Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Açık Oturum (203): Kaz Dağları krizi – Cihan Uzunçarşılı Baysal, Bahadır Özgür ve Hayri Kırbaşoğlu ile söyleşi

Medyascope Açık Oturumu’nun 203. bölümünde Alphan Telek konukları Cihan Uzunçarşılı Baysal, Bahadır Özgür ve Hayri Kırbaşoğlu ile son günlerde Türkiye gündemini sarsan Kaz Dağları’ndaki krizi konuştu. Baysal meselenin çevresel değerlendirmesini yaparken; Özgür çevre, siyaset ve ekonomi arasındaki ilişkiler özelinde Kaz Dağları krizini ele aldı. Kırbaşoğlu ise İslam ve ekoloji – çevre – arasındaki bağlantıya değinerek meseleyi tartıştı.

Alphan Telek: Medyascope.tv’nin 203. Açık Oturumu’ndan herkese merhaba. Bugün özel bir gündemle karşınızdayız. Biliyorsunuz, son günlerde Türkiye’nin de gündemini sarsan Kaz Dağları krizi ile karşı karşıyayız. Programın başlığını da bu şekilde koyduk. Bugün üç değerli konuğum var; biri stüdyoda, ikisi telefon hattında bizleri bekliyor. Bugün bu konuyu çevre, ekonomi ve siyaset yönüyle derinlemesine tartışmak istiyoruz. Stüdyodaki konuğum, Cihan Uzunçarşılı Baysal. Hoş geldiniz yayınımıza.

Cihan Uzunçarşılı Baysal: Hoş buldum, teşekkür ederim.

Telek: Telefon hattımızda Gazete Duvar yazarı Bahadır Özgür ve Hayri Kırbaşoğlu var. Sizler de hoş geldiniz.

Özgür- Kırbaşoğlu: Hoş bulduk.

Telek: Ben ilk soruyu Bahadır Özgür’e sorarak başlamak istiyorum. Bahadır Bey, Gazete Duvar’da 2 gün önce yayımlanan bir yazınız vardı. Yazınızda Kaz Dağları meselesinin ekonomik ve siyasi yönlerinin çok geniş olduğunu anlatıyorsunuz zaten. İzleyicilerimiz de o yazıya ulaşabilirler. Ben şunu sormak istiyorum: Kaz Dağları’nı esas alırsak, bununla ekonomi ve siyaset arasında nasıl bir bağ var? Bunu nasıl ele alabilirz?

Özgür: Hemen şunu belirteyim: Türkiye’de madencilik eski bir tarihe sahip tabii ki. Ama aynı zamanda, Bergama döneminde başlayarak ve giderek yükselen çevre tahribatlarına karşı mücadelenin de bir tarihi, bir birikimi var. Bunu kaydetmek gerekiyor. Bunu şu nedenle söylüyorum: İktidarın, sanki hiç tepki gösterilmiyormuş gibi bir söylemi var. Bu nedenle bu kayıtları düşmek lazım. Türkiye’de çok ciddi bir mücadele vardır. Aslında her yerde vardır. Ama niye Kaz Dağları bu kadar geniş bir tepki topladı, niye bu kadar yaygın oldu, bu önemli. Biraz yaşadığımız dönemle de ilgili.

Ben işin çevre kısmını bir kenara bırakıyorum, kendi alanım değil. Bu işin ekonomi politiğine baktığınız zaman, AK Parti döneminde öne çıkan birkaç nokta dikkat çekiyor. Kaz Dağları ile ilgili biriken öfkeyi ve -deyim yerindeyse- vandallığı gösteren bir geçmiş tarihe sahip burası. Şöyle bir hatırlatma yapmak lazım: Türkiye’de AK Parti döneminde en fazla değişen 2 kanun var: Bunlardan birisi Kamu İhale Kanunu ki yüzlerce defa değişikliğe uğramıştır. İkincisi de, Maden Kanunu. Maden Kanunu da 14 kere değiştirildi. İlk değişiklik 2004 yılında yapıldı. Bu çok önemli bir değişiklikti çünkü bugünlere gelmemize neden olan en önemli milatlardan birisidir 2004 yılı. 2004 yılında, 1985 tarihli Maden Kanunu’nda köklü bir değişiklik yapıldı. Bu değişikliğin esası, yabancı maden şirketlerinin -daha doğrusu tekellerinin- Türkiye’de doğrudan maden işletmesinin ve aramasının önü açılmış oldu. Yasanın değişmesinden sonra, aslında sicilleri dünyada bilinen, Latin Amerika, Uzakdoğu ve Afrika’da pek çok altın madeninde neler yaptıkları, çevreye nasıl zarar verdikleri tescilli olan pek çok şirket, bir anda Türkiye’de maden arama ruhsatı aldı.  2004 yılından sonra, genel madencilik açısından baktığımızda, yılda ortalama 12-13 bin arama, 9-10 bin de işletme verilmeye başlandı.

2004 yılından sonra çok önemli bir gelişme daha oldu: Madencilik alanında faaliyet gösteren yüzlerce irili ufaklı firma, bir anda yabancı tekellerle ortaklığa gitmeye başladı. Bu ortaklığın çok az bir kısmı hisse ortaklığı, ama asıl ağırlıklı kısmı, ‘’Sözleşmeli madencilik’’ dediğimiz bir taşeronluk sisteminin kurulması oldu. 2004’ten sonra hukuksal yapı oluşturulduktan sonra, yabancı şirketler Türkiye’ye girmeye başladı; Pek çok irili ufaklı firmayla ortaklığa girip, Artvin’de, Kuzeydoğu Anadolu’da, Ege’de ve asıl olarak da Kaz Dağları’nda maden arama izni almaya başladılar.

