Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Transatlantik: Biden ve İsrail-Filistin tartışması, Türkiye’nin Ortadoğu açılımı & Sedat Peker olayının yankıları

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz 

Işın Eliçin: Merhaba, “Transatlantik”e hoşgeldiniz. Bugün Genel Yayın yönetmenimiz Ruşen Çakır bu yayına katılamadı. Kayınpederi, eşi edebiyatçı Müge İplikçi’nin babası Prof. Dr. Altan İplikçi’yi bugün toprağa verdiler. Gönül Tol da bugün bir brifinge katılıyor; az önce konuştum, katılamıyor; o yüzden Ömer Taşpınar ile beraber yapıyoruz bu yayını. Ömer Taşpınar’a hemen sorayım, bu hafta Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanı Antony Blinken İsrail ve Filistinli yetkililerle görüşmek üzere Ortadoğu’ya bir ziyaret yapıyor. Bu arada sizin için sabah, bizim için akşam üzeri, Amerikan gazetelerine baktım: Ülke içinde de Biden’a yönelik, müdahale etmesini talep eden bir antisemitizm tartışması başlamış. Hani bu tartışmayı şundan tekrar hatırlatmak isterim seyircilerimize, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yapmış olduğu, hem İsrail’e yönelik eleştirileri hem Biden’a yönelik eleştirileri konusunda Amerikan Dışişleri Bakanlığı çok sert bir antisemitizm eleştirisiyle karşılık vermişti, bizim de gündemimizdeydi. Amerika içinde de demek ki böyle tartışmalar başlamış. Sözü sana bırakıyorum hemen. 

Ömer Taşpınar: Evet, Merhaba Işın. Ruşen’e başın sağolsun diyerek başlayayım ben de. Blinken’ın bölgeye gelmesi kaçınılmazdı. Zira yaklaşık iki haftadır yoğun bir eleştiri altında Amerikan dış politikası — bu Filistin meselesinde yeni bir şey söyleyemediği için, müdahale etmekte geç kaldığı için. O nedenle, geç de olsa Mısır’ın inisiyatifiyle devreye giren bu ateşkes sonrasında ne adımlar atılabilir konuşması, tartışmaları yapılacak, görüşmeleri yapılacak. Acaba yeni bir barış süreci başlatılabilir mi? Bunun şartları var mı? Mısır nasıl bir rol oynayabilir? Filistin’deki dinamikler nedir? İsrail içi dinamikler nedir? Bir sürü bilinmeyen var. Zaten bu kriz birazcık da iç politikadaki bilinmeyen konular nedeniyle başladı. Gerek İsrail dış politikasında, gerek Filistin iç politikasında. Biden yoğun eleştiri altında dedim. Yoğun eleştiri altında oluşu Amerikan solundan kaynaklanıyor — Amerikan solu güçlendi. Yani son dört beş aya baktığımızda, New York Times, Washington Post gibi gazetelerde Amerika içi tartışmalarda, hem ekonomik konularda, hem sosyal konularda, hem dış politikada Amerika’da kendini sol olarak tanımlayan, daha çok Bernie Sanders, Elizabeth Warren kesimlerine yakın Demokratlar’ın sesi daha yüksek çıkıyor. Filistin meselesi de o ortamda gündeme geldi. O nedenle de yoğun bir eleştiri oldu. Bu arada tabii Amerikan toplumunda, son zamanlarda ırkçılığa karşı çok ciddi bir tepki var. Yani bu siyah meselesi, siyah-beyaz dengeleri yaklaşık bir yıldan beri Amerika’yı meşgul ediyor — ırk ve ırkçılık meselesi. Bu meselenin içine tabii İsrail’in politikaları da yavaş yavaş dâhil olmaya başladı. Ve İsrail’in Filistin meselesinde ve İsrail içindeki Araplar’a karşı bir nevi onlara ikinci sınıf insan muamelesi yapması, İsrail’in kendi ırkçı politikaları yüzünden “apartheid” kelimesi çok daha fazla kullanılmaya başlandı — Güney Afrika’daki rejime benzetmek birazcık İsrail’i. Bütün bunlar nedeniyle, toplumda bir hassasiyet belirdi ve tahmin ediyorum ki Los Angeles’ta, New York’ta, Amerika’da Musevi nüfusun yoğun olduğu yerlerde, özellikle de Ortodoks Haredim dediğimiz Yahudi nüfusunun yoğun yaşadığı yerlerde, küçük ölçekte bir iki saldırı olmuş. Şimdi bunlar ne derece önemli saldırılar? Ne derecede büyütülüyor? Karar vermek zor; fakat bu konuda çok büyük hassasiyet olduğu kesin Amerika’da. Amerika alışkın değil Musevi topluma herhangi bir şekilde saldırıların olmasına. O nedenle bu konu gündeme geldi ve Biden ekibine de soldan eleştiri geldi; şimdi sağdan ve Cumhuriyetçiler’den de eleştiri gelmeye başlıyor. Onlar da Biden’ın yeterince İsrail’e sahip çıkmadığını ve ülkedeki Musevi nüfusun da şu anda bir bakıma kendini tehdit altında hissettiği yönünde eleştiriyorlar — özellikle İsrail lobisi ve Cumhuriyetçiler. Aynı zamanda şunu hemen eklemek lâzım: Evanjelist kesimlerin bir eleştirisi var Biden’a; dediğim gibi şu anda henüz bir yaralanma, ciddi bir yaralanma oldu, ölü filan yok; fakat Amerika’nın alışkın olmadığı bir şey bu. O nedenle benim de gözüme çarptı; New York Times ve Washington Post’ta bu tür sivil toplum liderleri, yani Musevi lobisi artı Amerikalı Museviler’in sivil toplum liderleri bu konularda daha ciddi tepkiler göstermeye başlıyorlar. 

