Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Kemal Can ve Ruşen Çakır ile Haftaya Bakış (34): HDP operasyonu ve Kars’a kayyum, hedefteki Anayasa Mahkemesi & gizlenen salgın gerçekleri

Yayına hazırlayan: Tania Taşçıoğlu Baykal

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler. “Haftaya Bakış”ta karşınızdayız. Kemal Can’la birlikte yine haftanın öne çıkan olaylarını değerlendirip, önümüzdeki günlerde neler olabileceğini yorumlamaya çalışacağız. Kemal, merhaba.

Kemal Can: Merhaba Ruşen.

Çakır: Haftanın en önemli olayı, “Kobane olayları” nedeniyle gözaltına alınan 20 HDP’liden 17’si hakkında bugün tutuklama kararı çıkması oldu. Sırrı Süreyya Önder, Altan Tan ve Gülfer Akkaya, adlî kontrol şartıyla serbest bırakıldı. Aralarında Kars Belediye Başkanı Ayhan Bilgen’in de bulunduğu 17 kişi tutuklandı. Ayhan Bilgen tutuklanır tutuklanmaz da Kars Valisi kayyum olarak atandı. Vali’nin yanında korumaları ile belediye binası önünde kıldığı namazın fotoğrafları çok çarpıcı ve birçok şeyi özetleyen bir fotoğraf. O fotoğrafı görünce benim aklıma şu geldi: Ayhan Bilgen, HDP’ye İslâmî hareketten katılmış birisi. Kendisi MAZLUMDER’in Ankara şube başkanlığını ve daha sonra genel başkanlığını yapmış birisi. Dolayısıyla sanki bir şeyi birinden ele geçirmiş gibi o görüntü çok mânîdar oluyor. Zaten Ayhan Bilgen’in Emniyet ifadesine gitmeden önce, “Ben demokrasicilik oynanacak yaşı geçtim. Gözaltı sürem bitene kadar kayyum atanmamış olursa belediye başkanlığı görevimden istifa edeceğim”diye yolladığı bir not vardı. Olacağı görüp, bir şekilde müdahale eden ilginç ve çarpıcı bir hamleydi. Nitekim tutuklandığı anda yerine Vali atandı. Bir de bunun öncesinde, diğer Eş Başkan, HDP’li Meclis üyeleri ve HDP’nin İl Başkanı, hepsi gözaltına alındı. Şimdi sana o klasik soruyu sorayım: Bunu yaparak İYİ Parti’ye mi mesaj veriyorlar, CHP’ye mi?

Can: Zaten HDP’ye her saldırdıklarında, birileri çıkıp, başkaları için endişelenmemizi istiyor bizden. HDP’ye yapılanlar üzerine konuşmaya bir türlü izin verilmiyor. HDP’ye bir şey yapıldığında, “Aslında hedefte şu var, hedefte bu var. Şunu buna zorluyorlar, bunu şuna itiyorlar” deniyor. Aslında bu işin birkaç yönü var. İktidar, haftalardır, aylardır sürekli konuştuğumuz üst üste hamlelerin, içeride, dışarıda bazıları şaşkınlık yaratacak, bazıları bıkkınlık yaratan adımların hepsinde somut tek bir sonuç peşinde olmuyor genellikle. Çünkü attığı adımların özelliğinden dolayı, pek çok alanda sonuçlar doğurabilecek adımlar atıyor. Ayasofya öyle bir şey. Dış politikada attığı adımlar, ekonomide atmadığı adımlar öyle meseleler. Dolayısıyla, bu işte de birden çok hedef alma gayretinin olmasında da şaşırtıcı bir şey yok. HDP’de Mithat Sancar, “Bu bir intikam operasyonu” dedi. İntikam meselesi şöyle: HDP ile bitmeyen bir nefret ve bitmeyen bir intikam, içlerini bir türlü serinletmeyen bir mücadele zemini var. Ama pek çok meselede geriye giderek, kendisinin çok kuvvetli biçimde yenildiği şeylerin bir tür intikamını almak, zaaflarının izlerini silmek derdiyle hareket ediyor bazı konularda. Gezi Davası böyle bir şeydi. Osman Kavala ile yürütülen, saçmalığın bulunabilecek her yoluna müracaat edilen yargılama meselesi böyle cereyan ediyor. Baştan itibaren HDP’ye yapılanlar –1. kayyum atağında da, 2. kayyum atağında da, şimdi de, gözaltılarda, dokunulmazlıkların kaldırılmasında, Demirtaş yargılamasında da–, hemen her aşamada çözüm sürecinin, 7 Haziran 2015’in ve hatta geçen yılki yerel seçimin alınmaya çalışılan intikamı var. Bu bir türlü bitmiyor. Bunun bir rövanşist tatmin tarafı var, ama bir yandan da, bütün zaaf izlerini, o yenilgilerini unutturmak, gündemden silmek yerine, dönüp dönüp onların izlerini silmeye çalışıyor ve bir tür intikam hamlesine çeviriyor. Bu işte de böyle bir taraf olduğu çok net biçimde görülüyor.