2019 yılı itibariyle baktığımız zaman, Türkiye’de, tamamı yabancı olan aşağı yukarı 120’ye yakın şirket vardır. Onların elindeki ruhsat sayısı 600’dür. Ama yerli-yabancı ortaklıklarda, taşeronluk olarak baktığımız zaman, karşınıza yüzlerce şirket çıkıyor. Bunların büyük bir kısmı da şu anda Kaz Dağları’nda kümelenmiş durumda. Yanılmıyorsam 29 tanesi altın madeni ki bunun 2 tanesi faaliyette. Balıkesir civarını da katarsak, şu anda sadece Kaz Dağları çevresinde 600’e yakın maden arama ruhsatı verilmiş durumda. Dolayısıyla o süreçten beri gelen faaliyetlerde bir artış var. Madencilik faaliyetinin nelere yol açacağını şöyle kıyaslamak lazım: AK Parti döneminde ekonomideki asıl faaliyet inşaat ve büyük altyapı projelerine kaydı. Kamu İhale Kanunu ile ihaleler, daha çok iktidara yakın şirketlere bir kaynak transferine döndü. Şu anda belediyelerde, özellikle İstanbul ve Ankara Belediyelerinde bu kanunların nelere yol açtığını, ortaya çıkan usulsüzlüklerin hangi boyutta olduğunu görüyoruz. Kamu İhale Kanunu bu sonuçlara yol açtı. Altyapı projelerini düzenleyen Kamu-Özel işbirliği sözleşmelerinin nelere yol açtığını da biliyoruz; Kuzey Marmara Ormanları’nın başına gelenler, 2. ve 3. köprüler, yeni açılan otoyol ve 3. Havalimanı. Yani, nasıl ki Kamu İhale Kanunu ile kamu kaynakları kullanılarak belli şirketlere aktarıldı ve yer üstünde büyük bir tahribat yaratıldıysa, 2004’ten itibaren 14 kez değiştirilen Madencilik Kanunu ile de yer altı kaynakları, hem belli şirketlere hem de -bence daha tehlikeli olanı- doğrudan yurt dışına transfer edilmesinin bir yolu açılmış oldu.Biraz da bu açıdan Kaz Dağları simgesel bir önem sahip. Çünkü hem bu yabancı şirketleri burada görüyoruz, hem onların taşeronlarını burada görüyoruz, hem de Türkiye’nin farklı farklı ağında faaliyet gösteren Koç, Eczacıbaşı, Nurol, Koza, Cengiz gibi şirketleri bir arada görüyoruz. Bu açıdan, Maden Kanunu’nun yol açtığı bu yeni ve büyük faaliyet alanı, Kamu İhale Kanunu’nun Türkiye ekonomisinde yarattığı tahribattan daha büyük bir tahribata yol açacaktır. Çünkü maden işletmeciliğinin sonucu, sadece inşaat gibi bir gelir bırakmayan, doğrudan yer altı kaynaklarını tükettiği ve yer üstü zenginliğini tahrip ettiği için, üstelik bunu da 15-20 yıl gibi kısa sürede yaptığı için, geride kalan, tahrip edilmiş bir doğa ve tahrip edilmiş verimli tarım arazileri oluyor. Bir önemli nokta da, maden tekelleri vasıtasıyla, milyarlarca dolarlık kaynak çok hızlı bir şekilde yurt dışına transfer edilmiş oluyor. Geriye kalan da, taşeronlaşmış şirketler, taşeronlaşmış bir işgücü ve tahrip edilmiş bir doğa.

Alamos Gold’un CEO’su John McCluskey’in çok yakın zamanda yaptığı açıklamayı hatırlarsınız: “Türkler, hafriyat ve taş taşımak konusunda çok iyiler.’’ Bu cümle bizim karşı karşıya olduğumuz tehlikeyi ve sonucu gösteren bir söz.

Telek: Peki. Bu noktada stüdyodaki konuğum Cihan Uzunçarşılı Baysal’a dönmek istiyorum. Kaz Dağları, bugünün siyasetinde ve toplumunda, çevreci reaksiyonlarda neyi temsil ediyor? Çünkü uzun zamandır bu konuda çalışmalar ve programlar yapıyorsunuz. Aslında bu konunun bir parçasısınız. Siz nasıl yorumlarsınız?

Baysal: Kaz Dağları, bugünkü ekonomi sisteminin bir parçası. Kaz Dağları meselesi üzerinden baktığımız zaman, dünyadaki sistemin gidişatını da görebiliyoruz. Ekonomi olarak doğanın artık metalaştırıldığı, doğada ne varsa her şeyin ekonomiye tahvil edildiği, bir de üstüne, finansallaştırıldığı bir dönemdeyiz. Kaz Dağları da bu küresel gidişatın bir parçası.

Burada çok önemli bir şeye dikkat etmemiz gerekiyor. Biz Kaz Dağları için mücadele ederken neye karşı çıkıyoruz? Hükümetin politikalarına mı karşı çıkıyoruz? Maden şirketlerine mi karşı çıkıyoruz? Yoksa acaba genel çerçeveden baktığımızda, küresel gidişata neo-liberal sistemin doğayı yok etmesine, kenti de dâhil her şeyi metalaştırmasına mı karşı çıkıyoruz? Biraz, sistemden ve daha geniş çerçeveden bakmamız gerektiğini, dolayısıyla, mücadeleyi, küresel mücadelelerle birleştirmemiz gerektiğini düşünüyorum. Kaz Dağları’na giden herkesin oradaki itiraz nedeni aynı değil.

Telek: ‘’Orada çok farklı gruplar var’’ diyorsunuz.

Baysal: Farklı gruplar, farklı sesler var. Dünyadaki mücadelelerde de böyle. Yereldeki halkın ilk başta dikkat ettiği şey, tabii ki bir çevrecilik var. Doğa katledilmesin, yok edilmesin. Ormanına, suyuna sahip çıkıyor. Bir de şöyle düşünüyor: Kendi yaşamına değiyor çünkü geçim kaynakları elden gidiyor. Bu nedenle de bir çevrecilik var. Aynı şekilde, yereldeki kültürü elden gidiyor. Küresel şirketlere karşı mücadeleyi daha çok yerli halkın itirazlarında görüyoruz. Çünkü orada yok edilen bir kültür var. Sağlık hakkı için mücadeleyi görüyoruz. Veya çevre gruplarının burada mücadeleyi benimseyip destek olması gerekli. Şehirlerin, ülkelerin sınırları var ama doğanın sınırları yok. İklim krizi hepimizi etkileyecek bir şey. Onun için hepimizin meramıdır bu sistemin getirdiği bu vandallık, bu barbarlık.

Kaz Dağları’nın Çanakkale’den gelen önemiyle, bir milliyetçi tınıyla da bir Kuvây-i Milliye ruhu, Türk bayrakları ile çıkış vs. gibi bir mücadele hattını görüyoruz. Bir de, insanların itirazları -ki bu itirazlar küreselde de böyle şekilleniyor- kendilerine sorulmadan, fikirleri alınmadan, birdenbire tepeden bir proje, bir felaket başlarına geliyor. Buna karşı da mücadele var.

