Özgür gazeteciliğe destek olun
Search
Close this search box.

Adını Koyalım (5) – Sedat Peker’in ortaya çıkardığı iktidar savaşları: Ruşen Çakır, Burak Bilgehan Özpek, Ayşe Çavdar & Kemal Can tartışıyor

Yayına hazırlayan: Zübeyde Beyaz

Ruşen Çakır: Merhaba, iyi günler, iyi akşamlar. Ayşe Çavdar, Burak Bilgehan Özpek ve Kemal Can’la yine birlikteyiz. Artık haftada bir yapar olduk ve tabii ki Sedat Peker meselesini konuşacağız. İsterseniz doğrudan hemen konuya girelim, ben uzatmayayım. Arkadaşlar, merhaba. Şimdi, dün Devlet Bahçeli, bugün de Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan açık bir şekilde Süleyman Soylu’dan yana tavır aldılar. Cumhurbaşkanı Erdoğan aynı zamanda Binali Yıldırım ve oğluna da sahip çıktı ve hem Bahçeli hem Erdoğan, Süleyman Soylu’nun Habertürk yayınında ve daha önceki yayınlarda söylediği çizgide, bunun bir bakana ya da bakanlara değil doğrudan Türkiye’ye yönelik operasyon olduğunu vurguladı. Sonuçta saflar iyice netleşmişe benziyor. Kemal, seninle başlayalım; ne dersin? Bunu bekliyor muydun? Bu açık pozisyon almaları nasıl yorumluyorsun?

Kemal Can: Doğrudan Erdoğan bunu söyleyecek diye bir bilgiye ya da tahmine sahip değildim; ama ben daha önceki süreçten itibaren Erdoğan’ın, hatırlarsan, “Cumhur İttifakı içindeki çatlak, reform söylemi, bir yeni atak yapacak” tartışmaları filan gündemdeyken de hep aynı şeyi düşünüyordum ve aynı şeyi söylüyordum. Erdoğan’ın bu konuda fazla seçeneği yok. Bundan rahatsız olabilir; bu konuda yoğun kulis bilgileri akıtılıyor gündeme, ama rahatsızlığı da doğru olabilir. Bir arayış içinde olduğu da doğru olabilir. Ama yapabilir olduğu konusunda şüphelerim vardı ve şimdi de aslında birkaç hafta gecikmeyle hep daha önceki süreçlerde de, “Reform paketi açıklayacak, Cumhur İttifakı’nı bozacak, Bahçeli’ye alternatif bulacak, AKP içerisindeki daha Milli Görüş kanadına ve bu tür kulisleri çok fazla yayan Numan Kurtulmuş ekibine daha çok ağırlık verecek; bir çıkış arıyor, muhalefetle belki de bir zemin bulmaya çalışacak” iddialarının her seferinde, bir süre devam eden suskunluğunun ardından açık biçimde önce Bahçeli’nin net tutumunu, hatta zorlayıcı tutumunu, peşinden de Erdoğan’ın buna uyan açıklamalarını duyduk. Dış politikada da böyle cereyan etti, reform iddialarında da böyle cereyan etti, Cumhur İttifakı çatlağı tartışmalarında da böyle sonuçlandı. Şimdi son olarak Peker hikâyesinde de böyle oldu. Fakat burada, ben çatışmanın ve artık ortaya çıkan bu resmin nihâî hal olduğu kanaatinde değilim. Yani “İş bitti, tamam artık, Erdoğan tarafını açıklayacak ve iş kapanacak, bir taraf kazanacak, bir taraf kaybedecek” tablosunun çok geçerli olmadığını, çünkü daha önce tartışmalara neden olan, bu son krize de yol açan ve bence hâlâ yeni krizlerle kendini tekrar edecek iç gerilim, iç çatışma iktidar blokunda devam edecek. Ama şimdiye kadar, bazen Sedat Peker’in iddialarıyla, “Vallahi billahi gideceksiniz” dediği için, ya da bazen kulislere aslında çoğunlukla aynı kaynaklardan akıtılan, “Ya, bildiğiniz gibi değil; çok acayip şeyler olabilir, Soylu pat diye bir gece görevden alınabilir” sözleri… Hatırla, Kabine