Çakır: Bir de şöyle bir şey var. Hâlâ ve hâlâ, ısrarla muhalefetin içerisindeki Kürt sorunu konusunda alerjisi olan kesimleri tavlayabilme, beka söylemine inanma veya inanmayı isteme boyutu da var — ki bunun başarısızlığı 31 Mart’ta göründü. İYİ Parti’de, CHP’de, Saadet Partisi’nde ya da diğer partilere yönelenlere veya kendisinden kopmaya niyetli olan insanlara yönelik olarak bir hamle boyutu olduğunu düşünüyorum. Bunun ideolojik, politik bir perspektifi de var. Mesela, daha önce, bunun bir uzantısı olarak Suriye’de operasyon yapıyordu. Orada değişik partilerden insanları bir “Milli Seferberlik” adı altında etrafına daha kolay toplayabiliyordu. Artık belli bir ölçüden sonra onu yapamaz oldu. Irak’taki operasyonlar belli bir yere geçip ötesine geçemiyor biliyorsun. Sonuçta, bu operasyonları içeride sivil siyasetçilere yaparak o şeyi diri tutmaya çalışıyor. Bence nâfile bir çaba, ama hâlâ yer yer etkisi olabiliyor. O kadar da yabana atmamak lâzım.

Can: Doğru. Zaten demin söylediğim gibi, tek bir amaç değil, bir sürü şeyi bir arada yürütmeye çalışıyor. Senin sorunda olduğu gibi, “Kim için üzülmeliyiz? Kim için endişelenmeliyiz?” meselesi, CHP içerisinde, muhalefetin ayarını bozmak için yapıldığı hemen ortaya çıkıyor zaten. Hatta İYİ Parti meseleyi hiç üstüne alınmazken –ki alınması gerektiği çok açık olan–, doğrudan siyasete saldırı olarak algılaması gereken bir meseleye hiç değinmezken, birtakım yorumcular, İYİ Parti’nin hedefte olduğunu söylüyorlar. Bunun gerçekten de böyle bir tarafı var. Zaten bu tür yorumların olması da, bu hedeflerin işlediğini gösteriyor. Tabii asıl, fezlekeler Meclis’e geldiğinde ve bunun uzantısı olarak milletvekili dokunulmazlıkları meselesini gündeme taşıdıklarında bu daha belirleyici olacak. 

Seninle geçen haftaki yayında da konuştuk, ben de Gazete Duvar’daki yazımda yazdım. Siyaset dışında kurulmuş, siyasî enstrümanları kullanmayan, aslında siyaset sayılmayacak ama doğrudan siyaseti hedef alan bu gündemi dayatmak ve kabul ettirmek. Muhalefet tarafı, buna reaksiyon vermeyerek bir tür kabulü sağlıyor. Dolayısıyla bu gündemi yerleşikleştirmeye çalışıyor. Dediğin gibi, uygulanan yöntem, üslûp, Vali’nin mizanseni, gayet hukuksuz bir biçimde avukatların duruşmaya alınmaması, eski Cemaat savcılarının soruşturma dosyalarından uyduruk parçalar bularak soruşturma üretilmeye çalışılması, kayyum atanmasının kendisi, Ayhan Bilgen’in açıklamasının hemen peşinden, Eş Başkan’ın ve Meclis üyelerinin gözaltına alınması… Bir de, işin yargı tarafında, yargının doğrudan talimatla hareket eden bir iktidar aparatına dönüşmesi meselesinin, tereddüde yer bırakmayacak biçimde, çok net bir resminin çizilmesi konusunda ısrar var. Kabaca şöyle diyebiliriz: “Anlamadıysanız bir daha anlatalım. Bu konuların hukukla bir alâkası olmadığı gibi, siyasetle de bir alâkası yok.” Hedef alması anlamında siyasetle ilgili; ama bu, siyaset değil. İktidar şu anda siyaset yapmıyor; siyasî bir enstrümanla mücadele etmiyor. Rakipleri ya da muhalefetle veya kendi tabanıyla kurduğu sembol dünyası da siyasete dair değil. Güçle, devlet imkânlarıyla, salgın meselesinde bile “milli çıkar” gibi siyasetin dışında olan, müdahale edilemez birtakım enstrümanlar kullanarak doğrudan siyasete saldırıyor. O yüzden de çeşitli ideolojik rezervleri dolayısıyla, kıyısından köşesinden dolaşmaya çalışan, havaya bakarak ıslık çalmaya çalışan siyasetçilerin anlamadığı: Konu siyaset değil.