Baktığınızda çok bölünmüş gibi görünüyor. Ama hepsi aynı şey için mücadele ederken, aslında hepsi aynı şeyi söylemiyor.

Telek: Belki farklı söylüyorlar ama söylemek istedikleri, varmak istedikleri aynı şey mi acaba?

Baysal: Mesela, biliyorsunuz, Bergama’da mücadele ‘’İstihdam sağladık’’la bölündü. Yereldeki mücadele ki buna literatürde, özellikle yerli grupların mücadeleleri üzerinden yoksulların çevreciliği deniliyor. Yaşam kaynağı gidiyor ama ona alternatif sunduğu zaman, belki orada başka bir şey oluyor. Dolayısıyla, herkesin farklı farklı itiraz alanını düşünmek gerekmiyor mu? Yani bu mücadeledeki dili, zemini ortaklaştırmak gerekiyor. Peki, burada neye bakacağız? Ben daha çok insan hakları alanında çalıştığım için kendi açımdan değerlendireyim. Mesela Cerattepe’de de aynı şey. Radyo programımda Cerattepe’yi İbrahim Kaboğlu Hoca ile tartışmıştık. Ben bütün bu meseleyi, kaderin tayin hakkı meselesi olarak görüyorum. Bu, Birleşmiş Milletler’in hazırladığı ve “İkiz Sözleşmeler” olarak bilinen Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Sözleşme ile Medeni ve Siyasi Haklar Sözleşmesi’nin birinci maddesidir. ‘’Ulusların kendi kaderini tayin hakkı’’ ilk paragraf ve hemen ikincisinde gelen ve bizi ilgilendiren “Halkların, Kendi Yaşam alanları üzerindeki kaynakların tasarruf hakkıdır. Burada yapılan, yaşam hakkı olanağını elinden almak demektir. Çünkü insanların yaşam kaynağını, geçim kaynağını elinden aldığınız zaman -Kaderin Tayin Hakkı buradan geliyor- onu geleceğini yok ediyorsunuz. Bu, aynı zamanda yaşam hakkının da ihlalidir.”

Bugün iklim krizi üzerinden düşünürsek, bir ağacın bile önemi olduğu bir zaman, hepimizin kaderinin tayin hakkının ihlalidir. Yaşam Hakkı İhlali ve Kaderini Tayin Hakkı derken, bu sözleşmeler 1966 tarihlidir. Bugünden baktığınız zaman, oradaki tüm canlıların kendi yaşamlarını tayin hakkından söz ediyoruz. Yani, sesi olmayan canlıların da sesi için mücadele…

Telek: Tabii. Onların da habitatını yok ediyorsunuz.

Baysal: Kesinlikle. Onun için, mücadeleyi belki bu şekilde örerek, insan hakları bağlamında aldığımızda, bir karşı hukuk kurmuş oluyoruz. Bugün Kaz Dağları’nda veya başka yerlerde yapılanlar, hukuksuz mudur? Hayır. Hepsinin, hukuki alt yapısı, ÇED’i yapılmıştır. Orada bir hukuk var. Ama biz burada evrensel insan hakları mekanizmaları bağlamında bunları kullanarak bir karşı hukuk yaratabilirsek, o zaman mücadeleyi de güçlendirmiş oluyoruz.

Telek: Peki. Ben şimdi Hayri Kırbaşoğlu’na dönmek istiyorum. Hayri Hocam, bu konuda sizin bir yazınız oldu kendi sitenizde. Onunla ilgili de bir soru soracağım. Medyascope olarak daha önce İngiltere’den bir haber yapmıştık, Hem onunla hem de bu meseleyle bağlantılı olarak sorumu sorayım. İngiltere’de şöyle bir yaklaşım vardı. Biliyorsunuz orada çevreci hareketler Türkiye’ye göre çok daha önemli ve sayıca da fazla. Acaba Müslümanlık ve İslâmiyet, ekoloji ile ilgili ne diyor? İngiltere’deki aktivistler “Eğer Müslümanlar bunun için iyi bir şey söylerse, o zaman çevre konusunda bir yol alabiliriz’’ diyorlardı. Sizin de bu konuda bir yazınız oldu. Siz nasıl değerlendiriyorsunuz İslâm ve çevre ilişkisini?

Kırbaşoğlu: Bu görüşte olanlar tamamen haklılar. Çünkü dünyadaki gelişmeler, artık herhangi bir grubun, bir dinin ya da bir ideolojinin mensuplarının tek başına çözemeyeceği kadar karmaşık ve küresel bir hale geldi. Dolayısıyla küresel bir dayanışmaya ihtiyaç olduğu muhakkak. İslâm dünyasının durumu pek çok konuda olduğu gibi bu konuda da iç açıcı değil. Benim de bu konuya ilgi duymama yol açan, aslında bazı çağdaş İslâm entelektüelleri ki onların da büyük kısmı Avrupalı. Bunların başında Roger Garaudy geliyor. Garaudy ısrarla bütün kitaplarında, gezegenin ve insanlığın geleceğinin tehdit altında olduğunu söyler. Konuşmacı arkadaşlarımızı da ifade ettiği gibi, bilhassa küresel güçlerin, gezegeni ve insanlığı yok oluşa götüren süreçlerden, bu süreçlerin oluşturduğu tehditlerden ve bunların durdurulması için İslâm’ın işlevinden söz eder. Bu konuyu sistemik olarak ele alan belki de tek entelektüeldir Roger Garaudy. Çağdaş İslâm düşünürlerinden Mısırlı Hasan Hanefi de yazdığı yazılarda bu konuya dikkat çekiyor. Ama genelde, çağdaş İslam düşüncesinde çevre konusunun ilk sıralarda yer aldığını söylemek oldukça zor.

Muhafazakâr geleneksel kesimlere gelince, bu konularda durum çok daha ümitsiz. Çünkü bir Müslüman’ın, Müslümanlığı öğrenmek için başvurduğu el kitapları olarak ilmihâl kitaplarından tutun, Türkiye’deki çağdaş ilahiyatçılara, ‘’İslâm uleması’’ denilen şahsiyetlerin yazdıklarına bakın; bu kişilerin, yazdıkları içerisinde, çevre, ekosistem ve bunun geleceği konusu ya hiç yoktur veya son sıralardadır. O nedenle, bahsettiğiniz yazımda, bir gelecek teolojisine ihtiyacımız olduğundan söz ettim. Geleceğimizi garanti altına alacak, gezegeni ve insanlığı teminat altına alacak, onu yok oluştan kurtaracak bir teolojiye de ihtiyaç var. Bu teoloji “Kurtuluş Teolojisine benzer de olabilir. Bu anlamda, teorik düzlemde İslâm dünyasının durumunun iyi olduğunu söylemek zor. Bunu açık yüreklilikle bir özeleştiri olarak yapmak lazım.”