değişikliği filan meselesiyle kaç kere def’aten gittiler. Ama şu tabloyu net görüyoruz: Burada Erdoğan’a biçilen büyük bir çaresizlik durumu var; şöyle bir tartışma sıkışması var, her şeyi açıkladığını düşünen bir hikâye kurulmuş durumda: “Erdoğan bir kuşatma altında, bundan kurtulmak istiyor; dolayısıyla asıl mücadele bunun üzerine yapılıyor; ama bu kadar sıkışmış, bu kadar çaresiz Erdoğan bütün radikal adımları atabilecek kudrete de sahip, herkesin gözü de onda”. Böyle bir hikâye anlatılıyor. Bu hikâyenin kendisi bile çok az şeyi anlatabiliyor ve mantıksal bir sürü boşlukla mâlûl. Ve bunun her sefer tekrarını görüyoruz. Ama bu kadar uzun sürmesi, cevabın bu kadar geç gelmesi ve aslında cevabın o kadar da kuvvetli gelmemesi, problemin devam ettiğini düşündürüyor. Şimdi, haftalar sürdü, hatırla: Daha önce Süleyman Soylu’nun istifasında, daha kimseden bir şey gelmemişken, Bahçeli pat diye “Yapmayın, görevden almayın!” diye hemen çıkış yaptı. Bu sefer bu kadar gürültüye rağmen iki hafta, üç hafta bekledi; sonra, Salı günkü Grup Toplantısı’nda nihâî olarak lâfını söyledi. Yani bütün o süreci bekledi, hemen devreye girmedi. Yani iddia edildiği gibi, aslında Bahçeli’nin temsil ettiği iktidar blokunun en kuvvetli ve kaptırılmaması gereken adamı olarak Soylu’nun önde olduğu fikri biraz zayıf bu anlamda; çünkü bu hızda davranmadı. Üstelik dün, evet, “Türkiye bir saldırı altında” dedi, Soylu’nun savunulmasının gerekçesini buna dayandırdı. Soylu’nun vasıflarına, önemine vurgu yaparak ya da onu parlatarak söylemedi bunu. Çok dikkat çekici bir şey. Bahçeli’nin dün Soylu’ya sahip çıkışının içerisinde Soylu’ya atfedilmiş bir şey yok. Genellikle şuna bindiriliyor: “Dış bir saldırı var Türkiye’ye dönük bir saldırı var, Cumhur İttifakı’na yönelik bir saldırı var; dolayısıyla Soylu’yu kaptırırsak burada zaaf olur, bu yüzden Soylu’yu savunuyoruz” vurgusu çok belirgin. Üstüne, bir de senin dün hatırlattığın gibi o tasma meselesini olmadık biçimde oraya da yerleştirerek yaptı bunu üstelik. Dedi ki: “Bir İçişleri Bakanı’na tasma taktırmayız”. Ve aslında iki şey söylüyor. İlkin, Soylu’yu neden savunduğunu, Soylu’nun tarafında neden olduğunu, ona özel bir şey biçtiği için değil kendi pozisyonları için bu fedanın doğru olmayacağını ifade ederek iki haftanın sonunda söylüyor. İkincisi, Soylu’ya da şunu söylemiş oluyor: “Biz seni kolladığımız için kalıyorsun”. Yani şimdi benzer bir şey, bunun hemen peşine, yani bir gün sonra Erdoğan da neredeyse üç aşağı beş yukarı aynı temaları kullanarak, işte, “Türkiye saldırı altında. Biz bu ekiple 2023’e gideceğiz” planlarını içeren, ama aynı biçimde Soylu’yu çok özel olarak büyütmeyen, onun öneminin altını çok çizmeyen ve bu tehdit meselesini de Bahçeli kadar yükseltmeyen bir çıkışla destek verdi. Dolayısıyla şimdi şöyle bir hikâye bana doğru gelmiyor. Soylu’nun arkasında pozisyon aldılar değil. Aslında Soylu’nun iki yayına çıkarak iki haftadır çabaladığı şey, bir tür “Beni kollayım, beni yedirtmeyin”di aslında. Şu anda da şunu söylemiş oluyorlar: “Tamam, biz seni yedirtmiyoruz; ama bu yedirtmememizin nedeni senin çok özel bir vasfından kaynaklanmıyor”.

