Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

TÜSİAD YİK Başkanı Özilhan: Ekonominin düzelmesi için hukuk ve adalet sistemi düzelmeli

Türk Sanayicileri ve İşinsanları Derneği (TÜSİAD) Yüksek İstişare Konseyi (YİK) toplantısı İstanbul’da yapıldı. TÜSİAD YİK Başkanı Tuncay Özilhan, “Hukukun üstünlüğü ve demokrasisiz hiçbir şey olmaz. Ne ekonomi olur, ne de başka bir şey. Ekonominin düzelmesi için hukuk ve adalet sisteminin düzelmesi, yönetim sistemimizdeki sıkıntıların aşılması gerekiyor” dedi. TÜSİAD Yönetim Kurulu Başkanı Simone Kaslowski de ülkenin pusulasını Avrupa Birliği’ne ayarlamak ve o yönde kararlı adımlarla ilerlemek gerektiğini söyledi.

Tuncay Özilhan’ın konuşmasının geniş bir özeti şöyle:

“Yıllardır tüm enerjimizi yiyip yutan seçim maratonlarından hepimiz yorgun düştük. Oysaki enerjimizi önümüzdeki üç ayı değil, üç yılı, hatta 30 yılı konuşmaya, derinde yatan sorunları çözmeye ayırmalıyız. Sonuçlanması hiç alışkın olmadığımız kadar uzun süren 31 Mart seçimleri, her şeyden önce ülkemiz için önemli bir demokrasi sınavı oldu. İktidar, muhalefet ve başta YSK olmak üzere devlet kurumları bu seçimlerde büyük bir sınavla karşı karşıya kaldı. Bu sınavda kimin ne not aldığını ileride tarih yazacak.

İyi işleyen bir demokrasinin en temel özelliklerinden birisi iktidarın seçimle el değiştirebilmesidir. Alexis de Tocqueville’in 19. yüzyılda söylediği gibi, demokrasiler ilk bakışta güçsüz görünebilir. Yüzeysel bakılınca karmaşa olarak görülebilecek olan şey, aslında daha derindeki gücün anlaşılmasını zorlaştırabilir. Demokrasiler, otoriter rejimler karşısında avantaj sahibidir. Toplumsal değişimin yakıcı olduğu, mevcut iktidarların ve liderlerin çetrefilli sorunlarla baş etmekte zorlandığı zamanlarda, toplumun önünü açan çözümleri ancak demokrasiler üretir. Bu bazen uzun vakit alır, çeşitli gelgitler yaşanır; ama sağlam temellere sahip demokrasiler, sorunlarına çözümü elbette bulurlar. 

İster yerel olsun, ister merkezi olsun, seçimlere şaibenin zerresinin düşmemesi demokrasinin mevcudiyetinin en büyük ispatıdır. 31 Mart İstanbul seçimleri çerçevesinde gündeme gelmiş olan iddialar, seçimlerin selameti konusunda geçmiş seçimlerde de dile getirilmiş olan şüpheleri yeniden akıllara getirmiştir. 

Umuyorum ki, haziran ayında yenilenecek seçimler bu şüphelerin yersizliğini herkese kanıtlasın.

Seçim sonuçlarına itiraz, şüphesiz siyasi partilerin en doğal hakkıdır. Hepimiz bu hak arama özgürlüğüne saygı duyarız. Ancak, seçmen iradesine saygı duyulmasını da isteriz. Hakkaniyetli koşullarda seçim ve seçmen iradesi demokrasilerin tartışmasız en temel niteliğidir. Seçimlere yapılan itirazların niteliği, seçim kanunlarının düzgün uygulanması konusunda herkesin kafasında soru işaretleri yaratmıştır. Seçim kanununda ve uygulamadaki aksaklıkların seçimler sonrasında değil öncesinde giderilmesi, idarenin sorumluluğundadır. Seçimlere şaibe düşmemesini sağlayacak olan da budur. 

Unutmayalım! Hukukun üstünlüğü ve demokrasisiz hiçbir şey olmaz. Ne ekonomi olur, ne de başka bir şey. Ve demokrasinin ilkeleri evrenseldir. Oraya ya da buraya özgü olmaz. Ya bu ilkelere uyulur ve demokratik bir rejim olunur; ya da uyulmaz ve başka bir şey olunur.

Darbeler tarihine rağmen Türkiye’de demokrasi hep çalıştı: Her seferinde demokrasiye geri dönüldü. Seçim yoluyla görev devir teslimini de içeren bu demokratik geleneğe gözümüz gibi bakmalıyız. Dilerim tekrarlanacak olan İstanbul seçimleri, demokratik olgunluğumuzu teyit eder. Yeni fay hatlarına ve yeni gerginliklere yol açmaz, özlemini duyduğumuz birlik ve beraberliği sağlamamıza yol açar. 