Işın Eliçin: Evet, gerçekten de bu söylediklerin önemli; çünkü ana akım medyada “apartheid”, yani ırk ayrımcı Güney Afrika Cumhuriyeti için kullanılan o kelime çok kullanılmazdı, bunu daha yaygın görüyoruz. Aynı şekilde Avrupa’da da Filistin sorununa bakışta İsrail Devleti’nin uygulamalarını daha sert eleştiren sesler daha güçlü çıkmaya başladığı için, Almanya’da da benzer tartışmalar yeniden alevlenmiş gözüküyor. Herhalde bu bir süreç, bir dönüşüm süreci. Yani İsrail Devleti ile Yahudiler’i eleştirmek arasındaki ayrımı yapmakta hep güçlük çekiliyordu. Yani nerede başlıyor sınırı diye; bu tartışmalar herhalde bir şekil verecek. Şunu sormak istiyorum tabii: Şimdi neler yapabilecek Antony Blinken bilemiyoruz, ama Türkiye’nin çıkışları tabii çok etkili olmadı açıkçası. Yani oldukça zayıf bir dönemiydi. Fakat Arap ülkeleriyle, bölgesindeki Mısır’la, Suudi Arabistan’la ilişkilerini düzeltmek için adımlar attığı bir dönemde bu çatışma yeniden öne çıktı. Ve Türkiye’nin açıklamaları, tutumu acaba nasıl etkiler? Bu konuda Amerika’da da görüşler yansıtılıyor mu?

