Sinema salonları can çekişiyor. Yeni de değil üstelik, epeydir. Şu lanet olası pandemiden sonra tüm sanat sektörleri gibi sinema da büyük bir darbe yedi. 2021’de neredeyse hiçbir sinema salonu iş yapmadı, ne Türkiye de ne de dünyada. Bu krizden en çok ekmek yiyen elbette dijital platformlar oldu. Derhal bu çatlaktan yararlanıp değişen izleyici alışkanlıklarını norm haline getirdiler. Evin konforu içinde film izlerken arada sosyal medyada gezinen, arkadaşlarına mesaj atma gibi aktiviteleri eş zamanlı yapan, filmi durdurup ertesi gün kaldığı yerden tekrar izlemeye devam eden, sevmediği bölümleri hızlı geçen bir seyirci profili oluştu. Sabırsız, odaklanamayan, kendini filme kaptıramayan bir izleyici modeli. Bu izleyici ara sıra da olsa sinemaya gittiğinde aynı alışkanlıklarını salona taşımakta bir sakınca görmedi. Yanındakine filmle ilgili yorumlar yaptı, yaşı ileriyse cık cık diye ekranda gördüğünü tasvip etmeyen sesler çıkardı, cep telefonunun parlak ekran ışığını fütursuzca açtı, evde yayılıp oturmaya alıştığı için koltuklar ona dar geldi, önde oturanı bacağıyla sallayıp durdu, yenilen yiyecekleri hiç saymıyorum bile.
Başkalarını hiçe sayan izleyicinin bu rahatlık talebi, sinema salonlarının sunması gereken büyülü atmosferle taban tabana zıt. Karanlık bir salonda, kolektif olarak dev bir ekrana bakmak adeta bir ayin gibidir, meditatif bir yanı vardır oysa. Ekran sizi alıp uzaklara götürmeli ve en azından iki saat dış dünyayla bağınız kesilmelidir. Yusuf Atılgan, Aylak Adam romanında bunu harika bir şekilde tanımlar:
“Çağımızda geçmiş yüzyılların bilmediği, kısa ömürlü bir yaratık yaşıyor. Sinemadan çıkmış insan. Gördüğü film ona bir şeyler yapmış. Salt çıkarını düşünen kişi değil. İnsanlarla barışık. Onun büyük işler yapacağı umulur. Ama beş-on dakikada ölüyor. Sokak sinemadan çıkmayanlarla dolu; asık yüzleri, kayıtsızlıkları, sinsi yürüyüşleriyle onu aralarına alıyorlar, eritiyorlar.”
Ne yazık ki, günümüzde o “kısa ömürlü yaratık” sinemadan bile çıkamadan ölüveriyor.
Ancak bütün eleştiri oklarını sadece değişen izleyiciye yöneltmek haksızlık olur. Ya salon işletmecilerine ne demeli? Bitmek tükenmek bilmeyen reklamlar, kötü görüntü ve ses kalitesi, yeteri kadar temizlenmeyen salonlar, zaten pahalı biletlerin üstüne bir de havaalanı tarifesinde satılan yiyecek/içecekler, tam yalıtılmamış salonlar, sadece ekranın büyük olmasını IMAX diye yutturan zihniyet. Bunlardan bezen izleyicinin de evinin konforunda film izlemek istemesi de haksız sayılmamalı. Zaten artık bir filmi sinemada kaçırmak, onu tamamen kaçırmak anlamına da gelmiyor. Ekonomik krizle beraber sinemaya gitme eylemi özellikle çocuklu aileler için tam bir lüks haline gelmiş vaziyette. Bu kadar paranın karşılığında da eğlence tüketicisi haliyle yüksek kalitede bir hizmet talep ediyor, evden çıktığına değecek bir deneyim bekliyor.
Medyascope'u destekle. Medyascope'a abone ol.
Medyascope’u senin desteğin ayakta tutuyor. Hiçbir patronun, siyasi çıkarın güdümünde değiliz; hangi haberi yapacağımıza biz karar veriyoruz. Tıklanma uğruna değil, kamu yararına çalışıyoruz. Bağımsız gazeteciliğin sürmesi, sitenin açık kalması ve herkesin doğru bilgiye erişebilmesi senin desteğinle mümkün.
Sinema salonları basit bir film izlemenin ötesinde iki asırlık tarihiyle bir sosyalleşme alanı. İlk flört, gençlikteki ilk tensel yakınlaşmalar ya da karanlıkta kimi zaman duygu yoğunluğundan nefessiz kalma halleri sinema salonlarına farklı anlamlar da yüklüyor. Salonlar sinema sanatına olan tutkumuzun mabetleri çünkü. Ondan kolay vazgeçmemeliyiz. Teknoloji değişse de, daha küçük ekranlar artık elimizin altında olsa da hatta cebimizde fazla para olmasa da sinema salonları hep yaşamalı, hep var olmalı çünkü ne de olsa film (en güzel) sinemada izlenir.