Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Michel Serres: “Tamamen yeni türde bir sanayi devrimi hazırlanıyor, aldığım koku bu” (Haziran 2010 söyleşisi)

İnsanlar, şeyler ve canlılar dünyasının savunucusu âlim filozof Michel Serres 1 Haziran Cumartesi günü 88 yaşında öldü. Usbek & Rica dergisi, 2010 ilkbaharında Fransız entelektüel galaksisindeki bu nev’i şahsına münhasır kişiliği, 3 Haziran 2010’da çıkan ilk sayısına “büyük tanık” olması için seçmişti. Serres’in ölümünün ardından tekrar yayınlanan ve Thierry Keller ile Blaise Mao’nun yaptığı söyleşiyi Haldun Bayrı çevirdi.

İlk büyük tanığımız olarak Michel Serres’i seçmek istememizin nedeni, o sıradaki son kitabı Temps des crises (“Krizler Zamanı”, Le Pommier, 2010) –78 keskin sayfa– olmuştu. Kurduğu köprüyle hemen meşgalelerimize dokunan gözüpek ve özlü bir çalışmaydı: Sapiens’in ortaya çıkışından beri dünyanın hiçbir zaman olmadığı kadar değiştiğini, “insanî manzara”nın derinlemesine tekrar teşekkülüne tanık olduğumuzu söylüyordu. Yarın için dersler mi? İnsanın vaktiyle yaptığı gibi çevresine artık el koyamadığını; birlikte yaşamayı öğrenmesi ve hatta dünyayla, şu “Biogée” (Yunanca Bio: yaşam ve Gé: Yeryüzü; “Yeryüzünde Yaşam”) ile işbirliği yapmak zorunda kalacağını anlaması gerektiğini söylüyordu. Hayli saygıdeğer bir beyefendi, televizyon platolarında görmeye ya da radyoda işitmeye alışkın olduğumuz bir akademisyen, uzun zaman önce her şeyi anlar geçinerek okuduğumuz bir filozof olan Serres, ânîden, evrenimizde peydâ olarak bu entelektüel başıboşluk zamanında beklenmedik bir pusula gibi kendini kabul ettiriyordu.

Basın ataşesi bizi önceden uyarmıştı: “Dikkatli olun, Bay Serres onu görmeden önce kitaplarının okunmuş olmasından hoşlanır.” O zaman kolları sıvamıştık. Kütüphanedeki tüm kitaplarını toparlamış, fişler hazırlamış ve bir sözlü sınava çalışır gibi hazırlanmıştık söyleşiye. Her dalda gezinen titiz nesri ve düşüncesiyle klasik şemalardan kurtulmayı îmâ eden bir mütebahhirin tam anlamıyla eşsiz felsefî tasarısının genişliğini (yeniden) keşfetmiştik: Karşımıza bir insan çıkıyordu, Marksist değildi, liberal de değildi; ya da muhafazakâr, pozitivist, Kantçı, Rousseau’cu veya Hegelci de değildi. İzlediği güzergâh, kendi kendinin hocası olmakta ısrarlı bir bilgeyi açığa çıkarıyordu. Fransa’da onca meyledilen “kilise”lere (Türkiye’deki “mahalle”lerle aynı anlamda — Ç.N.) kendini kapatmamaya kararlıydı. Doğayla Sözleşme (çev: Turhan Ilgaz, YKY, 1994), “Eğitimli Üçüncü Şahıs” (Le Tiers Instruit), “İnsan Oluş” (Hominescence) ve diğer eserleriyle birlikte bugünkü Temps des crises (“Krizler Zamanı”), on yıllardır kendi türünde eşsiz bir kestirme yol çizdiler. Canlı kadar insanın da filozofu olan, bir gözünü cilalı taş devrine diğerini de geleceğe çeviren Serres, matematikle insan bilimlerini bir bütün telakki eden Eski Büyükler’le tekrar bağ kurar. Ayrıca, rugby meraklısı halk adamı bir şahsiyettir; eline kalemi aldığında, deneme yazarlığının köşeli ve zor olduğu ortaya çıkarken, konuları anlaşılır şekilde sunma meziyeti yüzünden medyalardan takdir görmektedir. Dolayısıyla tam bir devle karşılaşacaktık. Ayağımızı denk almalıydık!