Bugün hepimiz biliyoruz ki ülkemiz bazı çok ciddi meselelerle karşı karşıya. Üç temel alanda, yani ekonomide, iç siyasi yapıda ve dış politikada sıkışmış durumdayız. Üstelik birindeki sıkışıklık diğerini çözmeyi zorlaştırıyor. İşimiz hiç kolay değil. Bu alanların hepsindeki sorunların ikili bir yapısı var: Hem yapısal ve stratejik sorunlarla karşı karşıyayız hem de bunları daha da ağırlaştıran konjonktürel sorunlar var. Yapısal sorunları ancak uzun vadede çözebiliriz. Ama kısa vadeli sorunları çözmek için de uzun vadede nereye gideceğimizi bilmemiz, stratejik yönelimimize karar vermemiz gerekiyor. 

Hedefimiz net, rotamız belli olmalı. Hedefimiz: 82 milyonu ile mutlu, huzurlu, müreffeh bir Türkiye. Bu hedefe doğru yol alırken rotadan şaşmamak için kullanacağımız üç çıpa var: ekonomide liberal piyasa düzeni, kural temelli uluslararası sistemle olan ittifak, ülke içinde de demokrasi ve hukukun üstünlüğü. Bu çıpalar olmazsa, nereden eseceği belli olmayan rüzgarların önünde sürüklenmekten, türlü çeşitli akıntılara kapılmaktan kurtulamayız. Bu çıpaların sağlamlığı konusundaki endişeler güven kaybına yol açıyor. Endişeler giderilmeli; hem rotamız netleşmeli, hem de bu rotada kalmamızı güvence altına alan araçlar güçlendirilmeli. Yapısal sorunları çözebilmenin anahtarı budur. Konjonktürel sorunlarla baş edebilmenin yolu da budur. 

Makroekonomik dengelerde uzun süredir devam eden bir bozulma var. Bu bozulma 2007’de başlıyor. Küresel kriz ile derinleşiyor. Sonra kısa bir toparlanma. Ardından tekrar bozulma. Üretim alanında başlayan bozulma finansal alana yayılıyor. Oradan kamu maliyesini etkiliyor ve dönüp tekrar reel sektöre geri geliyor. 

Türkiye 2002-2007 dönemindeki parlak günlerine bir türlü geri dönemiyor. Türkiye ekonomisinin gücü sayesinde 10 yıldır tolere edilebilmiş olan zafiyet, artık işçisinden işverenine, çiftçisinden esnafına tüm kesimleri zorluyor. Göstergelerdeki kötüleşme bir alandan diğerine giderek ekonominin tamamına yayılıyor. İç ve dış borç göstergeleri kötüleşiyor, bütçe dengeleri bozuluyor, ihracat artışı duraklıyor, işsiz sayısı artıyor, sanayi üretimi durağanlaşıyor, dolar cinsinden kişi başı GSYH rakamları geriliyor, rezervler eriyor, enflasyon yükseliyor, halkın alım gücü düşüyor, faiz oranları artıyor, Türk vatandaşı Türk lirasından kaçıyor ve Türkiye küresel rekabette kan kaybediyor. 

Küresel Rekabet Endeksi’ne göre 140 ülke arasında makroekonomik ortam açısından 116. sıradayız. Enflasyonda 121., işgücü piyasası verimliliğinde 111. sıradayız.Yargının bağımsızlığında 111., kamu düzenlemelerine karşı yargıda hak aramada 109., basın özgürlüğünde 129. sıradayız. Bu nedenle diyoruz ki, ekonominin düzelmesi için hukuk ve adalet sisteminin düzelmesi gerekiyor. 

Devam ediyorum: Öğretimde eleştirel düşünmede 133., mesleki eğitim kalitesinde 132., dijital becerilerde 118., beceri sahibi çalışan bulma kolaylığında 117. sıradayız. Bunlar ekonomiyi aşağı çeken; girişimciyi, girişim yapamaz hale getiren bir ayak bağı oluşturmuş durumda. Oysa ülkemiz pazar büyüklüğünde 13. sırada. 

Bu bize gerçekleştiremediğimiz potansiyeli gösteriyor. Demek ki, demokrasi işler kılınırsa, hukukun üstünlüğü tesis edilirse, eleştirel düşünmenin önünü açan bir eğitim reformu yapılırsa, ekonomimizin performansı yükselecek.