Ruşen Çakır: İstersen Soylu meselesini bu konuda en uzmanımız olan Burak Bilgehan’a soralım. Burak, tabii bu sahip çıkmaları Kemal tam bir sahip çıkma olarak tanımlamıyor, bunu senin nasıl tanımladığını soracağım. Bir de televizyon performansları var biliyorsun ve sen onun siyaset yapan birisi olarak öneminin altını çiziyordun. Bütün bu yaşananlardan sonra, hâlâ güçlü bir aktör olarak görüyor musun? Yoksa bir dönem seninle yaptığımız tartışmalarda dile getirdiğin Soylu’dan daha geri bir pozisyonda bir Süleyman Soylu mu var?

Burak Bilgehan Özpek: Ben geçen sene yaptığımız programı izledim, şöyle bir şey söylemişiz: “İstifanın kabul edilmemesiyle birlikte Soylu’nun parti içindeki konumu ve otonomisi daha da güçlenecek; çünkü halkla duygusal bağ kurabilen bir siyasetçi” demişiz. Erdoğan’dan sonra AK Parti’de mevcut yapı içinde bunu başarabilen tek ismin de Soylu olduğunu belirtmişiz. Şimdi geçtiğimiz bir sene içinde çok fazla şey oldu. Bu tabloyu tekrar bir inceleyelim isterseniz: Ben 10 Nisan 2020 tarihinde istifa eden Soylu ile şu andaki Soylu arasında her şeyden önce büyük bir popülarite farkı olduğunu düşünüyorum. Yani geçtiğimiz sene, aslında sağ seçmen ile duygusal bir bağ kurabilmiş, popülist ve bir şekilde Türk sağının sinir uçlarına dokunabilecek söylemleri itinayla kullanan, bunun üzerinden de siyaset yapan bir politik figür vardı karşımızda; ama geçtiğimiz bir sene içerinde birkaç gelişme oldu ve bu gelişmeler açıkçası Süleyman Soylu’nun popülaritesini oldukça aşındırdı. Öncelikli olarak Berat Albayrak’ın sistemden çıkmasıyla beraber, başkanlık sistemi olmasına rağmen Kabine’de pilot rolü oynayan bakanın Süleyman Soylu olduğunu gördük. Bunu şunun için söylüyorum Ruşen Abi: Süleyman Soylu Tarım Destekleme Projesi açılışlarının tweet’lerini atıyor, Beypazarı Hükümet Konağı’nın tamamlandığının müjdesini veriyor; mesela Diyarbakır’da askerî üsse saldırı oluyor, hemen ilk tweet’i Süleyman Soylu atıyor. Yani aslında bir İçişleri Bakanı’ndan çok, aslında eski sistemin başbakanı olarak rol oynamıştır. Üstelik pandemiyle mücadele sürecinde ve bu Sedat Peker’in videolarından sonra ikinci planda kaldı; ama aslında bizim hayatımızı etkileyen kararların büyük çoğunluğu Bilim Kurulu tarafından değil Süleyman Soylu tarafından alındı. Ve bu halkta çok büyük tepkiye sebep oldu. Aslında AK Parti’nin gerçek seçmeni bu tip kısıtlamalardan çok etkilendi. Bununla birlikte, bir de göremediğimiz, kim tarafından yapıldığını bilemediğimiz bazı ifşalar oldu. Mesela AK Parti Genel Merkezi’nde çalışan bir arkadaşın kokain çekerken görüntüleri ve hemen arkasından Süleyman Soylu ile fotoğrafının servis edilmesi; Thodex dolandırıcılığı, kripto para dolandırıcılığı ve hemen arkasından Süleyman Soylu ile fotoğrafının servis edilmesi; Adana Demirspor tribünlerine korona döneminde kaçak seyirci sokulması ve bu konunun Süleyman Soylu ile ilişkilendirilmesi. Sistemli bir şekilde Süleyman Soylu’nun popülaritesinin aşağı çekildiği bir süreç yaşadık. Bunun ben Sedat Peker videolarıyla da zirveye ulaştığı kanaatindeyim. İlk iki videoda, Soylu’nun ismi zikredilmemesine rağmen, aslında gizli özne Soylu idi. Çünkü olan biten her şeyin sorumluluğu bir bakan olarak Soylu’ya aitti, ismi pek zikredilmiyordu. Dolayısıyla şu anda Süleyman Soylu popülarite olarak çok iyi bir durumda değil. Ancak ben dün akşam itibariyle şöyle bir şey görmüştüm: Soylu istifa etmediği için görevden alınma opsiyonu tartışılıyordu, görevden de alınmayacak. Yani Süleyman Soylu’nun görevden alınma maliyetleri de olmalı, onu da hesap etmeliyiz. Yani