Bizi Vincennes’deki küçük evinde sadelikle ağırladığı zaman (aynı adlı üniversitede profesördü o sırada), ilk saniyelerden itibaren, karşımızdaki güleç ve sıcakkanlı ihtiyarın şövalye heykeline benzer hiçbir tarafı olmadığını anladık. Durumla eğlenir berrak bir sesle, Montesquieu’ye, özellikle de onun İran Mektupları’na (çev: Bernan Günen, İş Bankası Yay. 2015) duyduğu tutkuyu hemen itiraf etmişti bize. Kim olduğumuzu bilmeden görüşmeyi neden rahatlıkla kabul etmiş olduğunu da anlamıştık. Usbek & Rica ismi, sözümüzü muteber kılmaya yetmişti!

Bir saat sonra bizi kapıya kadar geçirirken, genel tavır olarak neşeliliğine şaşırmış olduğumuzu söylemiştik ona. Dünya tepetaklak giderken nasıl iyimser olunabilirdi? Serres, muzipçe gülüp: “Of, mahviyatçılıktan sakınıyorum. Bilir misiniz gençken ben de herkes gibi şap hastalığına yakalanmıştım. Pek hoş bir şey olmadığı kesin, ama bir haftadan fazla sürmüyor. O zaman domuz gribi ve diğer felaketler vız geliyor…” demişti. Sonra da, bütün ömürlerini dünyanın sonunu ilan etmekle geçiren ezeli mızmızlarla dalga geçmişti: “Esrarengiz Yıldız’daki Profesör Fosil’i [Philippulus: Hergé’nin bir dostundan esinlenerek yarattığı meczup peygamber karakteri, Ç.N.] getiriyorlar aklıma”.

Dürüst bir insanla söyleşi. Ne mutluluktu!

Usbek & Rica : Son kitabınız, Biogée diye adlandırdığınız “Yeryüzünde Yaşam”ı savunmak için bir manifesto. Bu noktaya nasıl geldiniz?

Michel Serres : Bu sezgi bende çok uzun zamandır vardı. Niçin? Çünkü şanslıydım! Yüksek Öğretmen Okulu’na (École Normale) girdiğim zaman –yani edebiyat dalına–, zaten matematik lisansım vardı, ama sadece bir matematik tipini biliyordum. Benim Yüksek Öğretmen Okulu’na girişimde, bu dal bütünüyle dil değiştirmişti. Dolayısıyla katı bir matematik devrimi yaşadım. Hatta bir dilden diğerine bu geçişi okul bitirme tezimde ele aldım. Sonra, fizikteki bilgi kuramlarının devrimine katıldım. Rastlantı ve Zorunluluk’u (çev: Vehbi Hacıkadiroğlu, Dost Kitabevi, 1997) yazmış olan Jacques Monod ile çok iyi dost oldum. Ben babadan kalma bir biyoloji müfredatı görmüştüm. Aniden, pat diye biyokimyaya geçiyorduk. Xavier Le Pichon ile birlikte, plaka teorisi çalışmalarına katıldım ve bu hiç durmadı: Bir tür sert dönüşüm yaşadım.

Dalgayı yakaladınız…

Evet ve her seferinde geçiyordu dalga. Ben de filozof ve kabaca bilimler tarihçisi olduğumdan, bu tür değişimleri idrak bakımından eğitimliydim. Bu yüzden, bilimsel manzaradan çıkıp başka yerlere baktığınız zaman, bu tipte dönüşümlere talimli bir bakışınız zaten oluyor. Fransa kırsalına bakın: Benim görmüş olduğumla alâkası yok artık. Bilimsel bahisteki idrakımı umumîleştirmeyi ve bunun örflerle âdetlerdeki, davranışlardaki, bedenlerdeki, ölümdeki dönüşümlerini incelemeyi denedim. Bir kez daha, bu bilimsel dönüşümlerin antropolojideki çok daha derin dönüşümlerle çağdaş olduğunu telkin ettim kendime. Hayatım bu işte. Çok böbürlenecek bir şey yok, çünkü sadelikle yaşadım bu hayatı.