Çakır: HDP’nin bu kadar sık hedef olmasının nedenlerinden birisi, bütün sorunlarına, bütün eksikliklerine rağmen, muhalefetin içerisinde siyaseti etkili bir şekilde yapabilen, bütün zayıflıklarına, engellere rağmen gündem belirleyebilen, iktidarda olmayanı hatırlatan bir odak olması. Mesela, demin verdiğim örnekteki gibi, Ayhan Bilgen gözaltındayken bile bir notu dışarıya ulaştırarak siyasî gidişata müdahil olabiliyor. Bu çok çarpıcı bir şeydi. Demirtaş örneklerini de görmüştük. HDP, her şeye rağmen bunu yapabiliyor. 

Bu arada, gündem demişken, geçen gün de söylemiştim, Cumartesi günü Trend Topic olmuşsun, başkaları da varmış, ödüm koptu. “Ne oldu Kemal’e?” dedim. Meğer Gündem budur işte başlıklı yazınmış. Ne diyorlar ona? “Çok gönendik”. Yazıya gösterilen ilgi de açıkça gösteriyor ki bu “gündem değiştiriyorlar” muhabbetinden artık herkese gına gelmiş durumda. Siyasette daha somut bir şeyler yapılabilmesi, siyasî olmayan müdahaleler karşısında verilecek cevap, siyaseti gündeme sokmak, siyasî duruşlar sergilemek olmalı. Bunu kim yapabiliyorsa, bu işi çekip çevirecek durumdadır. 

Anayasa Mahkemesi meselesi bunun bir tezahürü gibi gelişti. Önce, Süleyman Soylu’nun, Anayasa Mahkemesi Başkanı Zühtü Aslan’a yönelik olarak ve oradan hareketle, Anayasa Mahkemesi’ne yönelik çıkışlarını burada neredeyse her hafta konuştuk. Hatta yalnız bırakıldığından şikâyet etti. Birdenbire Devlet Bahçeli –tabii ki adını vermeden– temaya sahip çıktı. Anayasa Mahkemesi’nin, Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne göre yeniden şekillendirilmesi gerektiğini söyledi. Onun da siyasî iktidardan bağımsız, özerk, hiçbir adım atamamasının temini… Yani, aslında çok geç kaldıklarını söylemek istiyor. Erdoğan da, Bahçeli’nin AYM’nin yeniden yapılandırılmasına yönelik bu önerisine, “Parlamento yeni bir adım atarsa seve seve ben de buna katılırım” dedi. Orada da aslında bir incelik var. Kendisi yapmıyor, bu sistemde sanki Meclis’in bir gücü varmış gibi topu oraya attı. Önümüzdeki günlerde bunu epeyce gündeme getireceğe benziyorlar. Neyi nasıl yaparlar bilmiyorum, ama buradaki mesele… Hangi gündemin üstünü örtmeye çalıştıklarını bulmaya çalışıyorum, bulamadım. Sonuç olarak, Anayasa Mahkemesi’nin üstünü örtmek istiyorlar. Her şeyini kontrol ettikleri, neredeyse bütün üyelerini kendilerinin atadıkları, birkaç istisna karar dışında –ki bunlar da Anayasa Mahkemesi’nin kural gereği vermesi gerektiği kararlar; iktidarı olağanüstü rahatsız eden kararlar da değil üstelik– bu kararlara bile tahammül edemeyen bir iktidar yapılanması var. Medyascope’ta Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür’ün dünkü ‘’İki Satır’ programının başlığı çok güzeldi. Biliyorsun, onların bazı başlıkları çok iyi oluyor. Dünkü yayın başlığının adı da, “Devlet, devletin adını koyuyor”. Tabii bu meselede Bahçeli’nin buna Erdoğan’dan erken atılması da işin başka bir yanı. Sanki şöyle bir şey var: Bu yeni sistemde tam istedikleri gibi bir tablo yapılıyor. Ama hani vardır ya: “Şurada bir şey var, şurayı da boyayalım” gibi. Aslında onların gözünde çok teferruat bir şey. Anayasa Mahkemesi’nin, iktidarı hop oturtup hop kaldıracak bir kararı var mı? Ben hatırlamıyorum.