Peki, İslâm’ın kurucu metni olan Kuran’da, kurucu tecrübe peygamber modeli bu konuda ne diyor? Hiç uzağa gitmeye gerek yok. İslâm’ın da, Hıristiyanlığın da, Yahudiliğin de, hatta diğer dinlerin de, tabiata ve ekosisteme karşı düşmanca bir tavrı savunmasını düşünmek mümkün değil. Dinler hakkında kabaca bir fikri olan herkes bunu bilir. Dolayısıyla, kategorik olarak, İslâm’ın da bu konuda çevrenin ve tabiatın korunmasından yana olduğunu rahatlıkla ifade edebiliriz. Bunu en basit, iki noktadan gösterebiliriz. Biri, Kur’an, Allah’ın varlığının işaretleri olarak tabiattaki ayetlerden bahseder. Yoğunluklu olarak Kur’anda bu manâda kullanılır. Bir de, Kuran’ın her bir cümlesi için de ayet tabiri kullanılır. Ama yoğun olarak, Kuran, kâinattaki bu göstergeler için kullanır. Bu anlamda, Müslümanların İslâm algısında şöyle bir çelişki söz konusu: Mesela, Kuran-ı Kerim’e veya herhangi bir ayetine herhangi bir saygısızlık olduğu zaman -Salman Ruşdi’nin “Şeytan Ayetleri” kitabını hatırlatayım-ayağa kalkan İslâm dünyası, Allah’ın varlığının delilleri olan esas ayetler, yok edilmeye, talan edilmeye ve bu ekosisteme zarar verilmeye sistemli olarak girişen küresel, bölgesel ve ulusal teşebbüsler konusunda tam bir sessizlik içerisinde. Sizin de işaret ettiğiniz gibi, gerek İngiltere’de, gerek Avrupa’da, gerek ülkemizde, çevreci kuruluşlar içerisinde İslâmi bir kuruluş var mı, bilmiyorum. Çevreci arkadaşlar daha iyi bilir. Çevreciliği merkeze alan bir İslâmi kuruluş hatırlamıyorum. Bildiğim kadarıyla Arap dünyasında da yok. Dolayısıyla, şu anda İslâmi kesimin gündeminde ‘’çevre’’ diye bir konu olmadığı gibi, tam tersine, dünyada ve ülkemizde yapılan çevre katliamlarına karşı, bilhassa ülkemizde, iktidara yakın dindar, muhafazakâr kesimlerde bunları mazur gösteren, kollayan hatta adeta savunan bir zihniyet var. Konuşmacılar, küresel sistemik bir programdan bahsetti. Aslında küresel kapitalizm, tüketim toplumu modeli, her tarafı egemenliğine almış durumda. Türkiye’de de bu zihniyetin adı ‘’Abdestli Kapitalizm’’ veya benim genelde kullandığım tabirle ‘’Takkeli Kapitalizm.’’ Dolayısıyla, şu anda, özellikle iktidarı destekleyen İslâmi kesim, iktidara olan kölece tutumundan dolayı, yapılan her şeyi meşrulaştırma gibi bir pozisyon belirlemiş durumda. O yüzden, Kaz Dağları’nda veya Türkiye’nin herhangi bir yerinde, tabiata ve tarihi mirasa karşı hınç noktasına varan icraatlar karşısında, bunları durdurmak için harekete geçmek yerine, bu konuda yapılan eleştirileri iktidara yapılmış eleştiriler ve kendi varlığına yönelik tehdit olarak algılayarak, ne pahasına olursa olsun bu yanlışları savunma pozisyonuna geçmiştir. Mesela, son günlerde İslâmi veya iktidara yakın medyada, bu konuda, ciddi biçimde iktidarı veya bu yapılanları eleştiren… Sadece bu değil, Hasankeyf’ten tutun, sosyal medyada görüntülenen pek çok tabiat katliamı var. Biraz önce görüntülerinizde de izledim, gerçekten öyle böyle bir şey değil. Kelimenin tam anlamıyla, usulsüz bir ağaç ve orman katliamıdır bu yapılan. Bu yapılanlar karşısında, İslâmi kesimin tepki vermesini beklemek zor. Çünkü aldıkları dini eğitim içerisinde, çağın ve günümüzün konuları hemen hemen hiç yok. O yüzdendir ki kendi görevim olmamasına rağmen, Ahir Zaman İlmihali denilen ilmihalde, çevre, teknoloji vb. konulara, cılız da olsa elimden geldiğince temas etmeye çalışıyorum. Belki de bu konuda daha fazla çalışmalar yapılması lazım. Ama maalesef, Diyanet Teşkilatı, İlahiyat camiası dâhil, ‘’Elinde bir fidan olan varsa, kıyamet kopuyor görse, o fidanı yine diksin’’ hadisini hutbelerde, Orman Haftası’nda okumanın ötesine geçemiyor, eylemsel adımlar atamıyor. Dolayısıyla Türkiye’deki tabiat ve tarih mirasının yok edilmesi, tahrip edilmesi, katledilmesi konusunda İslâmi kesimlerin, özellikle iktidarı destekleyen dindar muhafazakâr kesimlerin tam bir sessizlik içerisinde olduğunu görüyoruz. Hatta yapılanları meşrulaştıran bir pozisyon içinde olduklarını görüyoruz. Bu da bize, Türkiye’de de, İslâm dünyasında da yeni nesil bir Müslümanlığın inşa edilmesinin gerekli olduğunu gösteriyor. Bunu sosyal medya hesabımda da paylaştım. Çevreci ve emperyalizm karşıtı yeni bir Müslümanlık inşasına ihtiyaç var. Bunun teorik temelleri başta İlhami Güler hocamız olmak üzere, ülkemizde de var. Arap dünyasında da var. Batı’daki İslâm entelektüellerinde de var. Fakat bu düşüncelerin tabana yayılmasının önünde engeller var. Bu engellerin başında siyasi iktidarlar geliyor. İkincisi de, siyasi iktidarlara angaje olan İslâmi kesimler, cemaatler, tarikatlar geliyor. Dolayısıyla, yakın zamanda, İslami kesimden, ekosistemin, tabiatın kurtarılması, buna yönelik tehditlerin durdurulması için ciddi adımlar atılmasını beklemek zor. Ama buna rağmen, cılız da olsa bu konuda sesini yükselten bir takın İslâmi oluşumlar ve gruplar var. Fakat bunlar kesinlikle belirleyici değil. Belirleyici olan, mevcut durumu meşrulaştıran iktidar teolojisi, iktidar saltanat dini denilen bir olguyla karşı karşıyayız. Bu olgunun mevcudiyeti durumunda, çevre konusunda, İngiltere’deki kardeşlerimizin beklediği tarzda bir dayanışmanın ortaya çıkması oldukça zor. Mamafih, ümitsizliğe kapılmayalım. Çevre konusunda çalışmaları var mı bilmiyorum ama her yıl, Kahire ve Lübnan’da düzenli olarak, bölgesel ve gezegen ölçeğinde konuların ele alındığı, 5 kıtadan, her dinden, her ideolojiden, her gruptan insanların katıldığı dev organizasyonlar yapılıyor. Türkiye maalesef bunların farkında da değil, içinde de değil. Bu gibi organizasyonlarla, rahatlıkla İngiltere’deki ve dünyadaki çevreci kuruluşlarla irtibata geçebilir. “Kahire Konferansı” adı altında, bütün dünyadan katılımlarla gerçekleştirilen yıllık toplantılar düzenleniyor. Belki benim bilmediğim de olabilir. Yani, Arap dünyası, bu konuda Türkiye’ye nazaran daha aktif. Bu konulara daha yatkın ve üreten kesimler. O yüzden ben, Türkiye’de olsun, Batı’da olsun, entelektüel kesimlerin İslâm dünyasında ve Arap dünyasındaki partnerleriyle doğrudan irtibat kurmalarının son derece önemli olduğunu düşüyorum.

