Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Étienne Balibar: “Demokrasiyi demokratikleştirmek gerek”

Fransız filozof Étienne Balibar’ın bu yazısı ilk olarak Open Democracy’de İngilizce yayınlandı. Yazının Fransızcasının kısaltılmış hali 3 Ocak 2017’de Libération Gazetesi’nde yayınlandı. 17 Ocak 2017’de mediapart’ta yayınlanan tam metni Haldun Bayrı çevirdi.

Donald Trump’ın milliyetçi popülizmi ve Avrupalı muadilleri karşısında, bize uluslar-ötesi bir karşı-popülizm gerekirdi.

ABD’de Trump’ın seçilmesinden sonra, dostlarımın dilinin ucuna hep aynı sorunun geldiğine tanık oldum: “Sıra kimde? Le Pen’in Fransa seçimlerini kazanacağını zannediyor musunuz?” Ulusal servetin topluma tekrar dağıtılmasından yana politikaların neo-liberalizm tarafından pestili çıkarıldıktan sonra yazılan senaryolarda, kâh bir tür domino teorisi kâh bir bulaşıcılık ilkesi sıralanmakta. Brexit bunun işaret fişeği gibi görülüyor. Renzi’nin başarısızlığı ve Hollande’ın yeniden aday olmaktan vazgeçmesi, Clinton’ın bozgununun yansıması olarak algılanıyor. Merkel’in aşırı sağ karşısında “tutunup tutunamayacağı”nı bilme meselesi, stratejik değişken yerine geçiyor. Üstelik, Avrupa kamuoyunun ve basınının da aynı sorularla çalkalandığını keşfediyorum. Atlas Okyanusu’nun iki tarafında da, tahlilleri ve spekülasyonları “popülizm” kategorisi kutuplaştırmaya devam ediyor.
Avrupa Birliği’nin ve Amerika Birleşik Devletleri’nin birbirlerine, kendilerini ifşa eden bir ayna tuttukları doğru. Tüm farklılıklar gereğince hesaba katıldığında, boş genellemeler ve dargörüşlü taşralılıklardan da kaçınırsak, iki durum arasındaki etkileşim ve her birinin diğerine yansıttığı ışık, iki tarafta da gelişmekte olanı siyaset kurumunun bir krizi gibi yorumlamamıza imkân tanıyor. Özel olarak doğru bu; çünkü Avrupa tarafında kıta ölçeği belirleyici: Temsil sistemlerini azar azar saran ve onları milliyetçilikle korumacılığın demagojik reçetelerine maruz bırakan felç hali, siyasî ve kültürel proje olarak Avrupa projesindeki çözülmenin sadece diğer yüzü. Amerika tarafındaki imparatorluğun hegemonyasındaki gerileme ise, maddî temellerinden birini oluşturduğu “toplumsal sözleşme” üzerinde etkilerini hissettirmeye başladıktan sonra, anayasal yapıyı da sarıyor; dünyadaki en eski ve en iyi “düzenlenmiş”lerinden de olsa.