Can: Yok. Hoşuna gitmeyecek bazı kararlar vermiş olabilir, ama hayatını zorlaştırdığını söyleyemeyiz.

Çakır: Evet. Ona rağmen, buna bile tahammülsüzlük var. Yerine ne koyacaklar? Osmanlı’ya göndermeli birtakım kurum isimleri söylüyorlar; ama sonuçta, birçok kurumda olduğu gibi, AYM’nin de zaten çok dolu olmayan içini boşaltmak istiyorlar. Buradaki meselede, devletin yeni şeklinin tamamlanması konusu önde geliyor; ama bence bunun başka sebepleri de var. Demin konuştuğumuz, siyaset yapamamanın, siyaset yapamadan gündemi kontrol etme çabasının da bir etkisi var sanki.

Can: Var tabii. Çıkış olarak bunu bir siyasetçi yaptığı için bunlara “siyasî çıkış” diyoruz. Ya da bir iktidar yaptığı için, aynı zamanda bir siyasî partinin genel başkanı olduğu için, buna bir “siyasî hamle” diyoruz. Ama aslında bu çıkışlar, bu hamleler, ne yöneldikleri alan itibarıyla ne kullandıkları enstrümanlar itibarıyla, siyasî değiller. Siyasî sonuçlar üretiyorlar, ama bu siyaset yapmak değil. Tam tersi, alanı siyasetsizleştirmek ya da siyaseti iktidarsızlaştırmak. Ama bu meselede şöyle bir şey var — bunu Süleyman Soylu meselesi üzerinden, birkaç hafta üst üste konuştuk: Bahçeli-Soylu hattında, tam çözemediğim, çözemediğim için de bir kanaat belirtmediğim, ama birtakım sorular oluşturan bir durum var. Senin de bu bahsi açarken söylediğin gibi, Soylu bunu ortaya attı, biraz köpürtmeye çalıştı. AKP’den pek devamı gelmedi. Sonra, Soylu’nun “Ben yalnız bırakılıyorum” türünden, hafif sitem eden açıklamaları oldu. Sonra birdenbire, bu çağrı Bahçeli tarafından alındı ve bir tür karşılık üretildi. Hatırlarsan, Erdoğan, baro meselesinde ya da başka meselelerde olduğu gibi, “Hadi yapın” talimatı seviyesinde bir olur veriyordu. Hatta İstanbul Sözleşmesi bile neredeyse o sınırı geçmişti, ama sonra birden gargaraya getirip, unutturup, kendi talimatını da gündemden düşürdü. Ama bu olayda, ilginç bir biçimde, idam meselesinde olduğu gibi bir durum söz konusu. İdam meselesi de Bahçeli’nin ortaya attığı, Meclis Başkanı’nın da biraz etrafında dolandığı, ama tam olarak nasıl formüle edeceklerine ilişkin hiçbir şeyi de kurgulayamadıkları bir mesele olarak, “İndir raftan, koy rafa” şeklinde senelerdir gelişiyor. Bu olayda Erdoğan’ın “Meclis yapsın, ben onaylarım” demiş olması, “Tamam, bu konuda bir çalışma yapılsın” dememiş olması, yani olayı talimatlandırmaması, buna karşılık, Soylu ve Bahçeli’nin, hatta Bahçeli’nin Soylu’yu da aşarak… Çünkü Soylu’nun yaptığı, Anayasa Mahkemesi’nin, tıpkı Sağlık Bakanı gibi, “Milli çıkarları gözeterek” karar vermesi sınırındaydı. Bahçeli daha ileri gitti ve işi, “Onun nasıl karar vereceğini ricaya gerek yok, onu toptan halledelim” noktasına vardırdı. Ama burada adını tam koyamadığım bir şey var.

Çakır: Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür’ün yayınına dönersek; “Devlet, devletin adını koyuyor” meselesinin bir boyutu olabilir. “Haftaya Bakış” yayınlarında hemen hemen birçok konuyu ele aldık; bu konuların birçoğunda da Devlet Bahçeli’nin dediği oldu. Mesela, İstanbul seçimlerinin yenilenmesi meselesi. Bu konuda hafızalarımız çok taze. Erdoğan İstanbul’u telaffuz etmemişti, ama kazandığı il sayısına İstanbul’u dahil etmemişti. Hatta 31 Mart gecesi “Türkiye İttifakı” diye bir şey söylemişti. Bahçeli bunu çok daha coşkulu bir şekilde yaptı. İnfaz Yasası’nı çıkarttı. İstanbul Sözleşmesi’nin değiştirilmesine bir şekilde engel oldu. Sonuçta, önemli birtakım politikalarda, Bahçeli’nin etkisi, belirleyiciliğe doğru evriliyor sanki. Belki de, Erdoğan onun peşinden gidiyor olma görüntüsünden rahatsızdır.