Özetle, gezegen ve insanlık tamamen tehdit altında. Bu konuda Stephen Hawking’in uyarısını da hatırlayalım: Hawking, küresel ısınma, nüfus artışı, salgın hastalıklar nedeniyle dünyanın çok tehlikeli bir hale geldiğine dikkat çekerek, insanlığın 100 yıl içerisinde dünyayı terk edip, başka bir gezegene yerleşmeye başlaması gerektiğini söylemişti. İnsanlar farkında değil ama çok ciddi tehditle karşı karşıyayız. Kaz Dağları meselesi bunun sadece bir parçası. Temiz su meselesi, küresel ısınma, GDO’lu gıdalar meselesi var. Gerçekten, çocuklarımız değil ama torunlarımız, torunlarımızın torunları, gelecek nesiller ciddi bir tehdit altında. Bugün Müslümanlığın en birinci vazifesinin, bu gidişatı durdurmak olduğunu rahatlıkla söyleyebilirim. Çünkü gezegen ve insanlık yok olduktan sonra, zaten anlatacakları bir İslâm da kalmayacaktır. İslâm’ın varlığı, gezegenin ve insanlığın yok oluşuna götüren süreçlerin durdurulmasına, bu ikisinin kurtulmasına bağlı. O bakımdan, Müslümanların öncelik sıralamasında, dini görevler, namazdan, Hac’dan, oruçtan da önce, insanlığı yok oluşa götüren süreçlere karşı mücadele etmek olduğunu söyleyebilirim.

Telek: Çok teşekkürler Hocam. Bahadır Bey’e dönmek istiyorum. Böylece ikinci tura da geçmiş oluyoruz. Konuklarıma yine birer soru yönlendireceğim. Bahadır Bey, size biri daha spesifik, diğeri daha genel, 2 sorum olacak: Bugün yazınızda da vardı. ÇED (Çevresel Etki Değerlendirmesi) Raporları çok ünlü. 90 kuşağı dâhil olmak üzere herkesin, en azından haberlerden duyduğu, bildiği bir şeydir. Bu ÇED raporlarını kim hazırlıyor? Spesifik olan sorum bu. Çünkü sık karşılaşılan çevre krizlerinde ÇED raporları önemli bir yer tutuyor. Genel sorum ise, şu an Türkiye’de, 2017 sonrasında yeni bir sistemle karşı karşıyayız. Bununla çevre krizleri arasında bir bağlantı görüyor musunuz?

Özgür: Şu anda ÇED raporlarını özel şirketler hazırlıyor. Özel çevre danışmanlık şirketleri var. Tabii ki bu yargıya gittiği zaman, üniversitelerden bilirkişi oluşturup ÇED raporlarına itiraz edebiliyorsunuz. Bazı ÇED raporları projenin aleyhine de olabilir. Ama sistem, ağırlıklı olarak, ÇED Raporları’nın, madencilerin lehine hazırlanacak şekilde düzenlenmiş durumda. Yazımda da yazmıştım, bu konuda en büyüklerden birisi Encon Çevre Danışmanlık Şirketi. Gizli saklı bir bilgi değildir. Herhangi biri internetten girip referanslar kısmına baksın. Orada 50-60 tane proje referansı vardır. Hasankeyf’den başlar, Çaldıran’daki Nikel madenine kadar. Bu projelerin ne olduğuna aktığınızda, ÇED Raporunu hazırlayan şirketlerin kimin işine yaradığını da görürsünüz. Mesela ilk Kaz Dağlarında da hazırlamıştı ki o zaman Kanadalı şirketin kurduğu taşeron firmanın ismi Doğu Biga değil, Kuzey Biga’ydı. Orada köylülerle yapılan toplantıda sunumu yapan kişi, ÇED raporunu hazırlayan şirketin büyük ortağıydı.

Pelin Cengiz geçenlerde Artı Gerçek’te yazdığı TÜMAD Madencilik’le ilgili yazısında, şirketin 2 farklı ÇED raporu hazırladığını ortaya çıkardı. Encon Çevre Danışmanlık Şirketi’nin hazırladığı rapor Türkiye için, diğeri de kredi almak için yurt dışındaki EBRD (Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası) için hazırlanmış. Çünkü yurt dışındaki standartlar biraz daha yüksek olduğu için, onlara gerçeği söylerken, Türkiye’de hazırlanan rapor daha farklı.