Avrupalılar için üç ders

Biz Avrupalılar için, Amerika’nın şu yaşadığı, tarihimize ve pratiklerimize bağlı olarak uyarlamayı becermemiz gereken üç ders barındırıyor en azından.
İlkin –Hillary Clinton’ın bozgununun anlamı tam da budur– neo-liberal kapitalizmin ürettiği ya da tekrar etkin hale getirdiği bölünmelerin derinliğini inkâr ederek siyasetçiyi etkisizleştirmeye (dolayısıyla da demokrasi-sonrası yönetişimin statükosunu ilânihâye uzatmaya) uğraşmak beyhudedir. Bu bölünmeler sınıfsal kırılmalardır (hem ülkesel, hem de ekonomik ve kültürel); etnik-ırksal kırılmalardır (kimi durumda dinsel ayrımcılıklarla da katmerlenen); ahlâkî kırılmalardır (ailevi ve cinsel değerler arasındaki çatışmaları yoğunlaştıran). Trump’ın “öfke” adı altında sahiplendiği, tüm biçimleriyle yapısal şiddetin kurumsal kamuflajı da unutulmasın.
Fakat ikinci olarak –Trump ile Sanders’ın taşıyıcısı oldukları hareketler arasındaki karşılaştırmanın anlamı tam da budur–, sağ ve sol söylemleri birbirine karıştırmak için “popülizm” kategorisini kullanmaktan artık kesin olarak vazgeçmek gerekir. “Sistem”in krizi, hem meşruluk bakımından hem temsil vasfı bakımından, nesnel bir siyasî olgu; bu bir doktrin değil. İster yabancı korkusu yayan bir milliyetçilik anlamında olsun, ister “randevuya gelmeyen halk” yani demokratik direnişler ve umutlar için yeni bir sentez arayışı anlamında olsun, bu krizden çıkarılan sonuçlar birbirine karıştırılmaya mahal verse bile zıt yönde giderler.
Nihayet üçüncü olarak, köklerini tarihten alan ve birbirinden ayrı yönde giden kurumsal modeller, siyaset için hiç kuşkusuz farklı koşullar sunmakta. Ama dünyanın bu iki bölgesinde (burjuva döneminin demokratik modelini icat etmiş, sonra da onu 20. yüzyıldaki özgürleşme hareketlerine ve toplumsal mücadelelere uyarlamış olan bölgelerdir bunlar) genel bir anayasa sorunu’nun su yüzüne çıkışını maskeleyemezler; bu sorunda bahis konusu olan, geri döndürülemez bir demokrasisizleşme ile “demokrasinin demokratikleştirilmesi” arasındaki kararsızlıktır. Demokrasiyi demokratikleştirmek, “taraflar”ın (ya da dünya kavrayışlarının) çatışmaları pahasına, halkın katılımı yolundaki büyük talebe yer açmaktır. Etkin bir yurttaşlığı, bir “medeni/sivil çatışma”yı tekrar icat etmektir. Paranın, teknokrasinin ve kültürel ya da atadan kalan mirasın iktidarını sınırlamak ya da dengelemektir.

Etienne Balibar
Etienne Balibar

İmparatorluk nostaljileri

Bir kıtadan diğerine, bize kendini gösteren toplum ve değer seçeneklerinde, sadece dünya çapında değil “toplu” da olan hedefler amansız; şu anlamda ki, yakından yakına, birbirlerine sirayet ediyor ve kendi verilerinin akılcı bir biçimde ele alınmasının imkânsızlık koşulu’nu oluşturuyor gibiler. Halkların tamamının yaşam koşullarını tehlikeye atacak ölçülere varan iklimsel ısınmanın hızlanmasındaki durum tam da budur. Bu, finans kapitalizmindeki mevzuatsızlaştırmadır, toplumsal güvencesizlik patlamasının diğer yüzü olan nakit yarışıdır. Gerçek zemini yeni göçler ve kültürel melezleşmeler düzeni olan, kendi kendini gerçekleştiren fantazma, “medeniyetler çatışması”ndaki durumdur bu. Her kesişme noktasında aşırı şiddet potansiyel olarak mevcuttur; ya da düpedüz, imparatorluk nostaljilerince, veya laik ya da dinsel evrensellik iddialarınca, silah ticareti çıkarlarınca, güvenlikçi endişelerce azdırılarak zincirinden boşanır bu şiddet. Ekonomik ve dinsel ya da kimliksel biçimler “umumîleşmiş bir şiddet ekonomisi” içinde birleşirler. 30’lu yılların buhranıyla karşılaştırmada ise sakınılması gereken tuzaklar vardır, fakat bu karşılaştırmayı yapmamak da mümkün değildir.
Ölçüp biçmesi ve kamuoylarına sade bir anlatımla tercüme edilmesi zor olan bu meydan okumalarla karşı karşıya kalınca, her geçen gün saptıyoruz ki, egemen olduğu söylenen devlet yapıları güçsüzler ve “tüm gücü elinde tutanın bu güçsüzlüğü”, denetlenemez hale gelebilen kolektif paniklere yol açıyor. “Popülizmler”, periferide zaten gündeme gelmiş olan diktatörlük eğilimlerine yol açıyorlar. Buna karşılık, müzakere yürütüp harekete geçen halk fikrini tekrar yaşatan kendiliğinden meclisler (Occupy Wall Street, Syntagma ya da Gezi Parkı, Nuit Debout…) demokraside bir yenilenme için demokraside bir yenilenme için hazır bulunan mevcut enerjiye tanıklık ederek hayranlık uyandırdılar ve yeniden umut verdiler bize. Fakat oligarşinin tekeline aldığı erklerin birikimi ve yoğunlaşması karşısında trajik bir biçimde nâçar görünüyorlar; bu yüzden de hakiki kurumsal ve demokratik değişimleri üretemiyorlar. Siyaset terazisinin aniden ve uzun süreliğine karşı kefeye savrulmaması için fazladan bir şey gerekirdi. Trump “popülist” bir program üzerinden seçildi; fakat milyarderler ve finansçılardan oluşan kabinesiyle, Goldman’s and Sachs’ın hâlâ kâbuslarına girdiği belli olan 2011’deki liberter/anarşist hareketten rövanşın alınmasını cisimleştiriyor özellikle. Erdoğan elverişli bir “darbe girişimi”nin kendisine sunduğu şansı iyi kavrayarak tüm demokratik temsili ve tüm ifade özgürlüğünü yok etti. Avrupa’nın her tarafında da, sağcısıyla solcusuyla siyaset adamları, Romanlar veya Müslüman Araplar gibi istenmeyen halkları damgalama yarışındalar.
Siyasetin sonuna ve köleliğin uzun gecesine girdiğimiz anlamına mı geliyor bu? Kaygılansak yeridir. Milliyetçi popülizm, çok sayıda kültürü barındıran ve bilişimle donatılmış toplumlar döneminde, –sayısız “azınlıklar”dan oluşmuş olan– çoğunluğun özlemlerine, koruma ve düzenleme düzleminde de, katılım ve temsil düzleminde de cevap veremiyor; çünkü küreselleşmiş bir dünyanın, başta ötekileri yaşatan ve onların bakımını üstlenenler olmak üzere her birimiz için yaşam, emek, tanışma ve mücadele yeri ya da alanları sorununu, efsanemsi ve ayrımcı terimlerle koyuyor. Trump usulü politikaların, ya da onun Avrupalı muadillerinin hayata geçirebileceklerinin etkisiyle, kimsenin gözünün yaşına bakılmaksızın hüsran ve büyüyen bir emniyetsizlik duygusu üreyecektir. Bununla birlikte, farklı toplumsal katmanlarda, özellikle de büyük bir kimlik ve yaşam düzeyi bunalımı yaşayan işçi sınıfında buldukları desteklerin mekanik bir biçimde geri çekilmesini beklememek gerekir: Aksine, bunun hıncını farklı “iç düşmanlar”a çevirmek daha da kolaylaşacaktır.