Can: Olabilir. Evet, kafamdaki önemli sorulardan bir tanesi bu: Bahçeli’nin, Soylu’nun çıkışına bir tür el artırarak giriyor olması. Böyle bir etkinin, Erdoğan’ı kendi isteği dışında da biraz zorlayan bir itiş kakışa da dönüştü mü kısmında tereddütlerim var. Ama dediğin gibi, Bahçeli’nin böyle bir rolü olduğu doğru. Bu konuda da öyle bir inisiyatif aldı. Hatta fazla ileri bir inisiyatif aldı. 60 Anayasası’ndan gelen bir kurum olarak, onun lüzumsuzluğunu ileri süren bir hamle oldu. Bu, şu anda idam gibi, hatta idamdan daha fazla bir sürü zorluk içeriyor. Erdoğan “Bunu Meclis halletsin” dedi; ama teknik olarak Meclis’in halledebileceği bir şey değil bu. Çünkü bu çok temel bir anayasa değişikliği meselesi. Anayasa değişikliği için iktidarın Meclis’te yeterli çoğunluğu yok. Verilen ilk tepkilerden de görüyor ve anlıyoruz ki muhalefetten bu konuda herhangi bir destek alabilmesi de mümkün değil. Hadi idam meselesinde İYİ Parti’yi zorladı diyelim, ama bunda İYİ Parti’nin de çok net açıklamaları oldu. Dolayısıyla Meclis’in bu konuda yapabileceği bir şey yok. Erdoğan topu Meclis’e atarken, aslında oldurmamaya da top atmış oluyor. Buna rağmen, Bahçeli’nin, şu andaki tabloyla olmaz bir işi zorlamanın –Bahadır ve Hakkı’nın yayın başlığındaki “Devlet, devletin adını koyuyor” gibi–  ismini koyma. Son iki seçimin ve son dört-beş senenin bütün iktidar stratejisinin temel çizgilerinde, rotalarında, kırmızı hatlarında –“beka davası”ndan “yerli ve milli” söylemine kadar–, dış politikada atılan adımların neredeyse tamamında, Bahçeli’nin çok belirleyici bir damgası var. Şimdi de rejimin niteliği itibariyle Erdoğan’ın sıkıştığı alanda çıkışların önemli bir kısmının yönünü veya hedefini koyan hâline geliyor Bahçeli. Ama ilginç olan Soylu-Bahçeli hattındaki meseleyi çözemiyorum ben.

Çakır: Tam onu söyleyecektim. Bahçeli, Soylu’nun istifasından sonra da açık bir şekilde ona sahip çıktı. Sanki orada bir eksen oluşuyor gibi. Belki de oluşmuştur. Zaten Soylu’nun bundan sonraki geleceği üzerine spekülasyon yapılırken, “MHP’nin adı, neredeyse AKP’den daha çok geçiyor” dendi.

Bir diğer husus da, Erdoğan, bir gelenek olarak siyaset yapan bir yerden geldi. MSP’den, Refah Partisi’nden beri hep siyasetin içinden, örgütçülükten gelen bir isim ve sokak siyasetini de iyi bilen birisi. Her ne kadar ülkücü hareketin de böyle bir deneyimi olsa bile, Bahçeli MHP’nin başına geldiği andan itibaren, sokaklarda değil, oturduğu yerde bir bürokrat profili çizdi. Erdoğan’ın, hâlâ bir siyaset yapma, siyaset üretme kapasitesi, bir birikimi, geçmişi var. Bahçeli’nin böyle bir geçmişi yok, çok da umursadığını sanmıyorum. Şu anda Erdoğan’ın siyaset üretmeme hâli, Erdoğan’ın Bahçeli’ye benzemesi hâli aslında. Erdoğan Bahçeli’yi taklit ediyor gibi bir durum var.

Can: Şimdi buradan tanıtımını da yapayım: Pazartesi günü “5 Soru, 10 Cevap”ın başlığı “Erdoğan siyaseti bıraktı” olacak.