ÇED raporlarının yanı sıra, risk raporu da hazırlanıyor. Risk deyince çevre, su kaynakları, tarım arazileri akla geliyor. Ama Alamos Gold’un risk raporunu okuduğunuzda, 3 aydan 6 aya kadar çevreci tepkiler olabilir, daha sonra yatışır diye belirtilmiş. Çevreci tepkileri risk olarak görüyor ve buna süre de vermiş. Çünkü bunlar tecrübeli tekel şirketler. Mesele sadece “ağaç” olarak kaldığı zaman, o tepkinin çok uzun boylu olmayacağını şirketin kendi raporundan öğreniyoruz.

İkinci sorunuzu Cihan Hoca’nın açtığı yoldan devam ederek cevaplayayım. Cihan Hoca o kadar önemli bir şeye değindi ki aslında sizin sorduğunuz sorunun yanıtı orada. Nihayetinde, hem bundan önce tartıştığımız mega projeler, hem inşaat işleri hem madencilik aslında aynı politik programın parçasıdır. Buna Neoliberalizm deniyor zaten. Adını biz koymadık 30-40 yıldır tartışılan bir konu. Her ülkede farklı farklı araçlarla program uygulanıyor elbette ama basit bir tanımını şöyle verebiliriz: Çalışanlardan şirketlere, alt sınıflardan üst sınıflara, ülke içinden, ülke dışına en hızlı şekilde servet transferini sağlamaktır. Aslında bütün özü bunun üstüne oturur. Bunu sağlayacak her türlü mekanizma, hukuk, kanun, bürokrasi oluşturulur.

Bizim şu anda yaşadıklarımızın benzerini, çok daha önce Latin Amerika yaşamıştı. Hakkı Özdal’la bir sabah programında Galeano’nun “Latin Amerika’nın Kesik Damarları” kitabına atıf yapmıştık. Kitapta 20-30 yıl önce Latin Amerika’nın yaşadıklarını anlatır. Özellikle Amazon Ormanları’ndaki maden işletmelerinin bütün Latin Amerika’da nasıl bir sistem kurduğunu anlattıktan sonra “Neoliberal politikaların bir aynasını arıyorsanız, bu Amazon Ormanları’ndaki madenlerdir” der. Çünkü şöyle bir özelliği vardır madenciliğin ki bunu Kaz Dağları için de söyleyebiliriz. Yabancı tekelleri, yerli işbirlikçileri, taşeronları, ÇED raporlarını hazırlayan şirketleri, danışmanları, ekonomistleri, hukukçuları, siyasi bürokratları, hepsini aynı hatta görebiliyoruz. Amazon Ormanlarına baktığımız zaman oradaki sömürü ve talanı görüyoruz. Bugün Kaz Dağları’nda da, bir tarafta dünyanın en büyük tekellerinden Kanadalı Alamos Gold’u, öbür tarafta da mesela Koç Holding’i, Eczacıbaşı’nı görüyoruz. Diğer tarafta, düne kadar yol ve köprü yaparak büyük servet kazanmış, 3-4 yıl önce vatandaşa nasıl hitap ettiğini unutmadığımız Cengiz Holding’i görüyoruz. Dolayısıyla bu madenler ülke içindeki ve dışındaki şirketlerin servet kaynağına en iyi örnektir.

Sizin söylediğiniz sistem meselesine gelince; aslında konuşmamın ilk bölümünde buna biraz değindim. Bu işler birdenbire olmadı; 2004’ten başlayarak yasal altyapısı, medyası, bürokrasisi dönüşe dönüşe bugüne geldi. En son, başkanlık rejimine geçtiğimiz zaman,1 No’lu Başkanlık Kararnamesi’nin en önemli düzenlemelerinden birisi madenlerle ilgiliydi; madenler konusunda bakanlığın alacağı kararı kamu yararı sayıyordu. Böylece son engel de aşılmış oldu. Daha önce altyapısı hazırlanmıştı, bu kararname ile de bir kişinin imzasına ve iradesine bağlı hale getirildi. Nitekim hemen sonra, neredeyse her ay 600-1000 arasında maden sahasının ihaleye çıktığına tanık olduk ki bugün de 1200 maden sahası ihaleye çıktı. Ülkenin diğer alanlarında yaşadığımız sorunlar nasılsa, aynısını burada da yaşıyoruz; Tek adam iradesine bağlı bir siteme geçtiğimiz için, yer altı kaynaklarının nasıl değerlendirileceği de tek bir kişiye bağlı.

Ben burada bir şey hatırlatayım, o zaman gözden kaçmıştı: Maden Kanunu’nda Şubat 2019’da yapılan son bir değişiklik var; Maden Kanunu’nun 1. maddesine şöyle bir cümle eklemişler: “Maden arama ve işletme faaliyeti milli çıkarlara uygun yapılmak zorundadır.’’ Bugün Kaz Dağları’nda bundan kastedilenin ne olduğunu görüyoruz. Kanadalı bir tekelin etrafına kümelenmiş taşeronlar, bürokrasi, siyasetçiler, kaymakamlar, şirketlerden daha çok onu savunan bir siyasi elitler grubunu görüyoruz. Bu işi bu tür kisvelerin altına saklıyorlar. Birincisi bu.