82 milyon nüfusuyla, jeostratejik konumuyla, gelişmiş altyapısıyla, sanayisinin seviyesiyle, tarımın sunduğu fırsatlarıyla Türkiye muazzam imkanlara sahip. Bu imkanları iyi değerlendirelim diye çırpınmamızın sebebi bu. Biz bu nedenle ekonomi derken demokrasi diyoruz; yargı bağımsızlığı diyoruz; hukukun üstünlüğü diyoruz; insan hakları diyoruz; akademik özgürlükler diyoruz; liyakat diyoruz; ifade özgürlüğü diyoruz. Demeye de devam edeceğiz. Çünkü bu görevi, TÜSİAD’ın tüzüğünden alıyoruz.

Tüzüğümüzün amaç maddesini burada bir kez daha hatırlatayım: TÜSİAD, insan hakları evrensel ilkelerinin, düşünce, inanç ve girişim özgürlüklerinin, laik hukuk devletinin, katılımcı demokrasi anlayışının, liberal ekonominin, rekabetçi piyasa ekonomisinin kurum ve kurallarının ve sürdürülebilir çevre dengesinin benimsendiği bir toplumsal düzenin oluşmasına ve gelişmesine katkı sağlamayı amaçlar.

TÜSİAD, Atatürk’ün öngördüğü hedef ve ilkeler doğrultusunda, Türkiye’nin çağdaş uygarlık düzeyini yakalama ve aşma anlayışı içinde, kadın-erkek eşitliğini siyaset, ekonomi ve eğitim açısından gözeten iş insanlarının toplumun öncü ve girişimci bir grubu olduğu inancıyla, yukarıda sunulan ana gayenin gerçekleştirilmesini sağlamak amacıyla çalışmalar gerçekleştirir.

Bu maddenin verdiği güçle, diyoruz ki: ekonomideki sıkıntıları aşmak için önce yönetim sistemimizdeki sıkıntıları aşmamız gerekir. Aksi halde, ekonomide atılacak adımlar pansuman niteliğinde kalır; yarayı tedavi etmez. 

Cumhurbaşkanlığı sisteminin kurumsal yapısı henüz oturtulamadı. Bu da, her alandaki sorun alanlarının üzerine etkin biçimde gidilmesini engelliyor. Bunların yanı sıra bir de toplumsal kutuplaşma ve gerilim var. Art arda gelen seçimlerdeki sert ve toplumu ayrıştıran söylemler maalesef toplumsal huzuru bozuyor. 31 Mart seçim döneminde de böylesi bir propaganda dönemi yaşandı. Seçim sonrasında muhalefet liderinin saldırıya uğraması, siyasi gerilimi daha da yükseltti.

31 Mart’ta insanımız, ayrışma değil, birlikte hareket edilmesini istedi ve bu talebini verdiği oylarla gösterdi. Birçok büyükşehir belediyesinde CHP’li belediye başkanlarına AK Partili belediye meclisleri ile birlikte uyumlu çalışma görevini verdi. 

Ve şimdi bunun sonuçlarını bekliyor. 

Uluslararası ilişkilerdeki gerilimler, TL’nin değerinde sert düşüşlere neden oluyor.  Bu sert düşüş reel sektörde maliyet artışına yol açıyor; üretim ve yatırım kararlarını bozuyor; şirketleri mali olarak zayıflatıyor; iflaslara yol açıyor. Eğer Türkiye küresel düzendeki yerinin hiç tereddütsüz biçimde kural temelli uluslararası sistem içinde olduğunu herkese gösterebilirse ve AB tam üyelik perspektifini güçlendirebilirse, bu durum ‘toptan ve çok yönlü’ bir reform niyet ve taahhüdü anlamına gelir. Türkiye yeniden dış kaynak çekmeye başlar. TL tekrar değer kazanır, dolarizasyon geri çevrilir ve ekonomideki konjonktürel sorunlar hafifler.

Unutmayalım, devletlerin gücü ekonomideki güçlerinden gelir. Ekonomik olarak zayıf olan, finansman sorunu çeken, tasarrufları yatırımlarını karşılayamayan ülkeler, ekonomileri güçlü olan ülkelere tabi hale gelirler. Bunun tersini düşünmek hayalciliktir. Güçlü bir ekonominin temelinde ise güven vardır. Güveni inşa etmek çok zordur. Tuğla üzerine tuğla koyarak örülür. Ama bin bir zahmetle örülen bu duvar bir anda yıkılabilir. 

Toplumlar zor zamanları güç birliği yaparak aşar. Nasıl ki hem ülkemizin kurtuluşunu hem de Cumhuriyetimizin kuruluşunu birbirimize kenetlenerek başarmışsak, bugün de sorunlarımızı aynı şekilde aşarız. Başka çaremiz yok! Kutuplaşmayı bitireceğiz.”