Süleyman Soylu kendisi istifa etmediği sürece onu görevden almanın, bu kararı verecek insanlar için bazı maliyetleri olmalı. Biz bu videolardan bazı şeyler öğreniyoruz; mesela bazı önemli devlet görevlilerinin dinlendikleri falan gibi. Sistemden tasfiye edilen insanların da sistemi, yani eski sistemi ifşa etme eğilimleri var, Fethullahçılar’da da bunu gördük, Sedat Peker’de de bunu gördükçe, benzer bir durumu Süleyman Soylu’nun yapması, yapma ihtimali de açıkçası bence bu maliyetler içerisinde. O yüzden ben bu yapının kolay kolay tasfiye içerisine giremeyeceğini, girdiği zaman da tasfiye olanların aslında bu yapıya çok daha sert bir şekilde saldıracağını düşünüyorum. Bu da maliyetler oluşturur. Açıkça söylemek gerekirse, Sedat Peker’in oluşturacağı maliyetleri pek düşünmemiş olabilirler. Ama daha göz önünde olan, daha meşru siyasetçilerin oluşturacağı maliyetler tabii daha önceden tahmin edilebilir. Dolayısıyla böyle bir karar almaktan imtina etmiş olabilirler. Fakat bana sorarsanız Süleyman Soylu şu anda bir siyasî figür olarak çok önemli bir karakter değil. Süleyman Soylu çok önemli bir siyasal söylemin avukatıydı, yani “lip service” (yapay bağlılık) yapan bir adamdı. Benim bugün vesâyet dediğim mekanizma, milli güvenlik üzerine kurulmuş söylem, aslında siyaset yapma alanını daraltmak üzere kurulmuş bir şey. Ve bu işi de halka en iyi anlatan politikacılardan bir tanesi de Süleyman Soylu’ydu. Aslında Süleyman Soylu çok işe yarayan bir parçaydı. Milli güvenliği popülerleştiren insanlardan bir tanesiydi. Sedat Peker de bence öyleydi. Kendisi de söylüyor zaten; yani “Ben bu akademisyenlerin kanıyla duş alacağım söylemini aslında korku iklimi yaratmak için sarf ettim; çünkü hükümetin işine geliyordu” diye. Şimdi o otoriterliği bir şekilde kanun dışı yollardan veya popüler mekanizmalarla genişletmek aslında Süleyman Soylu’nun iyi yaptığı bir şey; kanun dışı yollardan yapmak da Sedat Peker’in iyi yaptığı bir şeydi. Dolayısıyla burada sorgulanması gereken şey, acaba bu vesâyet çözülmemek için, yani etkisini kaybetmemek için Süleyman Soylu’yu kurban vermeli mi, yoksa vermemeli mi? Oy oranları, araştırma şirketlerinin bize söyledikleri şeyler çok açık bir şekilde Cumhur İttifakı’nın hızlı bir düşüş içerisinde olduğunu söylüyor. Yani vesâyet devam ettikçe otoriterlikleri devam ediyor; ancak meşrulukları sarsılıyor. Şu anda Cumhur İttifakı seçmeni, Cumhur İttifakı liderleri, toplumdaki çoğunluğu temsil etmiyorlar. Toplumdaki çoğunluğu biz temsil ediyoruz, muhalifler temsil ediyor. Ben Cumhur İttifakı politikacılarından, Cumhur İttifakı entelektüellerinden, Cumhur İttifakı akademisyenlerinden daha fazla insan tarafından destekleniyorum. Yani Cumhur İttifakı otoriterleştikçe meşruluk zeminini kaybediyor. Öte taraftan meşruluk zeminini sağlayabilmek için daha pragmatik politika yapması lâzım, daha yaratıcı politika yapması lâzım, yolsuzluk iddialarının üzerine gitmesi lâzım, şâibeleri ortadan kaldırması lâzım, Kürtler’le konuşması lâzım, toplumun diğer kesimleriyle müzakere yapması lâzım — bunu da istemiyor. Çünkü bu vesâyet mekanizması tamamıyla meşruluğunu insanları kriminalize etmek üzere kurulmuş durumda. Soylu’yu feda etmemelerinden de anlıyoruz ki önümüzdeki dönemde bu oy meşruluğu, toplumsal destek gibi konular hakikaten ikinci plana itilecek. Çünkü Meral Hanım’ın uğradığı saldırıyla ilgili şikâyet dolu sözler sarf etmiş Sayın Cumhurbaşkanı, bunlar artık Cumhur İttifakı bileşenlerinin meşru, rekabetçi, demokratik sistemle ilgili bir önceliklerinin olmadığının da sinyallerini veriyor.

