Branko Milanoviç: “Nispeten eşitlikçi bir kapitalizme ihtiyacımız var”

Amerikalı ekonomist Branko Milanoviç, dünya ölçeğinde eşitsizlikler üzerine en iyi uzmanlardan. Uzun süre Dünya Bankası’nda çalışmış. Küreselleşmenin etkileri üzerine tarihe geçen araştırması Global Inequality. A New Approach for the Age of Globalization (“Küresel Eşitsizlik. Küreselleşme Çağına Yeni Bir Yaklaşım”, Cambridge, Harvard University Press, 2016, 320 s.) nihayet Fransa’da, Inégalités mondiales. Le destin des classes moyennes, les ultra-riches et l’égalité des chances adıyla La Découverte yayınevi tarafından, eşitsizlikler konusunun bir başka uzmanı, Thomas Piketty’nin önsözüyle yayımlandı.

Libération’dan Vittorio De Filippis’in Milanoviç ile yaptığı ve 10 Şubat 2019’da yayınlanan söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.

Branko Milanoviç
Eşitsizliklerden bahsederken sık sık bir tarafa zenginleri, diğer tarafa yoksulları koyuyoruz… Ne bakımdan daha karmaşık bir durum bu?

Eşitsizlikler konusu çok boyutlu. Sık sık eşitsizlikle eşitliği iki tarafa indirgeme eğilimindeyiz; sanki büsbütün eşit ya da büsbütün eşitsiz olunmalıymış gibi. Bu eşitsizlikler meselesi derece derece görülmeli; bir ısıyı gösteren termometre gibi biraz. Verili bir ülkedeki gelir paylaşımındaki eşitsizliği ölçmek için kullanılan Gini katsayısına çabucak bir göz atmadan eşitsizliklerin nasıl ölçüldüğünü anlamak zor. Bu katsayı, 0’dan 100’e bir çerçevede değişir. Açıkçası, hesaplamadan sonra, değeri 0 (sıfır) ise, o zaman ülkedeki yurttaşlar arasında gelir eşitliği kusursuz demektir. Her yurttaşın cebine ulusal gelirden tam olarak aynı miktar girmektedir. Aksine 100 ise, ülkenin geliri tek bir kişinin kasasına gidiyor demektir ve burada eşitsizlik “kusursuz”dur. Tabii ki bu iki durum gerçeklikte mevcut değildir. Ama her biri, o iki uç nokta arasında, gelir dağılımındaki farklar yelpazesinde, dolayısıyla da eşitsizliklerin ölçüldüğü bir yelpazede yer bulabilir. Gini katsayısı bize eşitsizliğin sadece iki taraflı basit bir sorun olmadığını, ülkelerin az ya da çok eşitlikçi olduğunu göstermektedir. Slovenya’nın Gini katsayısı yaklaşık 25, dolayısıyla sıfıra yakın ve muayyen bir eşitlik gösteriyor. İsveç’inki 23. Güney Afrika’nınki ise 70’e vuruyor, 100’e yakın olduğu için çok eşitsiz. Fransa’nınki yaklaşık 30. (Türkiye’nin 2017’de 47,4 – Ç.N.) Son olarak, dünyanınki hafif düşüşte ve bugün 66 civarında dolanıyor; 2008’de ise 70’ti.

Bu Gini katsayısını kısaca zikrederken, yine de iki taraflı bir yaklaşım içindeyiz…

Konu karmaşık. Eşitliğe doğru eğilimli bir ülkenin, her şeyin iyi gittiği bir ülke olduğunu düşünebiliriz peşinen. Fakat mesela Macaristan, Sırbistan, Slovenya, Slovakya, Arnavutluk, Çek Cumhuriyeti gibi eski Doğu Avrupa ülkelerini alalım. Bu ülkelerin çoğu, Gini katsayısıyla ölçüldüğünde dünyanın en az eşitsizlik olan ülkeleri klasmanının başında. Aslında bu ölçüm, en zenginlerle en yoksullar arasındaki gelir farkının bu ülkelerde nispeten zayıf olduğu anlamına geliyor sadece. Oysa bu zayıflık o ülkelerdeki mütevazı ekonomik düzeyin ürünüdür. Öyleyse, tersine, kuvvetli bir büyüme zemininde gelir dağılımının daha eşitsiz olmasının nispeten olumlu bir belirti gibi yorumlandığı da tahayyül edilebilir. Dolayısıyla sâfî istatistiğe dayalı bir bakış açısıyla ölçülen eşitliğin bizim önceden varsaydıklarımıza ters olduğunun ortaya çıktığı görülebilir.