“Büyük bankacılık yatırımları, gübre gibi klasik tekniklere değil biyoteknolojilere yapılıyor”

Çevreyle ilgili alt üst oluşlarla uzun zamandır ilgileniyorsunuz…

Evet, bunun üzerine dört kitap yazdım. 1990’da çıktığında çok eleştirilen Doğayla Sözleşme (çev: Turhan Ilgaz, YKY, 1994), Le Mal propre — Polluer pour s’approprier (“Patavatsız — Kirleterek Sahiplenmek”), La Guerre mondiale (“Dünya Savaşı”), şimdi de Temps des crises (“Krizler Zamanı”). Bu konuda da, bir başka bilimsel idrakla çağdaştır bu. “Krizler Zamanı”nın sonunda, bilginin bütünlüğünün ağırlık merkezleri olduğunu, lâfı fazla uzatmadan söylemeyi denedim. Bu ağırlık merkezi bir zaman matematikteydi, şimdi ise Yaşam ve Yeryüzü Bilimleri’nin tarafında.

Zaten artık okulda “biyoloji” diye bir ders yok, “Yaşam ve Yeryüzü Bilimleri” (YYB) dersi var…

Ah, önünüze gelen herhangi bir filozofa sorun, YYB’nin ne demek olduğunu bilmez. Oysa merkez orada. Bugün, Milli Eğitim Bakanlığı’ndaki yaşlılar YYB’yi ortadan kaldırıp yerine fizik koyuyorlar, çünkü “ciddi”. YYB’ye doğru olan evrimi görmüyorlar. Mesela, Aydınlanmacılar’dan beri mekanik, fizik, kimya ve termodinamikle bağlantılı olan sanayi ve zanaatlerin çoğunun yarın bunlardan ayrışıp YYB ile birleşeceğine iddiaya girerim. Büyük banka yatırımlarının gübre gibi klasik tekniklere değil biyoteknolojilere yapıldığı apaçık görülüyor. Yarın öbür güne –ben o zaman ölmüş olacağım– bütünüyle yeni türde bir sanayi devrimi hazırlanıyor. Burnumun aldığı koku bu.

Doğayla Sözleşme’nin kötü karşılandığını söylüyorsunuz. Neden?

Faşist muamelesi gördüm, hatta Luc Ferry tarafından Nazi olmakla suçlandım!

Şimdi de moda oldunuz!

Ya evet, erkenci olmamakta fayda var. Büyük bir bela bu. (Gülüşmeler)

Aynı zamanda Marksizmin en canlı zamanında doğmuş bir entelektüelsiniz.

İletişim üzerine ilk kitaplarımı, Hermès I, II ve III’ü yazdığım zaman, moda olan tanrı Prometheus’tu. Althusser canıma okumuş ve “Sen delisin, böyle gidersen De Gaulle’cü olursun!” demişti bana. O sıra birine De Gaulle’cü demekten beter hakaret yoktu. “Hayır, üretim sorunlarının sonuna gelindi! Bugün artık bu bitti, tüketim toplumundayız” diye cevap vermiştim.

“Krizler Zamanı”nda nizamî bir Hegelcilik eleştirisi yapıyorsunuz; ya da çabucak söylersek, o ikili oyunu, nesiller yetiştiren o diyalektiği eleştiriyorsunuz: Yoksula karşı zengin (ve sonunda daima zengin kazanır). Biogée’yi/Yeryüzünde Yaşam’ı o ikili oyuna ne zaman yerleştirdiniz?

Doğayla Sözleşme’den itibaren oldu bu. Zaten Goya’nın tablosu Çomaklarla Düello’yu tahlil ediyordum. Hatırlıyor musunuz onu?

Ona köle-efendi diyalektiğini esinleyen tablo mu?