Çakır: Eh hadi bakalım. Spoiler da verdin.

Can: Şimdiden başlığını söylemiş olayım. Şu anda temel mesele, siyaset üretmediği için, üretmesine zemin, imkân, belki de ittifak dolayısıyla izin çıkmadığı için, siyasete dönmesi mümkün değil. Aslında izlediğimiz tablo şu: “Erdoğan siyaseti bıraktı”. Bu, “rejim”, “Türkiye”, “devletin adını koyuyor” meselelerinden bağımsız olarak temel bir siyasî sonuç. AKP siyasetten çıkartılmıştı; bir parti olmaktan vazgeçmişti. Şimdi de Erdoğan siyaseti bıraktı. Bence gördüğümüz resim bu.

Çakır: Tamam, sen onu ayrıca yapacaksın. Ama Devlet Bahçeli’nin yaptığı siyaset toplumsal bir siyaset değil. Toplumu muhatap alan bir siyaset değil, devlet siyaseti yapıyor. Çünkü kendisi devlet oldu ve iktidarını korumak istiyor. 

Can: Bahçeli siyaset yapmıyor. Siyaseti kurguluyor, ona biçim veriyor. Ama yaptığı siyaset değil.

Çakır: Peki, şimdi son dönemlerde yıldızı hızla parlayan ve sönen Sağlık Bakanı Fahrettin Koca’ya gelelim. Geçenlerde bir yayınımda, son dönemin çok kıl laflarından birini söyledim: “Ummak istiyorum”. Salgının ilk dönemlerinde Fahrettin Koca biraz öyleydi hatırlarsan: “Bu değişik birisi. Herkese söz hakkı veriyor, dinliyor” diye başladık. Sonunda, rakamları değil de bekayı öne çıkartan biri olarak geldi karşımıza.  O son açıklaması, benim yaptığım yayından sonra geldi. Sağlık Bakanı’nın böyle bir dönemde böyle bir açıklama yapmasını aklım hâlâ almıyor gerçekten. Cümleyi tam olarak okuyayım: “Bilelim ki, salgınla mücadele sürecinde, devletimiz, halkın sağlığı kadar, ulusal çıkarlarını da korumaktadır. Çünkü salgın hayatın bütün alanlarını etkilemektedir. Mesuliyeti olmayan bazı kişilerin tenkitleri, fotoğrafın bir noktasına mercekle bakıp, leke aramaktan farksızdır.” Yani seninle benim şu anda yaptığımız gibi. Bizim mesuliyetimiz yok. Elimize aldık merceği, leke arıyoruz. Ben aslında şöyle bir şey sandım: Önce vaka sayıları açıklanıyordu. Sonra hasta sayıları açıklandı. Halbuki hep açıkladıkları, “vaka sayısı” dedikleri de aslında hasta sayısı imiş.

Can: Evet, öyle anlaşılıyor. Zaten, uzunca bir süredir, tuhaf tuhaf benzetmeler, tuhaf tuhaf matematiksel formüllerle idare etmeye başlamıştı: “Dünkünden 1 az, öbür günden 1 fazla, çoğalan hastanın altında, ama azalan hastanın üstünde” gibi bulmacavâri birtakım açıklamalarla o türkuaz tablo geliyordu. Ama o tablonun başından itibaren tartışmalı olan kısmı, Türk Tabipleri Birliği dahil pek çok kişinin itiraz ettiği, “Burada bir sorun var. Alandaki gerçeklerle bu tablo örtüşmüyor. Burada ya bilinçli olarak az sayı gösterilme hâdisesi var, ya da değerlendirme kriterleri ile ilgili bir sorun var” tartışmasını, ısrarla bu açıklıkla cevaplamadı. Cevaplamadığı için bu boşluk oluştu. Daha önce başka vesilelerle bunu tartışmıştık. Türkiye’nin bu meseleye yaklaşımı salgın kontrolü değil, salgının yaratabileceği sorunların kontrolü üzerine odaklandı. Dünyadaki pek çok ülke de böyle yaptı, hâlâ da böyle yapıyor. Ama bunu sanki böyle yapmıyormuş gibi, salgında en başarılı ülkeymiş gibi, buradaki sorunlu hesaplama yöntemlerini bir tür perdeleyerek bunu sürdürdüler. Bu yapılırken, tıp alanından, “Biz karşı karşıya kaldığımız durumla gerçekten yüzleşemiyoruz” itirazları yükseldi. Özellikle enfeksiyon hastalıkları ve halk sağlığı uzmanları, “Neyle yüz yüze olduğumuzu, neyle karşılaşacağımızı bilmek için tabloyu bilmeliyiz. Hatta bölgesel verileri, şehir şehir ve farklı yaş gruplarındaki tabloyu görmek lâzım. İnsanların da bunu bilmesi lâzım. Salgından kurtulmanın en önemli yollarından biri şeffaflık ve bilgidir” dediler. Bu, ısrarla reddedildi. Salgının kendisiyle mücadele edilmeyip, salgının yarattığı sonuçlarla… Yani hasta sayısını vermek ya da “Hasta sayısını dikkate alıyorum” demek, “Sadece sağlık sisteminin yüküyle ilgileniyorum. Salgının yayılması ve insanların bundan etkilenmesi, benim için ikincil” demek. Çünkü “Dikkate almıyoruz, sayısını da vermiyoruz” dediği rakamlar, aslında bulaştırmaya, salgının yayılmasına neden olan şeyler. Kendisi de, “Bu veri salgın için önemli, ama biz bunu dikkate almıyoruz ve açıklamıyoruz” diyor.