Ama yanlış yola saptığımızı söylemekle birlikte, yine de dünya çapındaki eşitsizliklerin genel bir düşüşte olduğunu tespit ediyorsunuz. Neden?

Bu doğru; ama Asya’daki kuvvetli büyümeye ve bilhassa Çin ile Hindistan’da bir orta sınıfın su yüzüne çıkışına bağlı bu. Fakat ihtiyatı elden bırakmayalım; zira eşitsizliklerdeki bu genel azalma, Asya’da bile birçok ülkenin içlerindeki eşitsizliklerin büyümesiyle kesişiyor. Bununla beraber, eşitsizliklerdeki toplu düşüşün şöyle bir özelliği var: Zenginler daha da zenginleşiyor. 1426 milyarderin, yani dünya nüfusunun yüzde yaklaşık 0,000002’sinin elinde, dünya zenginliklerinin yaklaşık yüzde 2’si toplanmış. Zenginlik anlamında ağırlıkları nüfus içindeki gerçek ağırlıklarının milyon misli. Bunların zenginlikleri, 1987 ile 2013 arasında, dünya gayrisâfî hasılasının iki misli hızlı büyüdü.

Aşırı zenginleri “dünya plutokratları” diye niteliyorsunuz…

Onların zenginlikleri miraslardan ve özelleştirmelerden gelir. Devlet araçları onların daha da zenginleşmelerine yardımcı olmuştur. Bu hâdise sadece Çin, Rusya ya da Nijerya’da saptanıyor değil. Başka her yerde de, Avrupa’da bile görülmekte. Rusya örneğini alalım; özelleştirmelerin yapıldığı sırada, iyi bir siyasî bağlantıya sahip olmak, kendini özelleştirilmiş bir şirketin tepesinde bulmak için bazen yetiyordu. Roman Abramoviç bir nikel konglomeratının başına bu şekilde geçti. Bir günde milyarder oldu. Bu plutokratlar grubunun içinde, neredeyse tek başına servet yapmış olanlar var; bir de, onlardan çok daha kalabalık, 80’li yılların başından itibaren neo-liberalizm dalgasından yararlananlar var. Bugün, vergi cennetlerini kullanarak para kaçırdıkları için daha da önemli bir mâlî vuruş gücüne sahipler.

Ve ileri sürdüğünüze göre, ülkelerindeki siyasî süreçleri dikte ettirenler de yine bu zenginler…

Plutokratlar siyaseti kangrenleştirdiler. Seçim kampanyalarını finanse ediyorlar, lobi yapıyorlar, işlerine gelecek makaleler yayınlamaları için think tank kuruluşlarına para akıtıyorlar. Kongre’ye seçilmiş en genç temsilci olan Alexandria Ocasio-Cortez’le olup bitenlere bakın. En zenginlere yüzde 70’lik bir vergi koymak istediğini söyleyip duruyor. Şayet Goldman Sachs iseniz ve Hillary Clinton’a para vermişseniz, Ocasio-Cortez’i finanse etmeyi düşünür müsünüz? Cevap hayırdır. Batılı orta sınıfta bir gerilemeye, buna paralel olarak da ulusal mensubiyetinden büyük ölçüde kopmuş bir dünya elitinin yükselişine tanık olunuyor. Demokratik istikrar için bir tehdit oluşturuyor bu. Ve karşımızda bir sapma var: Zenginler tarafından yönetilme sapması. Finanstaki ya da vergideki küreselleşme sorununda bâriz bu.

Ekonomik liberalizmi sorguluyorsunuz…

Ben sadece 80’li yılların başında zengin ülkelerde benimsenen neo-liberal yolun bir çıkmazda olduğunu saptıyorum. Zengin ülkelerin orta sınıfları bu ekonomik açılımdan hakikaten yararlanmadı. 80’li yılların başında Reagan’ların, Thatcher’ların ve Mitterrand’ların orta sınıflara, “Size önerdiğimiz küreselleşme, 1980 ile 2019 arasında gelirlerinizin yılda %1 artması olacak” dediklerini tahayyül edelim. Böyle her yönde bir liberalleşme fikrine insanlar kesin isyan ederlerdi.

Başarısızlık olmayan ne peki?