Ömer Taşpınar: Evet, şimdi ilginç bir döneme denk geldi tabii bu Gazze’deki tartışmalar. Zira Türkiye yaklaşık iki üç aydır hem Mısır’la hem Birleşik Arap Emirlikleri ile hem Suudi Arabistan’la hem de İsrail’in kendisiyle ilişkileri düzeltme çabası içine girmişti. Bazen İngilizce buna “charm offensive” deniyor, bir şekilde onları cezbetmeye çalışma ve tekrar Türkiye ile ekonomik ilişkilerin, diplomatik ilişkilerin kurulması yönünde adımlar atılıyordu. Tabii İsrail’in kendisiyle bu adımlar önemliydi; özellikle doğalgaz meselesine, boru hatları ve o Doğu Akdeniz Gaz Forumu’na Türkiye’nin bir şekilde girmek istemesi yüzünden. Artık İsrail’i devlet terörizmiyle suçlayan bir Erdoğan’ın İsrail’le ilişkileri kısa dönemde kolay kolay düzeltmesi mümkün olmayacak gibi gözüküyor. Bu arada tabii Türkiye’nin bir tezi de vardı; o tezi de bölgedeki ülkelerin Filistin meselesine sahip çıkmıyor oluşları. O bir bakıma hem doğrulandı; fakat Mısır örneğinde de, Mısır’ın hâlâ çok etkili olduğu gözüktü, doğrulandı; çünkü Birleşik Arap Emirlikleri gibi bir ülke, geçtiğimiz yaz, Trump döneminin son aylarında biliyorsun, İsrail’le bir normalizasyon anlaşması imzalamıştı ve ciddi bir eleştiri altına girmişti bölgede. Özelikle Filistinliler Birleşik Arap Emirlikleri’ni bu anlaşmayı imzaladıkları için çok eleştirmişti. Zira Filistin meselesinde bir bakıma yeteri derecede bu konuya sahip çıkmadığını öne sürüyorlardı. Buna karşı Birleşik Arap Emirlikleri’nin tezi şuydu: “Hayır, biz hâlâ Filistin meselesini önemsiyoruz, ama İsrail ile ilişkilerimizi normalize ederek aslında İsrail üzerinde etki kazanıyoruz. Manevra kabiliyetimiz artıyor. Yarın bir gün bu konularda İsrail bizim söylediğimiz şeyleri daha ciddiye alacaktır” demişlerdi. Birleşik Arap Emirlikleri’nin bu konudaki tezlerinin pek gerçekçi olmadığını gördük; zira İsrail hiçbir şekilde ciddiye almadı Birleşik Arap Emirlikleri’ni. Birleşik Arap Emirlikleri zaten yüksek perdeden bir şey de söyleyemedi pek. Öte yandan, uzun zamandır devrede olmayan Mısır kendini bu sefer gösterdi ve ateşkes anlaşması Mısır’ın Birleşmiş Milletler’de aldığı bir inisiyatiftir. Mısır hem Hamas ile görüşebildi, hem Hamas üzerinde etkili oldu, hem de tabii ki İsrail üzerinde etkili oldu ve bir bakıma bölgede İsrail-Filistin meselesi gündeme geldiğinde en önemli ülkenin gene Mısır olduğunu hatırlattı dünyaya. Bu açıdan Mısır açısından bir başarı. Türkiye ise İsrail’i devlet terörizmiyle suçladı ve bir bakıma Hamas’ın yanında yerini her zaman olduğu gibi aldı ve bir bakıma direniş cephesi dediğimiz Ortadoğu’daki Hamas, Hizbullah, İran gibi ülkelerin söylemine yakın bir söylem tutturdu. Yani “Devlet terörizmi yapıyor” dediğinde İsrail’e, bu bir bakıma bir sürü insana, özellikle sol kesime dünya kamuoyunda normal gelebilir, İsrail’in yaptığı bir terörizm olarak görülebilir, çünkü siviller hedef alınıyor. Her ne kadar istemediğini söylese de, Gazze’de sonuçta 220 kişi öldü ve İsrail bunların çoğunun Hamas militanı olduğunu iddia ediyor; fakat bütün dünyanın gözünde, Avrupa basınında ve tabii ki İslâm dünyasının gözünde bu ölenler sivil, kadın, çocuklar var aralarında. Dolayısıyla İsrail’in yaptığına terörizm diyen bir kamuoyu var; fakat bunu devlet başkanı seviyesinde Erdoğan gibi birisi söyleyince, bir bakıma İran’ın kullandığı söylem veya Hizbullah ve Hamas’ın kullandığı söylemle aynı söyleme oturuyor. İsrail’le ilişkileri düzeltmek konusunda artık söyleyecek bir şeyi kalmıyor terörizmle suçladığı bir ülkeyi. Bir bakıma bu, İsrail’in Türkiye’yi, “Kürt meselesinde devlet terörizmi yapıyor” ve PKK ile mücadele ederken Diyarbakır’da diyelim Türkiye bir operasyon yaptığında ve Diyarbakır’da siviller öldüğünde veya bölgede siviller öldüğünde İsrail’in Türkiye’yi terörizmle suçlaması gibi bir şey bu. Türkiye böyle bir ortamda tabii ki kınıyor; büyükelçi yok gerçi, ama kınıyor hemen ve tepki gösteriyor. İsrail de buna tepki gösteriyor, Amerika da tepki gösteriyor böyle bir durumda. Ve Türkiye’nin bölgede herhangi bir diplomatik rol oynama potansiyeli ve olanağı sıfıra iniyor. Dolayısıyla bu rolü Mısır oynuyor sonuçta. O açıdan baktığımızda, Türkiye bir bakıma Birleşik Arap Emirlikleri’ne dönüp diyebilir ki: “Hani etkin vardı İsrail üzerinde? Hiçbir etkin yok”. Ama Mısır’a aynı şeyi söyleyemez. Mısır bir bakıma önemli bir geri dönüş yaptı diplomasi sahnesine ve puan topladı diyebiliriz.

