Fransızca yayınlanan üç aylık Moyen-Orient (Ortadoğu) dergisinin 37. sayısında (Ocak-Mart 2018) Türkiye dosya konusu olarak ve “Otoriter dönemeç) başlığında incelendi. Dosyanın girişi yazısını siyasetbilimci Olivier Roy kaleme aldı. Haldun Bayrı çevirisiyle sunuyoruz.
Aslında eskimiş bir soru bu: Ne şeriatı getirmek ne de önceki yılların büyük hareketleri tarafından tasarlanabildiği haliyle İslamcı ideolojiyi hayata geçirmek söz konusu. Bir taraftan, Türkiye derinlemesine sekülerleşmiştir ve öyle kalmaktadır; diğer yandan AKP’nin iktidara gelişi, müminleri seferber eden yeni bir dinî coşku dalgasıyla olmamıştır. Özellikle de dinî talebin tekeli hiçbir zaman AKP’de olmamıştır. Tam aksine: AKP, dinî bir hareket gibi görülmeme kaygısıyla, ama belki yeni toplumsal ve ekonomik elitleri fethetmeye ve belediyeleri yönetmeye daha çok ilgi gösterdiği için de, mesela Mısırlı İhvan’ın aksine, hiçbir zaman kendi dinî ağlarını (öğrenim, vaizlik) geliştirmemiştir. İktidara bir gelince, halktaki dinî coşkuyu seferber etmeye pek yatkın olmayan Diyanet İşleri Başkanlığı üzerinden idare etmekle yetinmiştir din işlerini. Özellikle orta sınıflardaki seçmen tabanının dinî “yenilenme”si, Said Nursi (1878-1960) düşüncesinin tekrar canlandırdığı Sufi tarikatların, Nakşibendilerin faaliyetlerinin sonucu olmuştur. Gülen hareketi tek cemaat değildir, fakat şüphesiz en güçlüsüdür: AKP hükümetinin liberal ekonomik projesi için eksikliği hissedilen dinî kadroları ve ruhu o sağlamıştır.
Gülen hareketiyle yaşanan kopuşun dinî alan üzerinde ağır bir tesiri olmuştur: Harekete bağlı liseler ve dinî kuruluşlar kapatılmış, yayınları yasaklanmıştır; ama bunların yerine hiçbir şey konmamıştır. Her ne kadar baskı diğer Sufi kolları etkilememiş de olsa, devletin bunların faaliyetlerinin genişlemesine izin vermeyeceğini tahmin etmek mümkün. Dolayısıyla tek yol bir Devlet İslamı’nın güçlendirilmesidir.
Özerk dini hareketlere karşı güvensizlik
Özerk olan her dinî harekete karşı bu güvensizlik, dinî alanı katılaştırmaktadır. “Dindarlığın dönüşü”ne toplumsal bir zemin sağlayabilecek tek dinamik olan halk maneviyatının dinamiklerine gem vurmaktadır; oysa Türkiye 1980’li yıllardan beri bir dinî düşünce ve yenilenme yeri haline gelmişti.
Erdoğan’ın yapmaya giriştiği, Polonya, Macaristan ve Rusya’da kimlikçi Hıristiyan popülizminin yaptığına benzemektedir: Dini ulusal kimliğin temel direği olarak tekrar yerleştirmek. Müfredat devreye sokulur, tarih yeniden yazılır, filmler ve diziler büyük Osmanlı çehrelerini yüceltir, tesettür git gide daha fazla ulusal kültürün parçası olarak takdim edilir. Kendini dayatan bir ahlâkın düzenidir bu. Ve sonuç aynıdır: Dini celp eden siyaset olunca, köklerini derinleştirmekten ziyade kırılganlaştırır onu.
Ulusal kimliğe indirgendiğinde, din dış politikada her zamankinden az araç rolü oynayabilmektedir dolayısıyla. Türk devleti, yurtdışındaki Gülen şebekelerini yok ederek etkili bir soft power aracından mahrum kaldığı gibi, Arap Müslüman Kardeşler’le temelsiz (chimérique) ittifakının başarısızlığından sonra, bütün söylevlerde iyiliklerinden dem vurulmasına rağmen Osmanlı İmparatorluğu’nun iki büyük düşmanı olan İran ve Rusya ile tuhaf ve kırılgan bir ittifaka girmekten başka yol bulamamıştır.