Neo-liberal politikalardan ve küreselleşmeden istifade eden Asya. Bunu ise hiç kimse öngörmemişti. Bu arada, çalışmalarımda ileri sürdüğüm iki evrimin, yani Asya’daki orta sınıfın su yüzüne çıkışı ile zengin ülkelerdeki orta sınıfın nispî gerilemesinin sık sık paralelleştirildiğini biliyorum. Bununla birlikte, bir bileşik kaplar durumunda olduğumuzu kanıtlayan hiçbir şey yok. Fakat su yüzüne çıkmakta olan Asya ülkeleri zengin ülkelerin “eski dünya”sına nazaran ağır mı basıyor diye sorulduğu da doğru.

Neden ülkelerin içindeki eşitsizliklerden ziyade ülkeler arasındaki eşitsizlikler üzerine eğilmenin daha önemli olduğunu düşünüyorsunuz?

Çünkü ülkeler arasındaki eşitsizlikler ülke içlerindeki eşitsizliklerden daha ağır. Üstelik, dünya ölçeğinde ülkeler arasında gelirlerin böyle karşılaştırılması zorunlu; zira her ülkenin sâkinlerinin gelirleri, küreselleşmenin sonucu olan ekonomik dönüşümlerden etkileniyor. Ülkeler arasındaki eşitsizlikler çok önemli; zira göç hareketlerini belirliyor. Bu nokta hayatî; zira üretimdeki iki etkenin, emeğin ve sermayenin ne şekilde hareket edebildiğini bâriz kılıyor. Sermaye sepeserbest biçimde dünyanın her yerine göçüyor; oysa insanî sermayenin tam bir hareket özgürlüğü yok. Küreselleşmeyi tek bir etkenle, çıkarına göre yer değiştirebilen parayla kavrayamayız; diğer etken insan emeği zayıf bir hareketliliğe zorlanmakta.

Hareketlerdeki bu asimetri eşitsizliklerin gelişmesine katkıda mı bulunuyor?

Orası bâriz… Göç hareketlerine daha büyük bir serbestlik tanınsaydı, dünya çapında küresel eşitsizlikler azaltılırdı. Bazılarının çekinmeden yaptıkları gibi, küreselleşmeye karşı çıkıldığı söylenebiliyor. Bunu söyleyenler tehlikeli şarlatanlardır. Öyleyse, ufkumuzda küreselleşme bulunuyorsa, rota değiştirmek ve insanî sermayeye bu hareket serbestliği sorununu canla başla ele almak gerekir. Öyle ki, üretimin iki etkeni, sermaye ile emek, aynı özgürlükle yer değiştirebilmeli.

Sınırları daha çok açmak eşitsizlikleri azaltmayı sağlar mıydı?

En iyi çözüm tam bir dolaşım serbestliğine sahip olmamız; zira coğrafî eşitsizliklerin daha hızlı telâfîsini sağlardı bu. Ama o dünya, içinde yaşadığımız dünyaya tekabül etmiyor: Bu konu git gide daha çok sayıda demokrasiyi milliyetçi söylemlere ya da yönetimlere itiyor.

Siz neyi savunuyorsunuz?

Ben zengin ülkelerin ihtiyaçlarına hakikaten denk bir göçü kabul etmeleri gerektiğine inanıyorum. Her ülkenin aslında kendine has bir göçmen kabul derecesi olduğuna; bunun da, verili bir anda o ülkenin ekonomik ve toplumsal durumuna tekabül ettiğine inanıyorum.

Eşitsizliklerin azalmasını sağlamak için seçilmiş bir göçten yanasınız…

Hayır. Ben daha ziyade, bir yandan göçmenlere kendilerini ağırlayan ülkelerdeki yurttaşların haklarından farklı haklar önermekle birlikte onlara gerçek bir iş ve belirli bir zaman sonunda ülkelerine dönüş imkânı sunarak, daha çok sayıda kişi akışının sağlanmasından ibaret bir çözüme inanıyorum. Tehlikelerini ölçmediğimiz milliyetçiliklerin yükselişiyle mücadele imkânı veren bir yoldur bu. Böylelikle, belirli bir zaman boyunca iki ya da üç yurttaşlık düzeyi olurdu. Birbirimizi iyi anlayalım: Hümanistim, soldanım, ama gerçeklikteyim: Sınırların tekrar kapandığını görüyorum ve milliyetçiliklerin tırmandığını görüyorum. Böyle bir öneri tartışılmayı kuşkusuz hak ediyor; zira çok sayıda fakat şartlı olarak kabul edilen o göçmenlerin iyi “yurttaşlık düzeyi”nin ne olduğunu tanımlamayı gerektiriyor. Körfez ülkelerindeki göçmen işçilerin gördükleri muameleyi haklı göstermiyorum; ama o göçmenlerin hayatlarının sertliğine rağmen, o ülkeler Asya altkıtasından ahaliyi çekmeyi sürdürüyor. Körfez ülkelerine doğru göçlerinin sürmesi gerçeği, oradaki durumlarını ve ücretlerini tercih ettiklerini gösteriyor. Bir meslek öğrenip anayurtlarına parayla dönen o çalışanlar, dünyadaki eşitsizliklerin azalmasına katkıda bulunuyorlar.