Çakır: “Öncelik bu değil” diyor.

Can: Evet. Şimdi mesela İngiltere, “Sizin açıkladığınız rakamlar tuhaf” deyip, Türkiye’yi karantina listesine aldı. Dünyada başka ülkeler de böyle acayiplikler yaptı. Ama bu son skandal, aslında başından itibaren bilinen bir şeyi gösterdi: Türkiye bu meseleye halk sağlığı öncelikli bakmadı. Hatta 65 yaş üstü insanların evlere kapatılması ve böylece ölüm oranlarının düşük gösterilmesi bile önceliğin ne olduğunu gösteriyordu bize. Hani o meşhur çarkların dönmesinde çok önemi olmayan bir toplum kesimine neredeyse bütün yükü yükleyerek ve onları bir tür cezalandırarak aylarca evlerine kapattılar. Bu bir önlem değil. “Efendim, hastalık yaşlılara bulaşırsa ölüyorlar.” Eh tamam, arabalar da trafiğe çıkınca kaza yapıyorlar. Arabalar trafiğe çıkmasın diyor musunuz? Demiyorsunuz. Yasaklamak, birilerini evlerine kapatmak önlem değil. Bunu yapmadan koruyabilmenin yöntemlerini geliştirmek gerek.

Yalnız burada çok önemli bir şey var: Fahrettin Koca, basın toplantısında kendisine sorulan soru üzerine bu ifşaatı yapmak zorunda kaldı. “Biz onu öyle yapmıyorduk, biz hastaları söylüyoruz” deyince bu iş ortaya çıktı. Bu herkese, bütün vatandaşlara ve dünyaya yalan söyledik anlamına geldi. Ama sonradan, biraz önce okuduğun mesajı attı. Özet olarak “Ulusal çıkarlar açısından böyle yapmak zorundayız” dedi. İlginç bir şey var bu açıklamada. Ben bugün yine fazla işkilliyim; arkasında bir şeyler arıyorum. Normalde, o açıklamayı yapınca şöyle idare edebilirlerdi. “Böyle açıklayan ülkeler de var. Biz bunun daha doğru olduğunu düşündük, böyle yaptık.” Ama bunun içine ulusal çıkarı koyduğun zaman, “Buna ben karar vermedim, böyle yaptırdılar” demiş oluyor aslında. 

Çakır: Benim de aklıma o geldi.

Can: Bu iki açıklama ilginç. İlk açıklama, “Dünyada bu şekilde açıklama yapan başka ülkeler de var. Biz böyle önceledik” diyerek idare edebilirdi. Konu burada… Tabii ki kapanmaz. Doğru olmayan bilgi, doğru olmaz, ayrı konu. Ama sonra çıkıp bu “ulusal çıkar” meselesini söyleyince başka bir şey oluyor: “Bu, benim hekim olarak ya da Sağlık Bakanı olarak değil, başka bir mecburiyetin parçası olarak tercih ettiğim ya da böyle yapmam istenen bir şey” demek oluyor.

Çakır: Burada “ulusal çıkar” derken, aslında kastedilen, devlet. Çünkü ulus diye baktığın şey: Halk.

Can: Devlet bile değil.

