Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Dünyanın Gidişi (31): ABD’nin İran politikasının sahibi kim?

Işın Eliçin bu yayında ABD’nin İran’a askeri müdahalede bulunacağına dair işaretleri neden artık ciddiye almak gerektiğini -örtük ve açık sebepleriyle birlikte-gerekçelendiriyor.

Merhaba. Bu yayında ABD’nin İran’a karşı askeri güç kullanacağına dair endişeleri neden ciddiye almamız gerektiğini izah etmeye çalışacağım. Amerikan yönetimi İran’a karşı askeri güç kullanımını, hem Amerikan kamuoyu hem de müttefik saydığı ülkelerin kamuoyları nezdinde meşrulaştıracak gerekçeler, suçlamalar ileri sürmeye başlamış durumda zaten. Bunların doğruluğu ya da yanlışlığından bağımsız olarak, Beyaz Saray yönetimi içinde İran’la savaşmak için kendilerine özgü ve kamuoyuyla paylaşmadıkları nedenleri olan kişiler de var. Ve bu yayında bu kişilerin yönetim içinde İran politikasını belirleyecek, hatta savaş kararını aldıracak güce eriştiklerine dair değerlendirmeleri de aktaracağım.

Yayınımızın başlığı bu nedenle ‘’ABD’nin İran politikasının sahibi kim?’’ Referans aldığım, ABD’de liberal demokrasi geleneğinin savunucusu olarak bilinen the New Republic’te Adam Weinstein imzasıyla 18 Haziran’da yayınlanan makalenin başlığı ise şöyle: “Amerikan ordusunu İran’ın üzerine kim sürüyor?’’

Weinstein da bu soruyu Amerikan yönetiminin İran’a karşı askeri güç kullanımı için kamuoyu rızası üretecek gerekçeler ileri sürmeye başladığı için şimdi özellikle soruyor.

Trump yönetimi bir ay içinde ikinci kez olmak üzere İran’ı Umman Körfezi’nde petrol tankerlerine saldırı düzenlemekle suçladı. Özellikle geçen haftaki son saldırının arkasında İran Devrim Muhafızları olduğu iddiasını kanıtlamak üzere de günlerdir birtakım fotoğraflar paylaşılıyor. ABD benzer bir suçlamayı mayıs ayında da yöneltmişti Tahran yönetimine karşı ama bu seferki ton daha sert, bir kanıt sunma çabası var ve tutum daha kararlı.

Mayıs ayında medyascope.tv’de görüşüne başvurduğumuz yorumcular, ekseriyetle, ABD’nin bu suçlamalarla bir savaş hazırlığı yapmaktan ziyade, İran’ı, koşullarını Vaşington’un dayatacağı bir müzakereye sopa göstererek zorlamaya çalıştığını söylüyorlardı ve iki tarafın da savaşı göze alamayacağına dair gayet rasyonel gerekçeler sıralıyorlardı.

Ama aradan geçen yaklaşık bir aylık süre zarfında ABD’nin İran’la askeri bir çatışmaya girmeye hazırlandığını düşündüren yeni emareler belirdi. Ayrıca ABD’nin İran’a karşı askeri güç kullanılmasını her ortamda savunan İsrail’le birlikte, kâh geniş katılımlı toplantılarla kâh ikili görüşmelerle müttefik ülke yönetimlerini İran’a karşı askeri güç kullanımına ısındırmaya, ikna ve teşvik etmeye çalıştıklarını da izledik, izliyoruz.

Üstelik Umman Körfezi’ndeki son saldırılarla ilgili iddia akıllara 1964 yılında ABD’yi Vietnam savaşına sokan Tonkin Körfezi olaylarını getirdi.

Tonkin Körfezi olayları ile savaşa girilmesinin gerisinde yatanı, siyaset bilimci akademisyen Mensur Akgün’ün Karar gazetesinde pazar günü yazdığı yazından aktarırsam:

ABD’nin 1954’te Cenevre’de, Fransa ile Vietnamlılar arasında imzalanan sözleşmenin hükümlerine uymak istememesi, sözleşmede öngörüldüğü gibi bir seçim yapılması halinde ülkenin komünistlerin eline geçeceğinden endişe etmesi ve Domino Teorisi olarak adlandırılan mantığın gerçekliğine inanması yatmaktadır. Bu yüzden güneydeki rejimi ve rejimin saldırganlığını örtülü operasyonlarla desteklemektedir. İstihbarat desteği için Tonkin Körfezi’nde bulunan USS Maddox adlı destroyere iki ayrı günde yapıldığı söylenen saldırılar Amerika’nın Vietnam iç savaşına taraf olmasını sağlamıştır. Oysa saldırılardan ilki saldırı değil savunma, ikincisi ise tamamen uydurmadır.’’