Uluslar-ötesi bir karşı-popülizm

Bu yüzden, bunun anlamını anlatmanın bazen ne kadar zor olduğunun iyi bilincinde olmama rağmen, her zamankinden fazla, sadece demokratik ve liberal değerlerin “savunulması” için değil, mitsel bir “devrimci” kopuş için de değil (ama elbette komünist öznellikler neo-faşizmin yolunu kesmek için elden geldiğince kalabalık biçimde davetlidir), fakat –Yunanistan krizinin patladığı sırada– uluslar-ötesi bir karşı-popülizm diye adlandırma riskine girdiğimin sınırları aşan dili ve programı icat edilmeyi beklemektedir. Hiçbir çözüm, hatta bir proje bile oluşturmuyor. Avrupa Birliği’nin üye devletlerinden birine (Yunanistan’a) karşı, bankalar tarafından ve bankalar için tasarlanmış ve gayri-resmi “anayasası”na eklenmiş olan ölümcül ilelebet borçlanma reçeteleri uygulama kararı aldığı zaman hızlandırdığı krizi, kasten paradoksal olan bu ismin kendi başına çözemeyeceğini iyi biliyordum. Halbuki şayet güçlerin birleştirilmesi ve sorunun verilerinin teşhis edilmesi isteniyorsa, sanırım uygun isim budur; hedefi ise, halk tarafından ve halk için yapılan siyasetin tekrar doğuşudur. Karşı-popülizmin popülizmle en azından görünüşteki ortak noktası, temsilcilerin denetlenmesinden tedricen düpedüz yetkilendirilmelerine kayan parlamenter kurumların da aracılığıyla, halk kitlesinin fiili olarak iktidardan dışlandığı bir siyasi rejimin oligarşik özelliklerini kınamasıdır. Ancak kimin yararına vuku bulmuşsa onlara tüm erkleri vererek bu dışlanmaya çare olunamadığına inanmasıyla popülizmden kökten bir biçimde ayrılır. Karşı-popülizmin ihtiyaç duyduğu ve tekrar oluşturmaya, hatta siyasalı geleneksel olarak tanımlamış hadlerin ve yurttaşları “kutulara tıkan” sınırların ötesinde yeni biçimlere doğru ilerletmeye uğraştığı ise, temelleri bugünden atılması gereken yarının etkin ve kozmopolit yurttaşlığıdır.

Son kitabı : Des universels (“Evrenseller”, éditions Galilée).

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.