Çakır: Halkın sağlığı ulusal çıkar. Yine toplum ve devlet ikilemi. Bireyin, insanın, toplumun sağlığını düşünmekle yükümlü bir hekim. Ama Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’nin atanmış ve özel hastane sahibi bir bakanı olarak, tercihini öteki taraftan yana yapmak durumunda olduğunu söylüyor. Yarın öbür gün, Türkiye bunlarla demokratik bir şekilde yüzleşecek olursa diye, bu insanlar şimdiden bunun zeminini hazırlıyor. Bugün birçok insan, yanlış olduğunu bile bile pek çok şeyi uyguluyor. Baş başa konuştuğunda, insanlar aslında yapılanların içine sinmediğini, ama mecbur olduğunu söylüyor. Bu, ileriye yönelik de bir şey. “Ben zaten o zaman söylemiştim. Çünkü üzerimizde çok baskı var.” Mutlaka vardır. Çünkü bu, salgın değil algı yönetimi. Biz aylarca, Türkiye’nin salgınla mücadelede dünyanın en başarılı performans gösteren ülkesi olduğu söylemlerini dinledik. Tabii bunu da işin uzmanına söyletmek gerekiyor. Bu arada, bir de “Bilim Kurulu” diye bir şey var. Onlar da başından beri o rakamların hangi rakamlar olduğunu biliyorlardı herhalde, değil mi?

Can: Ben bazen şaşırıyorum, çünkü birkaç Bilim Kurulu üyesinin açıklamalarını gördüm: “Bu rakamlar Bilim Kurulu’nda hiç konuşulmadı. Rakamların bu şekilde verilmesini anlamadım, bana da anlamsız geldi” diyen Bilim Kurulu üyeleri var. Orada aylarca ne konuştuklarını düşünmeye başladım. “Salgın ne durumda?” meselesini konuşmuyorlarsa, ne durumda olduğunu gösterecek sayıları konuşmuyorlarsa, neyi konuşuyor bu insanlar? Bu akıl kaçırtıcı bir şey. Hatta bu daha önce de olmuştu. Bu ilk hasta sayısı, vaka sayısı değişimi olduğunda, “Ben bunun ne anlama geldiğini bilmiyorum” diyen bir Bilim Kurulu üyesi daha çıkmıştı. Bu hakikaten akıl alır gibi değil.

Çakır: Bu olay, Türk Tabipleri Birliği’nin neden hedef alındığını da bir kere daha çok net olarak gösteriyor bize. Çünkü birileri “Kral çıplak” diyordu. Bu mesele rahatsızlık verdi ve Türk Tabipleri Birliği hedef gösterildi. Ama onlar sahadan aldıkları bilgileri aktarıyorlardı. Bazı belediye başkanları da bunu yapıyordu biliyorsun. Tek tek doktorlardan çok şikâyetçi olanlar vardı. Ya da bireysel olarak insanlar yaşadıklarını anlatıyordu. O anlatılanla verilen rakamlar arasında sorun vardı. Hep söylediğim bir şey var: Her şey bir yana, verilen rakamların kendisi de çok korkutucu. Hasta sayısı olarak verilen rakam da hiç iyi bir rakam değil. Ama şimdi görüyoruz ki vaka sayısı verilenin bilmem kaç katı olabilirmiş. Fakat şu anda Türkiye’de hayat büyük ölçüde normal bir şekilde akıyor. Böyle de garip bir durumla karşı karşıyayız. Bazı ülkeler bunun adını koyuyor. En son Belçika ile ilgili gördüm: Maske zorunluluğu kalkacak dendi. Bizde ise, bir yandan “Sosyal mesafeye dikkat edin, maske takın, şu olsun, bu olsun” deniyor. Bir yandan da iş oluruna bırakılmış havası var.

Can: Bu iş hakikaten tuhaf yerlere varmaya başladı. Mesela bugün,İçişleri Bakanlığı genelgesiyle, koronavirüs salgını gerekçesiyle baro genel kurullarının 2 ay ertelenmesi kararı geldi. Ama bütün siyasî partiler kongrelerini yapıyorlar; onlarda bir yasak yok. Mitinglerde de bir yasak yok. Bu meseleyi en başından beri defalarca konuştuk: Maske dağıtımından tut, sokağa çıkma yasaklarına kadar, yerel yönetimlerin kampanyalarını yasaklamaya kadar, “algı yönetimi” diye bundan bir başarı hikâyesini üretme işinin kendisini bile büyük bir beceriksizlikle yönettiklerini, çıkan sonuç itibariyle anlıyoruz. 

Çakır: Evet, Kemal, “Haftaya Bakış”ı burada noktalayalım. Haftaya tekrar buluşmak üzere diyelim. İzleyicilerimize teşekkür ediyoruz. İyi günler.

Can: İyi günler.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.