Yayınımıza ilham veren makalenin yazarı Weinstein da ABD’nin hızla bir savaşa sürüklendiğini düşünüyor ve savaş arabalarını İran’ın üzerine sürme kararını kimlerin verdiğini sorguluyor.

Görünen köy kılavuz istemez. ABD’nin özelde İran genelde Ortadoğu politikasını şekillendiren başlıca kişilerin Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ile Ulusal Güvenlik Danışmanı John Bolton olduğu aşikâr. Nitekim yazarımız da, bu iki isme özellikle CIA başkanlığı da yapmış olan asker kökenli Mike Pompeo’ya işaret ediyor. Zira yazarımızın kamuoyu dikkatine sunduğu asıl mesele Bolton ve Pompeo’nun demokratik teamül ve hatta yasalara aykırı olarak artık ordunun da denetimini ele geçirmiş olması durumu. Yazısında iddiasını örneklerle temellendiriyor Weinstein ve şöyle diyor:

Askerin siviller tarafından denetimi Amerikan demokrasisinin istikrar ve sağlığının başlıca güvencesidir. Bu denetimden hangi sivillerin sorumlu olduğu ve görevlerini nasıl icra etmeleri gerektiği de daima belirlenmiştir. 1947 tarihli Ulusal Güvenlik Yasası’nın yürürlüğe girmesinden bu yana ordunun denetiminden sorumlu sözkonusu siviller ise ABD Başkanı ile ABD Savunma Bakanıdır. Fakat şu anda başkan ile savunma bakanının sorumluluklarının çoğunun Dışişleri Bakanlığı ile Ulusal Güvenlik Konseyi’nde birtakım şahin kanat atanmışlar tarafından üstlenildiği bir dönemden geçiyoruz.’

ABD demokrasisinin işleyişine ilişkin endişelerle daha fazla zamanınızı almayacağım. Bu mevzuda bizim derdimiz bize yeter.

Başkan Trump geçen ay Fox News’e verdiği mülakatta sunucunun, “Savaşları bitirme vaadiyle iktidara gelmiş bir başkan olarak, İran ile bir askeri bir çatışmanın peşinde olmadığınıza dair halka güvence verebilir misiniz?” sorusunu şöyle yanıtlamıştı:

“Kendinizi kandırmayın, bu ülkede bir askeri-endüstriyel kompleks var, bunlar sürekli savaş istiyorlar … Suriye’den askerlerimizi geri getirmek istiyorum dediğimde, çıldırdılar. Şu Vaşington’da öyle insanlar var ki hiçbir yerden çıkmak istemiyorlar. Ben de birkaç yüz askeri bırakalım dedim. Onlara kalmış olsaydı binlerce asker daha gönderirlerdi. Bir gün birileri bunları izah edecek. Böyle bir grup var, ‘asker-endüstriyel kompleks’ deniliyor. Onlar hiçbir yerden çıkmak istemiyorlar, sürekli savaş istiyorlar. Hayır. Ben savaş istemiyorum.”

Başkan Trump böyle diyor ama en azından İran konusundaki gidişata bakılırsa, yazarımızın da dediği gibi ipleri savaş isteyenlere kaptırmış olabilir. Sözkonusu askeri endüstriyel kompleks ile bağları bulunan şahin kanattan Savunma Bakanı Jim Mattis’in Trump’ın Suriye’den asker çekme kararı üzerine Başkan ile görüş ayrılıklarını gerekçe göstererek geçen aralık ayında istifa ettiğini hatırlatalım. Yerine vekaleten atanan Shanahan ise salı günü ailevi nedenlerle işi bıraktı. Aynı gün Dışişleri Bakanı Mike Pompeo ise Florida’da Amerikan Merkez Kuvvetler Komutanlığına, komutanlarla İran konusunu görüşmeye gitmişti. Diplomasiden sorumlu bir bakanın yanında savunma bakanlığı yetkilisi olmadan bu tür bir ziyaret yaptığı vaki olmamış geçmişte.

Trump Shanahan’ın yerine ise ordudan sorumlu bakan Mark Esper’i görevlendirdi. Esper Dışişleri Bakanı Pompeo’nun Amerikan Kara Kuvvetleri’ne subay yetiştiren West Point’teki Askeri Akademi’den sınıf arkadaşı. Dahası, ABD’nin Türkiye’ye satmak istediği Patriot füze savunma sistemlerinin üreticisi Raytheon şirketinin eski yöneticilerinden. Foreign Policy dergisinin diplomasi ve ulusal güvenlik muhabiri Robbie Gramer da nitekim haberi sosyal medyadan duyururken kendisini ‘’savunma sanayinin Pentagon içinde eksikliği hissedilen sesi olacak’’ diye takdim etmişti.