Evet o. Hegel efendiyle köleden bahsederken ne der? Çok çabuk hükme varır: Sonunda, köle efendinin efendisi haline gelir. Ama Hegel’in hatası çok basittir: Ortaya iki dövüşçü koyar, fakat bu sahnenin nerede geçtiğini söylemez! Bir sumo ringinde midir? Şehir meydanında mı? Renault fabrikasında mı? Yer sorununu dert etmez. Umurunda değildir, zira onun için zamanın önemi vardır — çarpışma zamanının. Fakat, yine de olayın nerede olup bittiğini söylemek zorunda. Goya’nın sarsıcı sezgisi ise dövüşçüleri kayan kumlara yerleştirmesidir. Kim kazanır o zaman? Tabii ki kayan kumlar. Vurulan her darbede biraz daha kuma gömülürler. Kayan kumları bilir misiniz?

Eh, şey…

Çimento gibidir. İçinden çıkılmaz. Dehşet vericidir. Dolayısıyla Goya oyunun aslında üçlü olduğunu çok iyi gösterir bize. Ben de jeopolitik bakımından azar azar bu üçlü oyuna doğru yöneldiğimize inanıyorum. Henüz orada değiliz, tamam mı? Özellikle de eski reflekslerin hâlâ işbaşında olduğunu söylüyorsunuz kendinize. Çıkarların hâlâ ulusal, topluluksal, yerel olduğunu… Ya da partizan, evet. Oysa hedefler çarpışmayı kat kat aşıyor.

Çomaklarla Düello, Francisco de Goya, 1821, Prado Müzesi, Madrid

Siyasetin bu çerçeveyi tekrar nasıl doldurabileceğini düşünüyorsunuz peki?

Etrafımızdaki her şey değişmiş olmasına rağmen, kurumlar değişmedi. Etrafınıza bakın: üniversite, hastane, Ulusal Meclis, ilkokul, Katoliklik, Protestanlık, İslâmiyet… Listesini çıkarın: Her şey krizde. Genel olarak kurumlar değişmedi. Bunun sonucunda, plaka teorisinin çok iyi işlediği bir andayız. Bir plaka yerinden oynamadı, oysa artakalan her şey yerinden oynuyor. Bir gün pahalıya ödeyeceğiz bunu kuşkusuz. Yerel seçimlere bakın: Medyalar solun sağı yendiğini söylemeye devam ediyor (2010’da 25 bölgenin 22’sini sol kazanmış, sadece Alsace sağda kalmıştı, Fr. Ed. N.). Peki, tamam diyelim, ikili oyun bu. Hakikaten kaybeden kim oldu peki? Herkes! Kazanan parti oyların sadece %20’sini aldı.

Ya oy kullanmayanlar?

Ya evet! Tabii ki rakamları ikiye bölmek gerekiyor. Seçmenlerin yarısının oy kullandığı bir seçimde kazanılan zafer nedir? Buna bir zafer der misiniz siz? Ben buna berbat bir bozgun derim. Avrupa Parlamentosu seçimlerinden beri böyle. Gerçek ülke yasal ülkeden ileride. Size de böyle gelmiyor mu?

Hım…

Uzun zamandır görüyorum bunu. Irak’taki savaşı alın: Roma’da ve Londra’da milyonlarca insan hükümetlerine karşıydı. İnsanlar hükümetlerinden ilerideydiler. Güçlü dönüşüm talepleri var. Ama siyaset konusunda çok iyi değilim, işim bu değil benim.

Elbette, fakat Wafel fikriniz, yani unsurları (su, hava, ateş ve toprağı; geniş anlamıyla canlıları) temsil eden o yeni küresel kurum fikrinizi kabul ettirecek ve bununla uğraşacak biri olması lâzım! Âlimleri zikrediyorsunuz.

Ah evet, ama bundan hoşlanmıyorlar! Kitabım çıktıktan sonra beni arayıp, “Hey, ben yokum!” dediler. (Gülüşmeler)

Ama er ya da geç, işe girişmek de gerek. Kim yapacak bunu?

