan polise haber vermiş ve polis kapıda konuşlanmış, taburcu olacağı günü beklemeye başlamıştı bile. Çıkış, gizlice kalacağı bir eve değil, tutuklu yargılanacağı cezaevine olacaktı.

Bütün doktorlar başında onu teselli ediyordu:

“Şule Hanım, siz hiç merak etmeyin, biz sizin yanınızdayız. Hiç kendinizi yormayın. Sizi buradan öğle tatilinde çıkaracağız. Çıkış yapan memurlar da, dışarıdaki polisler de ‘Nasıl olsa öğle tatilinde çıkış yapılmıyor’ diye yemekte olacaklar ve biz işlemleri yapıp sizi göndereceğiz.”

Dedikleri gibi çıkardılar hastaneden. Ama aksilikler bir türlü bitmiyordu. Apandisit ameliyatı sonrası halsizlik, ateş nöbetleri başladı. Sigortadan yararlanabilmesi, ilaçları alabilmesi için heyet raporu gerekiyordu.

Bir sigorta hastanesine götürdüler. Orada heyete girdi. O heyetteyken yine ihbar edildi. Dışarıda bekleyen bir tanıdığı Şule Yüksel’i tanıyan doktorlardan birinin ihbar ettiğini öğrenmiş, haber vermişti. Tam ekip gelecekken oradan da kaçırıldı.

Bir gece, emniyetten üst düzey yetkili birisinden kaldığı eve telefon geldi.
“Şule Hanım’ın sizde kaldığını öğrendik ama ona da kıyamıyoruz. İhbar olunca evi aramak mecburiyetindeyiz. Arayınca da çıkar ortaya. Ben yarına kadar arama emrini bekletiyorum. Lütfen, uçakla geç saatte herhangi bir şehre kaçırın. Benim tavsiyem İzmir, orası olursa daha iyi olur!”

Bu telefon üzerine Şule Yüksel’i gece yarısı İzmir’de, deniz kenarında bir yalıya götürdüler. Çok hastaydı. Denize karşı bir odada, annesiyle birlikte bitik bir vaziyette hasta yatıyordu. O günlerde heyet raporu geldi. Tüberküloz hastası olduğunu öğrendi.

Kısa bir süre sonra tekrar İstanbul’a döndü. Gizlendiği evde sürekli yazıyordu. Bir senaryo yazacaktı bu defa. Yıllar önce “Şule Dergisi” için hikâye olarak kafasında kurgusu hazır olan “Huzur Sokağı” üzerinde çalışacaktı.

Bandırma savcısının evine baskın yapan gençler

O günlerde ilginç olaylar gelişti. Gizlenerek kaçak bir hayat yaşayan Şule Yüksel Şenler için onu sevenler bir şeyler yapmaya çalışıyordu. Altı arkadaş silahlanmış, Bandırma savcısının evine gitmişti.

“Buyurun gençler, hayırdır?” dedi Savcı.

Altı kişi bellerinden silahları çıkarıp masasının üstüne tak, tak, tak koydular.
“Biz kelleyi koltuğa aldık,” dedi içlerinden biri. “İstersen aç telefonu emniyete, yakalasın bizi. Bizim arkamızdan gelenler var. Biz öncüyüz. Bu işin kurtuluşu yok!”

“Nedir derdiniz?”

“Adalet Bakanlığı’na bir yazı yazacaksın. Şule Yüksel Şenler davasının Bandırma’da görülmesi asayiş yönünden büyük bir tehlike arz edeceğinden, mahsurlu olduğundan, bunun bir başka vilayete aktarılması filan diyeceksin. Bu kadar. Ve göndereceksin. Farklı bir şey yazarsan gene geliriz.”

Savcı dediklerini yaptı ve Demirel’in “Beni aşar!” dediği dava böylelikle İzmir’e alındı.

İzmir’e alınması yeterli değildi. Gıyabi tevkif kararının vicahiye çevrilmesi gerekiyordu. Bunun için Şule Yüksel’in savcının karşısına çıkması gerekiyordu. Hâkim solcuysa o da tutuklu yargılanma kararı verecek ve bütün çabalar boşa gidecekti.

Şule Yüksel Şenler’in dostları, İzmir’in tekstil kralı olarak anılan bir tanıdıklarına bir şeyler yapması için başvurdular.

“Gelsin Şule Hanım, başımın üstünde yeri var!” dedi iş adamı.

Bu haber üzerine Şule Yüksel İzmir’e geldi ve o iş adamının misafiri oldular. İş adamı itibarını kullanıp meseleyi halletti. Şule Yüksel, ifadesini verdi. Mahkemeden tutuksuz yargılanma kararı çıktı ve sonra beraat etti.

Tekrar döndüğü konferanslara Cağaloğlu’ndaki Millî Türk Talebe Birliği salonunda başladı. İsmail Kahraman, Şule Yüksel’in dostlarından Tenzile Hanım’ın liseye giden oğlu Recep Tayyip Erdoğan, Abdullah Gül, Bülent Arınç gibi MTTB’li gençler konferans verecek olan Şule Yüksel Şenler ile yakından ilgilendiler.