Paul Thomas Anderson’un merakla beklenen son filmi Savaş Üstüne Savaş bu hafta ülkemizde vizyona giriyor. Amerikalı yazar Thomas Pynchon’ın Vineland eserinin serbest bir uyarlaması niteliğindeki filmin oyuncu kadrosunda Leonardo DiCaprio, Benicio del Toro ve Sean Penn gibi severek takip ettiğimiz starlar yer alıyor. Geçtiğimiz hafta da Amerika’da gösterime giren film, özellikle sosyal medyada ortalığı bir hayli ayağa kaldırdı. Büyük bütçesi, 1970’ler Amerikan sinemasına öykünen araba kapışma sahneleri, Western türüne atıfta bulunan mekanları ve hiç aksamayan yüksek temposu ile film, senenin kesinlikle en çok ses getirecek yapımları arasında. Ben filmin şimdiden, önümüzdeki yıl düzenlenecek Akademi ödül töreninde birden fazla heykelcik kazanarak, geceye damgasını vuracağına inanıyorum.
Filmin konusuna gelirsek: Bir tarafta French 75 isimli aşırı sol ve çoğunlukla siyahi devrimcilerden oluşan bir yeraltı grubunu takip ederiz. Bu arkadaşlar korkudan tamamen arındırılmış, özgür bir toplum inşası için sağı solu bombalarlar, adam kaçırırlar, esir alınan mültecileri serbest bırakırlar ve banka soyarlar. Spektrumun diğer ucunda ise bu grubun saldırılarını terörizm olarak gören göçmenlik polisi memuru Albay Steven J. Lockjaw’u (Sean Penn) izleriz. Lockjaw beyaz ırk dışındaki tüm ırklara (özellikle de siyah ve göçmen) nefret ile bakan ve Christmas Adventurers isimli, modern bir Ku Klux Klan olarak tanımlayabileceğimiz, Hristiyan aşırı sağ bir gruba kendisini beğendirebilmek için elinden gelen her şeyi yapan bir askerdir.
Kaderin cilvesi veya senaryonun cilvesi bu ya, Lockjaw, French 75 örgütünün belki de en gürültülü üyesi olan, siyahi kadın Perfidia Beverly Hills’e (Teyana Taylor) cinsel bir takıntı geliştirir. Hills’in hamile kalmasının ardından, örgütün ender beyaz üyelerinden ve Hills’in de erkek arkadaşı olan Ghetto (Leonardo DiCaprio), örgütü ikinci plana atmaya, çocuğu büyütmeye ve aile kurmaya kararlıdır. Ancak Hills’in davaya olan bağlılığı ve bebeklerinin devrimci ruhuna engel olacağına inanması, doğumdan sonra Hills’in, Ghetto’yu terk etmesine ve onu çocukla tek başına bırakmasına yol açar. Bu sırada harekete geçen Lockjaw, örgütün birçok üyesini infaz eder. Bunu duyan Ghetto, yakalanmamak için yeni doğan bebeği ile inzivaya çekilir. Ancak bebek Willa (Chase Infiniti), yıllar sonra büyüdüğünde, Lockjaw’un tekrar hedefi haline gelir. Ve bu kedi fare oyununda devrimciliği, annesinin gerçek yüzünü ve de savaşmayı öğrenir. Ghetto da kızını kurtarmak için yıllardır inzivada olan eski devrimcileri harekete geçirmek için elinden geleni yapar.
Birçoğuna göre film, aşırı sağ ve solun çatışmasını büyük perdeye taşıyan çağdaş bir Amerika portresi. Ben bu yoruma büyük oranda katılsam da bugünün Amerika’sında, aşırı sağın ısrarla iddia ettiği gibi, şiddet eylemlerini davasının omurgasına yerleştirmiş bir aşırı sol görmüyorum. Bu tartışmalar elbette en çok, politik aktivist Charles Kirk’ün suikastının ardından Trump yönetiminin Kirk’ün aşırı sola bağlı bir zihniyetin kurbanı olduğunu dile getirmesiyle alevlendi.
Ancak bunun pek de doğru olmadığını, solun Amerika’da oldukça dağılmış ve silahlanmaktan da çok uzak olduğunu görmek herhâlde çok zor değildir. Dolayısıyla filmin tasvir ettiği Amerika, daha çok 1960’lar solu ile bugünün sağının kapışması gibi geliyor bana daha çok. Bu da benim, kendi Amerika okumam olsun.
PTA sineması
Anderson’ın kariyerinin başladığı 1990’lı yıllar, benim de ergenlik yaşlarıma denk gelir. Dolayısıyla yönetmenin sineması ile büyüdüğümü ve ondan öğrendiğimi söyleyebilirim. O yaşlardayken çok sevdiğim ancak olgunlaştıkça sinemasından uzaklaştığım ve bana bayat gelmeye başlayan tonla yönetmen ismi sayabilirim bugün size. Ama Anderson’ın sineması bunlardan biri değil. Ben yaş aldıkça eş zamanlı onun sineması da büyüdü. Her yeni filmi ile çıtayı biraz daha yükseltti ve hep “havalı” filmlerin yönetmeni oldu. Kaleme aldığı çok katmanlı karakterleri beni düşündürmeye devam etti.