Işın Eliçin: Evet, Mısır’la da son olarak bir araya gelindi; hani bir başlangıç niteliğinde, taraflar Kahire’de Türkiye’den Dışişleri bakanı düzeyinde değil ama bir alt düzeydeki heyetle. Ama oradan da “Döneceğiz, bakacağız, göreceğiz” denmişti. Onun sonuçlarını henüz duymadık. Libya konusunda seçimler yaklaştıkça herhalde Türkiye’ye oradaki askerî varlığını azaltması ya da çekmesi için baskılar da artacak. O zaman yeniden biz Mısır’la Türkiye’yi belki karşı karşıya bile görebiliriz gibi gözüküyor bu konjonktürde. Son olarak, aslında Filistin meselesi geçen haftanın konusuydu, ama Pazar’dan itibaren Türkiye’de gündem yine Sedat Peker’in yayınladığı yedinci video ile değişti. 1990’lı yıllardaki faili meçhul cinayetlerle –ki işte iki tane gazeteci, Uğur Mumcu cinayeti ve Kıbrıs’ta Kutlu Adalı cinayetiyle ilgili; yani her iki toplumda da, Kıbrıs’ta da Türkiye’de de çok yankı uyandırmış çok önemli ve çözülememiş cinayetlerle– ilgili açıklama yaptığı için o konuşuluyor. Ama taibi bu işin bir de uluslararası uyuşturucu kaçakçılığı boyutunda giderek –nasıl diyeyim?– açılıyor, her bir videoda daha genişliyor. Bunların yankıları oluyor mu? Yani özellikle bu Kolombiya’dan Türkiye’ye gelen uyuşturucu yakalandı meselesinden başlarken, işte yeni güzergah Venezuela, oradan Kuzey Kıbrıs konuları… etkiler mi? Hani bunlar kulak arkası bir yerlerde duyulur mu?