Bu arada giden geleni aratır misali savunma bakanlığındaki görev değişiminin Washington-Ankara hattındaki S-400-F-35 krizine olası etkisine dair bir değerlendirmeyi de aktarayım. Patrick Shanahan’ın son icraatından biri Milli Savunma Bakanı Hulusi Akar’a Rusya’dan satın alınan S-400 hava savunma sisteminin Türkiye’de konuşlandırılması halinde ABD’nin atacağı misilleme adımlarını bildiren ültimatom-vari bir mektup yollamak olmuştu. Amerikan Dış Politika Araştırma Enstitüsü Ortadoğu Programı sorumlusu Aaron Stein, Esper’in göreve gelişini Twitter’da şöyle değerlendirdi:

Akar, Mattis ile makul düzeyde dostane bir ilişki kurmuştu. Mattis gitti. Aynı çaba Shanahan için başladı. Şimdi o da gitti. Türkiye tam da F-35 programından çıkarılmanın ve yaptırımlara maruz kalmanın eşiğine gelmişken şimdi yine yeni biri var. Durum parlak görünmüyor.”

S-400-F-35 krizinin, ABD ile Rusya arasındaki küresel silah pazarında süregiden pay kavgasıyla ilgili boyutunu Femfikir’in 21 Mayıs tarihli yayınında Sabancı Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Senem Aydın-Düzgit ile Özyeğin Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Evren Balta çok güzel analiz etmişlerdi.

ABD-İran gerginliğine dönersek. Irak savaşı öncesinde kitle imha silahlarıyla ilgili yalanları BM’de 192 ülke önünde anlatan Bolton, İran’da da rejim değişikliği istediğini gizlemiyor. Hatta Tahran yönetiminin nükleer silah sahibi olmasını engellemek için ülkeyi bombalamak gerektiğini savunan yazıları da var. Pompeo ise evanjelist ve İsrail devletinin bekasını korumak inancının öğretileriyle alakalı. İkili, nisan ayında Savunma Bakanlığı Pentagon’dan yükselen endişe ve uyarılara rağmen İran Devrim Muhafızlarını yabancı terör örgütleri listesine almayı başardılar. Şimdi Umman Körfezi’ndeki son tanker patlamalarının arkasında İran Devrim Muhafızları var, diyorlar.

Peki bu suçlama doğru mu? Yoksa Irak savaşı öncesinde olduğu gibi yanlış ve-veya abartılı mı? Suçlamalara kuşkuyla yaklaşanların sayısı Irak savaşı öncesindeki kadar çok aslında. Fakat suçlamalar doğru olsa bile, bunlar askeri müdahale için gerekçe teşkil etmez. İran Devrim Muhafızlarının terör örgütü listesine alınmış olması ise, en azından Amerikan kamuoyu nezdinde işte bu engeli aşmaya yarayabilir. New York Times gazetesi ise Pompeo’nun daha da ileri giderek 21 Mayıs’ta Amerikan kongresine İran’la ilgili olarak verdiği gizli brifingde İran ile El Kaide örgütü arasında ilişki olduğuna dair bulgulara ulaştığını söylediğini yazdı. Böyle bir bağın gündeme getirilmiş olması 11 Eylül saldırıları ertesinde Amerikan başkanlarına Kongre onayı olmaksızın askeri güç kullanma yetkisini tanıyan yasanın İran’a karşı kullanılmak istendiği endişesini gündeme getirmiş. Sözkonusu yasa, Amerikan başkanlarının 11 Eylül saldırılarını düzenleyenlerle doğrudan ya da dolaylı ilgisi bulunduğuna kanaat getirdikleri ülke, örgüt ya da kişiye karşı ABD’yi olası terör tehdidinden korumak üzere önleyici saldırı düzenlemesine olanak tanıyor. İran’ın El Kaide ile ilişkilendirilmesine herkes güler -Kongre’de de inanan olmamış. Pompeo da bu yüzden olsa gerek gizli brifinglerde bahsediyor bu iddiasından. Ama zaten askeri müdahale için sözkonusu yasa sayesinde başkanı ikna etmek yetiyor. Kanaat kanıt gerektirmiyor. Amerikan hukuku açısından engel de böylece aşılabiliyor.

Uluslararası hukuk açısından ise-uluslararası hukuk aslında güç kullanımını savunma dışında her şekilde yasaklıyor- işi kitabına uydurmaya yarayacak bir haber bu sabah Hürmüz Boğazı’ndan geldi.

İran Devrim Muhafızları günün ilk saatlerinde Hürmüz Boğazı yakınlarında İran hava sahasına giren bir Amerikan İnsansız Hava Aracı’nı düşürdüklerini duyurdu. Haberi bölgedeki ABD donanması da doğruladı ama yapılan açıklamada aracın uluslararası hava sahasında vurulduğu iddia edildi. Uluslararası hava sahası vurgusuna dikkat. Zira bu şekilde ABD, bir saldırganlıkla karşılaştığını iddia ederek askeri karşılık verebilir.

Özetle, ABD’nin İran’a askeri müdahalede bulunacağına dair endişeleri ciddiye almamız gereken bir aşamadayız.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.