Buna karar verecek olan ben değilim. Siz veya başkası da değil. Yapılacak bu; fakat nereden çıkacağı hiç bilinmez. Tarih’te işler böyledir, şeylerin nerede ve nasıl peydâ olacağı bilinmez. Şu son yıllarda bir örnek beni çok sarstı: Belçikalı bir hanım, Namur’den Madam Huard, Flamanlarla Wallonlar arasındaki çekişmeden gına getirdiğini söylemek için bir blog açtı. Büyük bir şaşkınlıkla, bir buçuk aydan biraz fazla bir sürede blogunun 500 bin kez ziyaret edildiğini gördü; yani hükümet kurma görevi verilen, yılların politikacısı Leterme’in aldığı oylardan fazla. Ne demek istediğimi anlıyor musunuz? Madam Huard ilkbaharın habercisi o kırlangıçtır.

“Bahar demokrasisi” diye adlandırdığınız bu mu?

Aynen! Bir bakarsınız, ânîden bir şey olur. Kitabımda zikrettiğim o hayta ufaklık gibi: İnternette eğlendirici ufak filmler yapan o Montpellier’li delikanlının sitesi 530 milyon kez ziyaret edildi. Onun yanında, Michael Jackson’ın on fırın ekmek yemesi lâzım! Dünyaya kafa tutabilecek bir sayı bu! Dolayısıyla bunun nereden geldiğini söyleyemiyorum, tamam, ama şurada burada tezahürleri var. Yeni bilgi teknolojileriyle şu veya bu yerden kalkışa geçecek.

“Şapkadan birinin çıkıp, bütün azametiyle insanlığa yol göstereceğini zannetmeyin. Hiçbir zaman böyle olmaz bu işler.”

“Tektonik tabakalar” diye bir şey varsa, iş işten geçmeden bir çözümün su yüzüne çıktığını görmeye zamanımız olacak mı? Siyasî bir istikamet gerek, değil mi?

Evet. Muhtemelen oluşacak bu. Ama ne olduğunu söyleyemem. Şapkadan birinin çıkıp da bütün azametiyle insanlığa yol göstereceğini zannetmeyin. Hiçbir zaman böyle olmaz bu işler. Derin hareketler vardır ve bir gün biri geçerken kapılır ona. Öngörülmez hareketlerdir bunlar.

Kısa süre önce çok eleştirilen GIEC (Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin Fr. kısaltması; İng: IPCC) üzerine bir soru: Uzmanların çıkardığı sonuçlara küresel ısınmanın gerçekliğini kabul etmeyenler tarafından bu kadar çabuk saldırılması sizi şaşırtmadı mı?

Bu noktada cevap veremiyorum. Elbette konu hakkındaki literatürü okudum, ama nasıl diyeyim, GIEC, fotoğrafı çok ilginç bir yapı. GIEC’in raporu yaklaşık 10 bin sayfa. Okudunuz mu?

Hayır.

İyi. Ben de okumadım! Çok basit bir nedenle. Öncelikle buna zamanımız yok tabii; ama aynı zamanda, çünkü GIEC’te aklınıza gelecek en ciddi, uzman, bilimsel kimseler toplanmış; fakat bu kimseler git gide daha fazla siyasî sorunlara gark olmuşlar. Âlimin topluma uyduğu yeni bir yapının oluştuğu görülüyor. Çok ilginç bir bilim/toplum bağlantısı bu. Şunun veya bunun hışmına uğruyor olması normal. Şimdilik GIEC’ten yanayım. Kusurları var, ama kim yanılmaz ki? Hiç yanlış bir gözlem yapmamış olan kim var ki? 10 bin sayfalık kütlede, hatalar olmaması mümkün değil. 10 bin sayfa yazsanız, en azından 150 imlâ yanlışı olur. Kesin bu! İmlânız ne kadar iyi olursa olsun. Büyük sayılar kanunudur bu.

Hükümetlerarası İklim Değişikliği Paneli’nin 2002 ile 2015 arasındaki başkanı Rajendra Kumar Pachauri / Pop Tech – CC BY-SA 2.0

Bilimi hiç yanılmaz zannetmemizden de değil mi bu?