Ömer Taşpınar: Şimdi bu konular aslında Türkiye’de yeni değil. Türkiye’nin uyuşturucu kaçakçılığı ve bu tür mafyavâri faaliyetler alanında hiçbir zaman tam olarak düzlüğe çıkmamış olduğu iyi kötü biliniyordu. Fakat böyle bir mafya liderinin Dubai’den, Birleşmiş Arap Emirlikleri’nden bu mesajları vermesi, milyonlarca kişi tarafından dillendiriliyor olması ve hükümetin herhangi bir şekilde bunlara etkili cevaplar veremiyor olması, hatta İçişleri Bakanı’nın zor durumda kalması, New York Times gündemine girdi. New York Times’ın İstanbul’daki temsilcisi önemli bir yazı yazdı. Ve o yazıda aslında bir bakıma Batı’nın nasıl baktığının ipuçlarını görebiliyoruz. Batı şöyle bakıyor: Erdoğan zor bir dönemde; hatta belki de siyasî kariyerinin son kulvarında ve muhalefetin güçlendiği, toplumun artık AK Parti’den, AKP’den de Erdoğan’dan da yavaş yavaş şikâyet dozunun çok yükseldiği ve seçime doğru giden bir Türkiye’de güçlenen muhalefet ile zayıflayan iktidar analizi üzerinden giden bir yazı yazdı New York Times muhabiri. Ve bu yazı aslında Washington’daki ve Batı’da benim gördüğüm kadarıyla Avrupa’daki genel Türkiye algısını yansıtıyor. Şöyle bir gerçek var Batı’da Türkiye konusunda, bir kafa karşıklığı gerçeği var. Çünkü bir bakıma otoriter bir ülke; hatta bazılarının gözünde Erdoğan bir diktatör; ama öte yandan Türkiye’de seçimler oluyor ve seçimlerle muhalefetin iktidara gelme şansı da hiç yabana atılmayacak kadar yüksek. Kamuoyu yoklamaları yapılıyor, Erdoğan bu kamuoyu yoklamalarının çoğunda çok geri planda kalabiliyor. Yani seçimi kaybedecek bir Erdoğan imajı doğuyor. Burada aslında bir bakıma AK Parti’ye bir fırsat da doğuyor; çünkü AK Parti diyebilir ki: “Biz otoriter bir ülkeysek, yani bizi sonuçta Rusya ile Çin ile, ne bileyim işte diktatörlüklerle kıyaslıyorsanız, nasıl oluyor da muhalefet bu kadar güçlenebiliyor, nasıl oluyor da seçimlerle gerçekten iktidara gelebilme şansı oluyor?” deme şansına sahip AK Parti. Bir bakıma Batı’daki kafa karışıklığı, böyle monolitik bir otoriter dünyası yaratıyorlar ve o dünyanın içine bir sürü ülkeyi koyuyorlar, Türkiye de o ülkelerden bir tanesi. Ama Türkiye aslında belki de gözüktüğü kadar kötü değil; çünkü hâlâ muhalefetin iktidara gelme şansının olduğu bir yer burası. O mesajın verilmesi açısından önemli. Yani muhalefet eğer birleşebilirse –bunun altını çizmek lazım, muhalefet birleşebilirse– bunun AK Parti’nin sonu anlamına geleceği, hatta Erdoğan’ın sonu anlamına geleceği, Erdoğan’ın iktidarı kaybedebileceği yönünde çok fazla yazı çıkmaya başladı. Bu da beraberinde tabii, “Nasıl bir Türkiye oluşur? Erdoğan sonrası, post-Erdoğan dediğimiz Türkiye nasıl olur? Hangi sorunlar devam eder, hangi sorunlarda daha başarılı olur?” tartışmasını da beraberinde getiriyor. Özellikle dış politikada, ama bir yandan iç politikada da. Bu mafya meselesi, uyuşturucu meselesi Türkiye’nin halledemediği bir derin devlet konusuna da bağlı. Geçen hafta bunu Ruşen’le konuştuk biraz; bu derin devlet deyince, Batı’daki analiste göre siyasî boyutu olan bir derin devlet var. Mesela PKK ile mücadelede bir bakıma terörizm, güvenlik konuları, siyasî konularda kullanılan bir devlet, mafya-devlet ilişkileri bir de tabii, ihâle, arsa, uyuşturucu gibi konularda bir bakıma ekonomik-finansal boyutu olan ve hukuk devletinin, şeffaflığın, iyi yönetimin olmamasından kaynaklanarak ortaya çıkmış bir kokuşmuşluk. Bir mafyavâri düzenin devamı olan bir derin devlet var. Sedat Peker burada nereye düşüyor? Sedat Peker daha çok bana sanki uyuşturucu mafyası ve bir bakıma işte kriminal, daha çok ihâle dünyası, çok siyasî olmayan bir figür gibi bir isim. Onun bu derecede kişisel bir boyutta Erdoğan’a sanki saygı duyuyor durumda iken İçişleri Bakanı’na saldırması ve Ak Parti’ye saldırması hiçbir şey ifade etmiyor. Çünkü Erdoğan’ın zayıfladığını gösteriyor. Her ne kadar Erdoğan’a saldırmıyor olsa da, bunların Erdoğan hükümetine ve son on yıldır, yirmi yıldır iktidarda olan bir hükümetin bütün o şeffaflaşması, mafyayı bitirme iddialarına karşı ortaya çıkmış olması, bir bakıma 90’lı yılları hatırlatıyor. Yani eski Türkiye’yi hatırlatıyor.  Ve AK Parti’nin başarısız olduğu izlenimini Batı basınında daha da ciddi bir şekilde doğruluyor. O nedenle Batı’daki bakış bu meseleye Türkiye’deki iktidarın zayıfladığı ve Türkiye’nin aslında o kadar da değişmediği. Öte yandan bu zayıflamanın belki de yeni bir iktidarı beraberinde getirebileceği, seçimlerin olacağı. Türkiye’nin seçimlere hızla yaklaştığı yönünde de değerlendirmeler yapılıyor. Zira ekonomin çok kötü olması ve Erdoğan’ın bir bakıma popülist ekonomik dış politikalara sarılması, esnafla olan ilişkisi, helâllik meselesi gibi konular, bütün bunlar Batı’da takip ediliyor ve genel anlamda bir zayıflama olarak algılanıyor.

Işın Eliçin: Ömer Taşpınar çok çok teşekkürler. Ruşen Çakır olsaydı ne derdi diye düşündüm. Çünkü Ruşen uzun süredir zaten iktidarın zayıflamasını çeşitli şekillerde izleyicilerimize anlatmaya çalışıyordu. Hatta kimi zaman muhalefetin kendisine inandırmaya çalışıyor, hani “Siz neredesiniz?” diye. Nihayet Batı da bunu görüyor gibi olacak. Bilmiyorum ne derdi Ruşen, nasıl tamamlardı. Çok çok teşekkürler analizlerin için. Sevgili izleyiciler gelecek hafta “Transatlantik”te Ruşen Çakır ve muhtemelen Gönül Tol da olacak. Şimdilik hoşçakalın. 

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.