Toplumsal iyiyi amaçlıyor olması bir yasayı kendiliğinden meşru kılar mı? İyi bir amaçla çıkarıldığı müddetçe, yasalar her şeyi konu edinebilir mi? Her konuda yasa çıkartıp, yaşamınızın tüm alanlarını düzenlemeye çalışan bir devletin vatandaşı olmak ister miydiniz? Tüm bunlar siyaset, hukuk ve etik ilişkisine dair temel bir problematiğe işaret eden sorular.
Bu sorular üzerine düşünecek olursanız, herhangi bir yasanın ‘iyi’ bir amaca sahip olmasının, o yasayı haklılaştırmaya yetmeyeceğini fark edeceksiniz. Örneğin günde on bin adım atmak ve bol salata yemek hemen herkes için iyidir. Ancak günde on bin adım atmayan ve yeterince lifli gıda yemeyen insanlar için çeşitli cezalar öngören bir kanun tasarısını düşünelim. Amacın iyi olduğunu kabul etsek dahi böylesi bir kanunu meşru görmek zordur. Bu kanun özel alanımızı tümüyle ihlal etmekte, iyi bir yaşamın ne olduğuna dair farklı fikirlere sahip olma özgürlüğümüzü elimizden almaktadır. Tek bir iyi yaşam idealini dayatan ve kamusal ile özel alan arasında ayrım yapmadan hayatın her alanını hukukun konusu haline getiren bu gibi yasalar totaliter rejimlere özgüdür. Politikanın etiğin bir aracına dönüşmesi neticesinde ortaya çıkar böylesi rejimler. Amaçları ütopik bir toplum yaratmak olsa dahi, bir ideal doğrultusunda insanların kamu gücü tarafından ahlakileştirilmek istenmesi esasında distopyadan başka bir şey değildir. Böylesi distopyalara öykünen rejimleri modern zamanlarda çok kez deneyimledik. Bunların sonuncusu hemen yanı başımızda kurulmaya çalışılan IŞİD rejimiydi.
On birinci yargı paketinde yer aldığı söylenen LGBTİ+ karşıtı değişikliği bu kuramsal çerçevede yorumlamak mümkün. Henüz önerilen değişikliği somut olarak görmedik. Ancak T24’ten Ceren Bayar’ın haberine göre taslak metinde “doğuştan gelen biyolojik cinsiyete aykırı davranışlar” için ceza öngörülmekte. Taslağı hazırlayanların politik ve etik arasındaki ilişki konusuna pek kafa yormadıkları, kamu erkinin sınırlarına ilişkin endişeler taşımadıkları ortada. Kendi iyi yaşam ideallerini herkese, özellikle de sayıca azınlıkta olanlara dayatmayı hak ve görev bilen bir zihniyet ile karşı karşıyayız. Bu somut kanun değişikliği önerisini bir kenara bırakıp Türk siyasetinin farklı kanatlarına hâkim olan ahlakçı devlet anlayışının tehlikesine işaret etmek belki daha yerinde olurdu. Yine getirileceği söylenen öneri öyle garabet ki, buna dair söz söylememek olmaz.
Öncelikle şunu belirtmek gerek: doğuştan gelen biyolojik özellikler içerisinde cinsiyetin özel bir yeri yok. Cinsiyetimiz dışında, örneğin empati kurmak ve rasyonel düşünebilmek gibi başka niteliklerle de geliyoruz bu dünyaya. Ve bu niteliklerin herhangi birisine aykırı davrandığımız için cezalandırılmamız ne kadar absürt ise, biyolojik cinsiyetimize aykırı davranışlarımız için cezalandırılmamız da o kadar absürttür. Doğuştan gelen rasyonel düşünme yeteneğine aykırı davrandığı ve bu yolla gençlere kötü örnek olduğu için insanları cezalandıran bir kanunun saçmalık ile korkunçluk arası bir yerde durduğunu fark edebiliyorsanız, yargı paketinde yer aldığı söylenen teklifin de bundan farksız olduğunu görebilirsiniz.