Örneğin, ilk büyük çıkışını yaptığı ikinci filmi Boogie Nights’ı (1997), o yıllarda yabancı kaliteli filmlerin adresi ve evimizin değişmez eğlence kanalı Cine5’te izlemiştim. Henüz 13-14 yaşlarındayken, fiziksel özellikleri sayesinde porno endüstrisinde hızla yükselişe geçen Dirk Diggler isimli erotik yıldızın filmini izlemek için o zamanlar uygun yaşta mıydım çok emin değilim. Ancak Diggler’dan öğrendiğim ve hikayesinden çıkardığım önemli dersler olmuştu. Seyirciler olarak biz, yükseliş ve düşüş hikayelerine bayılıyoruz ve ağzımız açık izliyoruz.
Oyunu kurallarına göre oynamayan ve dolayısıyla kolaylıkla yükselen ama her yükselişin bir düşüşü olduğunu da anımsatan, suçluluk, af ve kefaret hikayeleri seyircide büyük bir yankı uyandırıyor. Kısa sürede kariyerinde tahmin edemeyeceği bir star seviyesine ulaşan Diggler, egosuna ve kötü alışkanlıklarına yenik düşer. Filmin başından beri biz seyircileri karizması ile avucunun içine alan Diggler, bir noktadan sonra iyice yalnız kalır. Bizim için de artık yalnızca çıkarılacak bir derstir.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Yönetmen ilerleyen filmografisinde çok bariz olmasa da kurtuluş arayan karakterler üzerinde gezinmeye devam eder. There Will Be Blood (2007) filminde usta oyuncu Daniel Day Lewis’in canlandırdığı Daniel Plainview karakteri, petrol bulup konmayı planladığı araziler için imana boyun eğmemeyi ant içmiş, gözü dönmüş bir adamdır. Plainview, kapitalizm ve dini karşı karşıya getirir. Sırf toprak sahibi köylülerin gönlünü kazanmak ve onları istediği yere çekebilmek için de küçük yaşta tanımadığı bir çocuğu sahiplenir ve kapı kapı onunla dolaşır. Seyirciler olarak hep kendimizi çok saf buluruz yönetmenin çizdiği karakterleri izlerken. Bu bizim aklımıza neden gelmedi? Biz onlar kadar kötü olamayız.
The Master (2012) filminde de İkinci Dünya Savaşı’nın ardından, travma sonrası stres sorunları yaşayan ve ne yaptığının çok da bilincinde olmayan Joaquin Phoenix’in canlandırdığı Freddie Quell karakterini izleriz. Freddie, savaş sonrası Amerika’da oluşan politik, dini ve ekonomik boşluktan istifade ederek yeni oluşmakta olan orta sınıfın inanabileceği, tapabileceği, günlerini geçirebileceği, fabrike edilmiş bir dinin yaratıcısının –filmin aslen Scientology’nin kurucusu L. Ron Hubbard’ı konu aldığı söylenir– yanında kendisine bir yer edinir. Bu cemaat içerisinde de tek yapması gereken Phillip Seymour Hoffman’ın canlandırdığı ustası, Lancaster Dodd’a, kendi karışımı olan uyuşturuculu limonatasını hazır etmektir. Freddie, bir flanör edası ile bir oradan bir buraya savrulur. Ama sonunda kendisini hep, inişli çıkışlı ilişkilerine rağmen Dodd’un yanında bulur.
Anderson’un karakterleri ders niteliğinde içimde yaşamaya devam ediyor. Savaş Üstüne Savaş filminde de gençliklerini ve zirve yıllarını geride bırakmış eski devrimcilerin çocukları ile ne yapacaklarını bilememelerini izliyoruz. Devrimcilerin davalarına olan inançları ve daha da önemlisi işledikleri suçları çocuklarına da bulaşacak mı? Yoksa kendi kaderlerini çizmeyi ve ebeveynlerinin suçlarından arınıp topluma karışmayı başarabilecekler mi? Ya da tıpkı anne ve babaları gibi, davalarına sıkı sıkıya sarılıp onlar gibi devrimciler mi olacaklar?
Savaş Üstüne Savaş üzerine yazılacak, çizilecek, düşünülecek daha çok şey var. Onlar da başka yazıların konusu olsun. Ancak filmi, hazır sinema salonlarında gösterimdeyken yerinde izleyin derim. Büyük perdenin yarattığı illüzyon, PTA’nın müthiş yönetmenliği ile birleşince koltuğunuzda havalanıyorsunuz!