Ama bu çözümünüz geniş ölçüde uygulandı. Birçok ülkede göçmenler ülke sâkinleriyle aynı haklara sahip değiller zaten.

Tam da bu nedenle evsahibi ülkede belirgin bir gereksinim uyarınca kabul edilme derecelerini ölçmeyi denemek önemli. Norveç’in gelişmiş ülkelerin çoğundan fazla göç kabul düzeyinde olduğu bâriz. Başka seçimimiz yok; en azından şimdilik, göç konusunda her ülkenin direnç düzeylerini hesaba katmak zorundayız. Dünya çapında kurallar bulmak gerek. Esnek kurallar gerek. Ne yazık ki, ütopyaya dalıp, küresel eşitsizlikleri hafifletmek için sınırların kalkmasının yeterli olduğunu düşünemeyiz.

Ülkeler arasındaki eşitsizlikleri ne bakımdan azaltır ki bu?

Göçmenleri dönmeye teşvik ederek, ülkeler arasındaki eşitliğin tekrar dengelenmesine katkıda bulunurdu bu. Bugünkü risk, sınırların kapanmasıdır. Bu yüzden arada bir tavır benimsiyorum. Ama böyle bir sistemin beyin kaçışına yol açabildiğini biliyorum. Uluslararası düzeyde sahiplenilmesi gereken bir risk bu.

Sarı Yelekliler hareketini nasıl analiz ediyorsunuz?

Rahatsızlıkları çok tutarlı. En zengin ülkelerdeki orta sınıfların gelir bakımından küreselleşmeden nasiplenmediğini gösteren fil hortumu eğrisinin dip yaptığı noktaya denk düşüyor. Sarı Yelekliler küreselleşmenin üvey evlatları. Onları nadiren muhatap aldığında küçümseyen kentli ve burnu havada bir elitle karşı karşıyalar. Haklı olarak, başarısızlığa uğradıkları izlenimine kapıldıkları gibi, bir de yüz üstü bırakılmış hissediyorlar kendilerini.

Bu eğilim nasıl tersine döndürülebilir ve gelir dağılımı tablosunun sizin kitabınızın kapağındaki o fil hortumuna benzememesi nasıl sağlanabilir?

Bir tek halihazırdaki gelir dağılımı üzerine yoğunlaşmamak gerektiğini düşünüyorum. İnsanî sermaye (eğitim, sağlık…) ile pazara girilen mâlî sermaye arasında tekrar bir dengelenme için elden gelen her şey yapılmalı. Ve her birey için geçerli olmalı bu. Teorik olarak, neredeyse herkesin aynı insanî sermayeye ve kıyaslanabilir miktarda paraya sahip olduğu bir duruma varabilseydik, ve bu her ülke düzeyinde gerçekleşseydi, o zaman gelir dağılımıyla neredeyse hiç uğraşmayabilirdik. İnsanî sermayeyle mâlî sermaye arasında koyu bir dağılım eşitsizliği olduğu içindir ki, vergi yoluyla tekrar dağıtım kaçınılmaz. Ama bu iki değişken dengelendikçe, vergi yoluyla tekrar dağıtımı düzenlemeye daha az ihtiyaç olur. Artık solun ve sağın pek bir şey ifade etmediği bir anda, şimdi eksikliğini hissettiğimiz, nispeten eşitlikçi bir kapitalizm. İnsanî sermayeyle mâlî sermaye arasındaki dengeyi bağışlar yoluyla kurmaya uğraşan bir kapitalizm. Mirasyedilerin hakiki bir dönüşünün yaşandığı şu anda, verâset vergilerini de ele almaya başlamamız gerek.

21. yüzyılda dünyadaki eşitsizlikleri belirleyecek kuvvetler neler?

Asya’nın tırmanışı kuşkusuz sürecek. Ama Asya’nın faaliyet dağılımını öteki ülkelere, başka kıtalara yayacağı “tekrar dengelenme” ânı da gelecek. Akla Afrika geliyor tabii…

Milanoviç’in medyascope’ta daha önce yayınlanan bir yazısı: Hiper-rekabetçi bir dünyada.. Tek başına akşam yemeği

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.