Çok iyi! Bilim yanılmaz değildir. Bazen yanılır. Ve yanılıyor olduğu için bilimdir. Kendini sorgular. Yanılmayan sadece kanıdır. Kanı “Haklıyım” der; âlim ise “Dur bakalım, kesin değil” der. Yüzde 98 haklıdır da. Her zaman istatistikseldir bu. Benim GIEC’te ilginç bulduğum şudur: Bir bilim/toplum yapısının yerleştirilmesi. Zaten siyasîdir bu. Bilimdir de. Hem o hem budur.

Bilimin topluma bir nüfuzu var ve devâsâ bir yenilik bu

Âlimlerden şu söze uymalarını istiyorsunuz: Askerî ve ekonomik güçlerden bağımsız ve laik olun. Nasıl hakikaten bağımsız olunur?

Kitabımda ütopik bir yan var. Ütopya olmadan Tarih’te büyük değişiklikler olmaz. Dolayısıyla buna girişmek gerek. Böylece risklere girdim. Ben bir âlimim, şüphe de duyarım. Fakat bunun yapıldığını görüyorum. Bundan hayli mutluyum. Bilim/toplum ilişkisi kendi kendine kurulmakta yine de. Bütün zorluklarıyla. Size bir örnek vereceğim: Bu yılın sonunda 80 yaşında olacağım (bu söyleşi 2010 ilkbaharında yapılmıştı — Fr. ed. N.). Yüksek Öğretmen Okulu’ndan çıktığımda 20 yaşındaydım ve matematik lisansım varken bilgi kuramı/epistemoloji yapma kararı aldım. 1950’li yıllarda mesleğimin ne olduğu sorulduğunda, “epistemolog” (bilgi kuramcısı) diye cevap veriyordum ve faltaşı gibi gözlerle, bana, “Öyle mi?” diyorlardı. Sadece beş-altı kişiydik. Bugün herkes bilgi kuramcısı. Herkesin Seveso Yönergesi hakkında (Temmuz 1976’da İtalya’da havaya Tetra-Kloro-Dibenzo-Dioksin karışan vahim kazanın yaşandığı nahiyenin adıyla anılan, AB’nin tehlikeli maddelerle ilgili güvenlik düzenlemeleri yönergesi  — Ç.N.), cep telefonları hakkında, GDO’lar hakkında bir kanısı var. Bu müthiş! Bilimin topluma bir nüfuzu var ve devâsâ bir yenilik bu. Artık hiç kimse teknolojik kararlara ilgisiz değil. Madam Aubry’nin yerine Madam Royal mi gelecek sorusundan daha çok ilgilendiriyor insanları [Fransız Sosyalist Partisi’ndeki liderlik mücadelesine atfen — Ç.N.]… Sizce de öyle değil mi?

Evet evet. Üstelik, herkesin kendine çevreci dediğini, ama bunun ne olduğunu hiç kimsenin tam olarak bilmediğini söylüyorsunuz…

Ya evet, doğru bu; militanların, zaman zaman, ekolojinin hakikaten ne olduğu üzerine bilgilenmelerini dilerdim. (Gülüşmeler)

Yeni ekolojist değerlerle toplumlarımızın iki asırdır dayandığı ilerleme değerleri nasıl uzlaştırılır? İlerleme yeni bilinçlenmeyle bağdaşmaz mı?