Hiç kimse kendi biyolojik niteliklerine uygun davranmaya kanun yoluyla zorlanamaz. Doğuştan gelen saç rengimiz, yüz hatlarımız, kişilik özelliklerimiz ve benzeri pek çok konuda kendi irademizle değişiklik yapma hakkına sahibiz. Kimsenin aklından bunun için bizi cezalandırmak geçmemeli. Kaldı ki sosyal hayat, biyolojik nitelik ve eğilimlerimizin bir bölümünün bastırılması, ötelenmesi ya da farklı yollara kanalize edilmesi üzerine kuruludur. Bu durumda sözünü ettiğimiz değişikliği teklif edenler herkesi kendi biyolojik eğilimlerine tam bir sadakatle yaşamaya mahkûm ederek, toplumu bir doğa durumuna döndürmeyi amaçlıyor olabilir mi acaba?
Dahası, bu öneri heteroseksüellik dışındaki pek çok cinsel eğilimin de biyolojik kökenleri olduğu ve hem insan dışındaki pek çok türde de gözlemlenebildiği gerçeğini dikkate almıyor. Oysa bilimsel literatür bu konuda şüpheye yer bırakmayacak kadar açık. Cinsel eğilimlerimiz büyük oranda doğuştan geliyor. Cinsel kimliğimiz konusunda da birilerini örnek almaya pek ihtiyacımız yok. Yani ‘kötü’ örnek olma argümanının da altı boş. Bütün bu itirazlara karşın söz konusu değişiklik yasalaşırsa, doğuştan gelen cinsiyetine aykırı davranış nedeniyle hakkında dava açılan LGBTİ+ bireylerin, dava konusu davranışlarının biyolojik kaynaklı olduğunu genetik testler yoluyla ispatlamaya çalıştığı Kafkaesk davalara şahit olabiliriz.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Önerilen teklifin bilimsel gerçeklerle uyuşmadığı açık. Fakat tehlike spesifik olarak LGBTİ+ bireylerin özgürlükleri ile sınırlı değil. Bizim esas meselemiz toplumsal hayatta devlete biçtiğimiz yer ile ilgili. Yalnızca kendimizin daha iyi, daha doğru, daha güzel yaşamasını istemiyoruz. Aynı zamanda bu iyi yaşam idealimizin kanunlar aracılığıyla başkalarına da zorla dayatılmasını istemiyoruz. Toplumu ahlakileştirmek isteyen bir “etik devlet” modeliyle sorunumuz yok. Olsa olsa, bu etik devletin takip ettiği değerler bizim sahip olduklarımızla örtüşmediğinde rahatsız oluyoruz. Dolayısıyla modelin kendisine ilke olarak karşı çıkmıyor, kamu erkini yalnızca kamusal konularla sınırlamaktan imtina ediyoruz. Bir şikâyetimiz varsa, bu olsa olsa devletin toplumu güttüğü yönün yanlışlığıyla ilgili.
Halbuki bu anlayışın bir alternatifi var. Devleti ahlaki bir araç değil de kamusal hakem olarak görmek, en azından buna dönüşmesini arzulamak pekâlâ mümkün. Bunun uzun vadede çok daha iyi bir seçenek olduğuna kuşku yok. Çünkü kamu gücü vatandaşlarının nasıl yaşayacağını belirlemek yerine herkesin kendi arzu ettiği şekilde yaşayabildiği bir özgürlük ortamını sağlamak için çalıştığında, buradan ortaya çıkacak fayda bireysel alanla sınırlı kalmaz. Böyle bir toplumun çeşitlilik ve dinamizminin getireceği toplumsal refahı başka herhangi bir yolla ikame etmek imkansızdır. Düşünsel emeğin bu denli değerli olduğu, sıra dışı ve orijinal fikirlerin büyük üretkenlik artışlarını da beraberinde getirebildiği endüstri-sonrası dünyada bu, küresel refah merdiveninde daha yukarılara yol almanın en emin yollarından bir tanesi.
Ancak toplumsal refahın her geçen gün azaldığı ülkemizde siyaset kurumu, artan yoksullukla mücadeleyi böyle uzun vadeli bir perspektifle yapmıyor. Bunun yerine yoksulluğu yeniden üretecek kısa vadeli çözümler peşinden koşuyor. Bu esnada da kimi savunmasız grupları ötekileştirerek toplumsal konsolidasyonu sürdürmeye çabalıyor. En korunmasız toplumsal kesimlerden bir tanesi olan LGBTİ+’ler de iktidarın bu politikalarının bir aracı hâline gelmekte.