İkincisi, son yıllarda niye bu kadar pervasızlaştılar bunu sormak lazım. Niye bunu yapıyorlar? Çünkü Türkiye’deki ekonomik sistem bir krize girmiş durumda. Bu ekonomik sistem daha önce dış finansmana dayalı bir inşaat ekonomisi üzerinden yükseliyordu. Bu inşaat ekonomisi etrafından servet transferi, kaynak transferi yapılıyordu. Siyasi iktidar kendi popülist politikalarını onun üzerinden uygulayabiliyordu. Ama o sistem 2013’ten itibaren ağır bir krize girdi. Bu sistem artık yeni kaynak ve yeni para üretemiyor. Dolayısıyla, bu servet transferinin devam edebilmesi için, hem şirketlere hem yurt dışına hızlı bir şekilde yeni bir ekonomik birikim manivelasına ihtiyaçları var. Bunun için de ellerindeki tek şey, yerüstündeki ormanlar, yeraltındaki maden zenginlikleri. O yüzden böyle pervazsız ve hızlı bir şekilde bu alana hücum ettiler. Çünkü şu anda dışarıdan hiçbir şekilde finansman sağlanamadığı için, ancak madenleri satarak büyük tekelleri ülkeye çekebiliyor ve böylece ihtiyacı olan kaynağı buradan sağlayabiliyorsunuz. İkincisi, beslemen gereken kendi etrafına kümelenmiş şirketleri, bunları taşeronu yaparak besleyebiliyorsun. Üçüncüsü, Türkiye’de şu an üretim sektörü çöktüğü için sermaye birikimi tıkanmış durumda. Büyük şirketlere bir kaynak transferi lazım. Koç ve Eczacıbaşı madencilikte niye bu kadar ısrarlı, buradan görüyoruz. Onlar da madenleri hızlı ve engelsiz bir şekilde servet transferi kaynağı olarak görüyorlar. Cihan Hoca çok doğru söyledi; küresel ayakları güçlü olan ama içeride de sadece çevreyle, ormanla, ağaçla sınırlı olmayan yerli şirketlere, siyasi iktidara, buradan beslenen bürokrasiye uzanan bir tehlikeyle karşı karşıyayız. Madencilik böyledir. Geçmişte de böyleydi. Afrika, Uzak Asya ve Latin Amerika’daki pratikler, bunun bir sömürgecilik ve ilkel birikim kaynağı olduğunu göstermiştir. Madenler yabancılara verildiği zaman “yeni sömürgecilik’’ tanımını kullanmamız bu nedenledir. Başkanlık rejiminden itibaren hem öncesindeki hazırlıklara, hem sonrasındaki bütün uygulamalara baktığımız zaman ülkenin tek bir yasayla idare edildiğini görüyoruz. Daha doğrusu iki yasayla. Birincisi, ülkedeki yeraltı, yerüstü ne kadar kaynak varsa, bunların, belli kesimlere hızlıca aktarılmasını sağlayacak yasalar. İkincisi de, bu transferi engelleyecek her türlü protestoyu, düşünceyi, fikri, gazetecilik faaliyetini boğacak, yargılayacak olan bir OHAL Kanunu. Ülkedeki Başkanlık rejimi, bu 2 kanun üzerine oturan ve bu kanunun etrafındaki faaliyetler üzerine yükselen bir rejimdir.

Telek: Peki, çok teşekkür ederim. Çok iyi özetlediğinizi düşünüyorum. Şimdi stüdyoya dönüp Cihan Hanım’la devam edeceğim. Bahadır Bey bahsetti zaten. Yeraltı ve yerüstü üstü kaynaklarının verilmesinde giderek artan bir grafikle karşı karşıyayız. Ama bu aynı zamanda toplumsal tepkiyi de getiriyor. Bu, benim çokça merak ettiğim bir şey. Türkiye’de, özellikle çevre sorunları konusunda giderek artan bir bilinç düzeyi var gibi. Bilinç düzeyi aşıldı mı? Siz uzun zamandır bu işin içerisindesiniz. Ne dersiniz?

Baysal: Bahadır’ın da bahsettiği gibi, çevre hareketinin öncesi de var, birdenbire Kaz Dağları’nda ortaya çıkmış değil. Karadeniz’de HES’lere karşı mücadeleler senelerdir sürüyor. Bergama’dan bu yana gelen mücadeleler var. Köyceğiz Yuvarlakçay’daki HES mücadelesi var. Orada kurulan çadırların sonra Sinop Gerze’de, Gezi’de ve burada tekrarlandığını görüyoruz. Ama burada başka bir şey var. Yani neden Kaz Dağları’nda bu patladı, bunu konuşabiliriz.

Ben yayında akan görsellere bakarken, Saskia Sassen’in, küresel şirketlerin yeraltını deşerek yok etmelerini, yerüstünü çeşitli plantasyonlar veya sanayi kuruluşlarıyla yok etmelerine atıfta bulunarak bu gidişata dair bir sözü aklıma geldi: “Ben iklim krizi demeyeceğim, ölü toprak, ölü su’’ diyeceğim. “Mesela Aral Gölü’nü gösteriyor. Bizde de yok edilen Konya’daki Meke Gölü var biliyorsunuz. Bu gerçekten çarpıcı bir şey. O fotoğraflar akarken aslında toprağın ölümünü, yok edilişini görüyoruz. Sosyal medyanın gücü ve görsellerle anında yayınlanmasının gücü çok önemli. Gezi’den bu yana gelen bir bilinç var, onu unutmayalım. Oradan gelen bir güvenle, bir güçle, vatandaşın, kendi parkına, ormanına, suyuna sahip çıkması. Zaten Gezi’ye olan hıncın bir ayağı orada diye düşünüyorum. Kaz Dağları’nda maden aramalar çok önceden başladığı için, oradaki yerel örgütlü. Burada en başta, yerelin önceden örgütlülüğünü ve hazır olduğunu görüyoruz. Orada yeni baştan bir örgütlenmeye gerek kalmadı. Hâlihazırda vardı zaten, onun üstüne örgütlenildi. Tabii burada yerel yönetimin de katkısı olduğunu düşünüyorum.”

Bir de şöyle bakmak lazım. “İnşaat Ya Resulallah’’ ekonomisi çökerken, “Maden Ya Resulallah’’ ekonomisine doğru gidiyoruz. Ekonominin çözüldüğü ama siyasetin de çözülmeye başladığı bir dönemdeyiz. Evet, Tek adam rejimi var, devam ediyor belki ama gücü aynı şekilde mi, bunu tartışmamız gerekir. Burada bu çözülüşün aşamasında olmasının, Kaz Dağları’nın da etkisi olduğunu düşünüyorum: “Artık yetti!’’ diyerek başka bir Türkiye, başka bir Kaz Dağları, yerelden Türkiye’ye başka bir bakışın inşasını istiyor insanlar. Şimdiye kadar uzaktan baktığımız, bize çok uzak bir şeymiş gibi gördüğümüz iklim krizinin etkilerini de birebir yaşamlarımızda hissetmeye başlamamız, dünya üzerinde çocukların bile ayağa kalktığı bir dönemde, tabii ki bir bilinç sıçraması da oluyor. Çocuklarımız için, torunlarımız için, gelecek için ne olacak diye sorguluyor insanlar. Kaz Dağları’nda yerelin örgütlenmesi de çok etkili oldu. Biz bunu Cerattepe’de de gördük ki orada da hâlâ devam eden ciddi bir mücadele var. Örgütlü mücadele, hukuki mücadele ve uluslararası dayanışmalar çok önemli. Tekrar söyleyeceğim: Biz gerçekten küresel bir sistemle karşı karşıyayız. Çok uluslu şirketler ve taşeronlarının, dünyayı talan ekonomisine, yok etmeye doğru götürdüklerini görüyoruz.