Simone Kaslowski’nin konuşmasında öne çıkan bölümler ise şöyle:

“Dünya bir yandan küreselleşme konusunda ayak sürerken, dijital dönüşüm öncülüğünde hareket eden inovasyon kapasitesi tüm siyasi polemiklere ve geleneklere aldırmadan ve hiç tahmin edilmeyen bir hız ile yoluna devam ediyor. Bu hız ülke sınırlarını aşıyor, geleneksel yapıları yıkıyor, düzenlemeler bu hızı yönetmekte güçlük çekiyor. Makro dengesizliklere takılı kalan, içe kapanarak mücadeleyi seçen ülkeler, hiç şüpheniz olmasın bu teknolojik yarışta çok geride kalacaktır.

Geçen ay birçok TÜSİAD üyemiz ile beraber San Francisco’da tesis etmiş olduğumuz TÜSİAD Silikon Vadisi Ağı’nın programına katıldık. Teknolojik, finansal, hukuksal ve toplumsal boyutları ile son gelişmelerin nasıl muazzam bir hızla, yeni bir insanlık tarihi yazmakta olduğunu bir kere daha gözlemledik. 

Hiçbir başarı tesadüfi değildir. Silikon Vadisi’nin başarısı orada yaratılan ekosisteme bağlı. Bu ekosistem özgürlük, yaratıcılık, girişimcilik ve tolerans kültürü ile besleniyor. Örneğin Silikon Vadisi’nde kendi enerjisini, suyunu ve gıdasını üreten şehirlerin tasarımı tamamlandı; işin mühendislik kısmı bitti. Şimdi hukukçular ve sosyologlar üretilecek fazla kaynağın mülkiyetinin nasıl paylaşılacağını tartışıyor. 

Küresel düzlemde, teknoloji dahil, enerji, ulaşım, güvenlik, dış politika. Tüm bu alanlarda ülkemiz için somut bir gerçek var. Ülkenin pusulasını Avrupa Birliği’ne ayarlamak ve o yönde kararlı adımlarla ilerlemek.

Biliyorsunuz, Türkiye’nin ciddi bir dış borcu var. Aslında son 10 yıldır bütün dünyada borçluluk arttı, bu hem gelişmekte olan hem de sanayileşmiş ülkeler için geçerli. Ancak bizim özel sektörümüzün dış borcu biraz daha hızlı arttı ve üstelik TL’nin ciddi değer kaybı borcu daha ağırlaştırdı. Bu borcu piyasadan sağlanan kaynakla çevirmeye çalışıyoruz. Türkiye’nin ekonomisine olan güven biraz önce sizlerle paylaştığım güven unsurları yoluyla güçlenmez ise, içinde bulunduğumuz bölgesel siyasi dinamiklerle birlikte risk ve maliyet artar. Bu güveni sağlamak için dış borcu azaltacak, bankaların bilançolarını rahatlatacak, aynı zamanda Yapısal Dönüşüm Adımları içinde yer alan önlemlerin süratle hayata geçirilmesine ihtiyaç vardır. 

Yılbaşından bu yana kamu bankaları ağırlıklı, ciddi bir kredi genişlemesi gerçekleşti. 2017’de de aynı şekilde Kredi Garanti Fonu ile benzer bir uygulama yapılmıştı. O zaman da gündeme getirmiştik: kredi genişlemesi, likiditeyi artırır, ekonomiye geçici bir rahatlama verir ancak ülkemizin net tasarruf düzeyi yükselmedikçe kredi genişlemeleri net borçluluk düzeyini artırmakta, ekonomiyi kırılgan hale getirmektedir. Bugün geldiğimiz noktaya baktığımızda, dış borç hala yüksek, enflasyon henüz istenen seviyede değil, kredi mevduat oranları yüksek; rezervlerimiz düşük. Yeni şoklarla karşılaşmamak için hız, kapsam, içerik ve güven unsurlarına yönelik bütüncül bir program içine girmeliyiz.

Ekonomiyi güçlendirmek, finansal istikrar sorunumuzu çözmemiz ve rekabet gücümüzü artırmamız gerekiyor. Sermaye piyasaları, vergi, işgücü piyasası, eğitim gibi alanlarda reformların hızla başlaması gerekli. Bu reformlar orta vadeli sonuçlar doğuracak olsa bile kısa vadede güven artırıcı etki yaratacaktır. Bu doğrultuda atılacak adımlarda ve ekonomi programının yürütülmesinde ekonomi yönetimimizi destekleyeceğiz.”

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.