Çok iyi soru! Bildiğim kadarıyla Aydınlanmacılar’dan taraf olduğunuza göre…

Aydınlanmacı çıraklarıyız…

İyi, pekâlâ. Pascal ya da Concorcet’ye göre ilerlemedeki fikir, çizgiselliğiydi. Yani, 30 yaşındaki siz, benim omuzlarımdasınız, 6 yaşındaki çocuklar da sizin omuzlarınızda ve böylece istif olup gidiyoruz. Benim fikrim, ilerlemenin gerçekten var olduğudur. Dünya Sağlık Örgütü’nün 1970’de çiçek hastalığının kökünü kazımış olmasının bir ilerleme olmadığı söylenemez. Bana verdiği bu hediyeden dolayı yaşama ne kadar teşekkür etsem az, mükemmel bu. Vaktiyle herkes çiçek hastalığına yakalanırdı. Ortalama ömrün uzaması bir ilerlemedir, bu konuda hiç kuşku yok, Fransa’da 84 yaştayız — dünya üçüncülüğü. Sağlık politikamız üzerine çok şey gösterir bu. Ama bunun yanında, devâsâ gerilemeler var. Her şey parayla. Ortalama ömrümüz uzuyor, fakat bir sürü dalgaya yakalanıyoruz: Kanser vakaları artıyor, Alzheimer artıyor… İlerlemenin de bedeli var. Kazanılanlarla maliyet arasında bir denge kurmak gerek. İlerleme bir manzaradır. Şurada, bir tepe büyümüştür, başka yerde bir toprak kayması olmuştur, bir başka yerde bir yarık, burada bir orman. Karmaşık bir manzaradır bu. Ama kabaca, kuşku yoktur: Hayat 2010’da 1930’dakinden iyi.

Acıyı ortadan kaldırın, ahlâk da kalmaz. Etik manzarayı ise alt üst edersiniz.

Çalışmalarınızdaki bir sabit de bu. Eski zamanlardaki ıstırap ve hayat sertliği mefhumlarını, şiddeti, düzenli olarak zikrediyorsunuz.

14. Louis her gün ıstıraptan inlemiştir. Makat fistülü, yani kıçında bir delik vardı. Onu ameliyat eden hekim, kralın şahsı üzerinde bir işe kalkışmadan önce, el alıştırmak için 120 köylüye aynı müdahaleyi yapmıştı. Bugün bir makat fistülü, tek neşter darbesine ve üç gün antibiyotik tedavisine bakan bir iştir. Ateş yok, ağrı yok. Kral ise 4o yıl boyunca acıdan böğürmüştür! Kıyaslamak için, Paris’teki herhangi bir muayenehaneden on hasta alın; dördü hiç acı çekmemiştir. Acının yazılacak bir tarihinin olduğu bâriz. Bunu ilerlemenin hesabına yazmazlık edemezsiniz. Eski zamanlardaki Yahudi-Hıristiyan ahlâklarının elemci/dolorist oldukları çok söylenir. Bu da söz müdür! Vaktiyle ahlâk neydi ki? Kaçınılmaz günlük acıya tahammül alıştırmalarıydı. Düşerken yakalanan dallardı ahlâk. Acıyı ortadan kaldırın, ahlâk da kalmaz. Etik manzarayı ise alt üst edersiniz. Epikuros, Stoacılar, Budistler… sadece acıdan bahsederler. Batı acının ortadan kalkmasıyla derinden sarsılmıştır.

14. Louis, Hyacinthe Rigaud’nun tablosu (1702), Louvre Müzesi, Paris

Siz bir yumuşaklık havarisisiniz de. Yumuşaklıktan neyi anlıyorsunuz?

Dikkat, bu konuda tam tersi anlamlar çıkmasın. Yumuşaklık, benim için, Anglo-Sakson soft sözcüğünün tercümesidir daha ziyade. Bu bir bilişim terimidir; bir desteğe kayıtlı mesaj. Ben yumuşaklık dediğim zaman, tarihçilerin ve filozofların daima hard’a dair devrimlere –sanayi devrimine, taş devrine, tunç devrine– öncelik tanımış olduklarını, soft’a dair devrimleri hiçbir zaman kaydadeğer bulmamış olduklarını kastediyorum.

Son olarak, birçok şey üzerine yazıyorsunuz. Thierry Henry’nin eli, peçeli çarşaf giyimi gibi konulardaki kamusal tartışmaya müdahale ediyorsunuz… “Aydınlatmalar”da (Éclaircissements, Flammarion, 1994), çokdallılık üzerine kurulu yönteminizi açıklıyorsunuz.

Filozofun zevkinin uzman olmamasından geldiğine inanıyorum. Yani bizim konumuz bütünlük. İlkbaharda açan çiçeklerle de felsefe yapılabilir, yüksek matematikle de. Mutluluk budur işte. Kendi kendine, “Yarın sabah bir yerde beklenmedik şekilde yeni şeyler keşfedeceğim” demenin mutlak mutluluğu. Bütünlüğün mutluluğu, evet…

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.