Telek: Bir ara soru olarak size şunu sorayım: Bu Mega projelerin, bilinç artmasında bir etkisi var mıdır? Yerelde değil ama kentlerde. Ne dersiniz?

Baysal: Mutlaka var. Mega projelerin etkisi ilk başta çok güzel geliyor: kalkınmacı söylemler “Ne güzel köprüler, yollar yaptık.’’ Ekonominin bu gidişatında, yapılan her yolun, geçsek de geçmesek de o köprünün, orada olsak da olmasak da şehir hastanelerinin parasının cebimizden ödenmesi, halkta çok büyük bir infial yarattı. Mega Projeler dendiğinde halkımız her zaman bu kalkınmacı projelerden yanadır. Ama bu, ekonomik yaşamına değdiği için bir tepki diye düşünüyorum. Ve tabii ki 3. Havalimanı. Sembolik olarak çok önemli çünkü bütün o itirazların haklılığının görüldüğü bir yer şu anda. 13 milyon ağaç gitti. Onun görünürlüğü. Pistlerin çökeceği söylendi; daha çok yakın zamanda taksi pisti çöktü. Kuşların göç yolu üzerinde olduğu için tehlike yarattığı söylendi. Kışın bizi ne bekliyor, bilmiyoruz. Bu söylenenlerin havada kalmadığını, etkilerini görmeye başladığımız bir aşamadayız diye düşünüyorum.

Telek: Çok teşekkürler. Son soruyu Hayri Hoca’ya soracağım. Bahadır Bey Kaz Dağları ile ilgili yazdığı yazısının başında bir anekdot paylaşıyordu. Onu anlatayım ve oradan, bugün ilgilendiğiniz konuyla ilgili, çok da merak ettiğim bir soru sormak istiyorum. 2008 yılında, Maden Fuarı’nda yapılan bir toplantıda, madenciler, maden şirketleri bir araya geliyor. Dönemin Çevre Bakanlığı Orman Genel Müdür Yardımcısı bir konuşma yapıyor: “Tabii ki birinci görevimiz ormanı korumak. Ama biz aynı zamanda şuna inanırız. Cenab–ı Allah insanoğlunu yarattığı zaman onu merkeze koymuştur ve bütün diğer yaratıkları onun emrine vermiştir’’ diyerek yapılan işleri bir anlamda meşrulaştırıyor.  Siz Kurtuluş Teolojisi, ya da Gelecek Teolojisi diye yeni bir yaklaşım getirme iddiasındasınız. Bunun karşısında alternatif bir yorum yapılabilir mi? Gerçekten, Cenab–ı Hak dediğimiz, bütün canlıları insanın emrine mi vermiştir yoksa bu gelecek teorisinde başka bir şekilde yorumlanabilir mi? Ne dersiniz?

Kırbaşoğlu: ‘’Emrine, istifadesine vermiştir’’ demek, bunu tahrip etmek anlamına gelmiyor. Bütün tabii kaynaklar, bizim malımız değil, gelecek nesillerin bize emanetidir. Bu yaklaşım o kadar akıldan, mantıktan uzak bir yaklaşım ki. Suyu sorumsuzca israf edin, sonra susuzluk sıkıntısı çekin. Tıpkı ABD’nin yaptığı gibi. Dünya nüfusunun 1/27’si orada ama dünya petrolünün ¼’ünü tüketerek veya 3000, 5000 beygirlik araçlar tüketerek yeni enerji kaynakları peşinde koşuyor. “Sürdürülebilir Kalkınma’’ diye bir tabir var. Önemli olan sürdürülebilir olması. Tabii kaynaklar olan ormanları sürekli gençleştirerek ve onun nimetlerini koruyarak istifade edilir. Bu şekilde kesmekle, siz istifade kaynağını kurutmuş oluyorsunuz. 3-5 kişi orada altın çıkartacak diye, bütün ülkenin, hatta bütün insanlığın malı olan ormanı yok ederek bir katliama imza atıyorsunuz. Bu son derece sakat bir mantık.

Bir başka husus daha var. Eski Orman Bakanı Veysel Eroğlu ‘’Ne kadar kesiyorsak o kadar dikiyoruz’’ demişti. Bunun doğru olmadığını, medyada yayınlanan bir sürü araştırmadan görebilirsiniz. “Kesiyoruz’’ dediğiniz ağaçların yerine yenisini diktiğiniz zaman, 50 sene, 100 sene beklemeniz lazım. Siz aynı zamanda 50 sene, 100 senelik bir ömrü de çalmış oluyorsunuz. Bakanlık seviyesine gelmiş yetkililerin konuya bu kadar yüzeysel yaklaşımını anlamak mümkün değil. Bu da, iktidar zihniyetinin iktidarda kalabilmek için, akıl mantık, izan, ahlâk, etik kurallarını bir tarafa bırakarak, ne pahasına olursa olsun iktidarda kalmak ve ne pahasına olursa olsun iktidarın icraatlarını savunmak gibi hastalıklı bir zihniyete evrildiğini gösteriyor. Bu doğru değil. Bütün kâinat, bütün insanlığın ortak malıdır. Türkiye bile, Türkiye’de olanların değil, bütün insanlığın ortak malıdır. Bütün bu sınırlar, ulus devletler sonradan çıkmıştır. İslâmi öğretiye göre, Allah yeryüzünü bütün insanlar ortaklaşa yaşasınlar, bu nimetlerden yararlansın diye yaratmıştır. Siz ormanları yok ettiğinizde ki burada kesilen ağaçların sayısı 14-19 bin değil, belki 100 binleri bulan bir rakam söz konusu. Bu şekilde siz, Allah’ın ayetleri olan ayetlere karşı meydan okumuş ve Allah’a karşı saygısızlıkta bulunmuş oluyorsunuz. O arkadaşların bunu göz önüne alması lazım. Benim özetle vurgulamak istediğim nokta şudur: Çevre ve tarih bir mirastır. Tahribatına yönelik her adım İslâm’a taban tabana zıt bir adımdır.

Telek: Çok teşekkürler hocam. Hem stüdyodaki konuğum Cihan Uzunçarşılı Baysal’a, hem telefondaki konuklarım Hayri Kırbaşoğlu ve Bahadır Özgür’e programa katıldıkları için çok teşekkür ederim. Sevgili Medyascope izleyicileri, Medyascope Açık Oturum’unun 203. bölümünün sonuna geldik. Bizi izlemeye devam edin. İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.