Ruşen Çakır: Ayşe, şunu sormak istiyorum: Bugün, şimdi Cumhurbaşkanı da açık bir şekilde pozisyonunu aldı; başka bir alternatifi var mıydı? Çünkü bunun çok spekülasyonu da yapıldı ve uzun süre sessiz kalması, Sedat Peker’in hep “Tayyip Abi iyi, ama etrafı kötü” söylemi, şu bu… hatta onun bu kadar konuşmasını tercih ediyor şeklinde yorumlar da oldu; ama bugün açık bir şekilde, hatta yakalanıp Türkiye’ye getirilmesini de bir şekilde adını vermeden söyledi. “Daha önce teröristlere vs. yaptığımız gibi dünyanın neresinde olursa olsun yakalayıp yargının önüne çıkartırız” diye de bir şey söyledi. Başka bir seçeneği var mıydı sence?

Ayşe Çavdar: Yoktu bence. Olması da mümkün değil. Hatta özellikle bugünkü konuşmadan sonra, bugünkü hal ve tavırdan sonra, iki nedenle: bir Akşener’e karşı tavrı, bir Soylu ile ilgili tavrı. İkisini yan yana koyduğumda, artık emin oldum ki AKP esasında 2015’ten beri o 7 Haziran seçimlerinin sonuçlarını kabullenmemenin bedelini ödüyor. Ve bu bedel yeni bir aşamaya geldi. Bu arada ben bugün Bahçeli ve Erdoğan’ın Soylu’ya sahip çıkarken kullandıkları dil, bence Soylu’ya sahip çıkamayacakları, aslında sahip çıkmamaları gerektiğini gayet iyi bildikleri birine sahip çıkar gibi. Biraz karışık oldu; ama şunu söylemeye çalışıyorum: Soylu’yu savunamayacaklarını biliyorlar, fakat Soylu’nun yerini savunuyorlar. Yani kendilerini savunur gibi Soylu’yu savunuyorlar. Bunun da bir nedeni var, hem Bahçeli için hem de Erdoğan için — Erdoğan için olan biraz daha önemli galiba: Şimdi, 2015’ten beri bedel ödüyorlar dedim ya; o seçimin sonucunu kabul edip, mesela bir dönem muhalefette kalıp sonra muhtemelen bir erken seçimle tekrar gelmek varken, o arayı göze almayıp, yani belki birkaç ay, belki en fazla bir yılı göze alamayıp, seçimi kendi kontrollerinde tekrar edip yeni işbirlikleri yaptıkları arada… Sadece MHP ile işbirliğinden bahsetmiyorum, belli ki şu dönem, şu dönemde yaşadıklarımız, bugün kimin kime ne kadar sahip çıktığı, o dönemdeki işbirliğinin yalnızca MHP ile olmadığını gösteriyor. Sonraki bütün hikâyeleri bu şekilde düşünebiliriz. Şimdi şunu görüyoruz: AKP’nin, o işbirliğinin her krize düştüğü dönemde, yani 7 Haziran 2015’ten beri her kriz döneminde kendi alanını daraltıp, o işbirliği yaptıkları her kimlerse, o gruplar her kimlerse onlara kendi bedeninde, kendi gövdesinde daha fazla yer açtığını görüyoruz. Yani şöyle söyleyeyim: Bunun bedelini yalnızca parti olarak AKP ödemiyor ya da Erdoğan tek başına ödemiyor; bunu aynı zamanda başından beri, başından itibaren beraber olduğu insanların alanlarını bu yeni ortaklarına işgal ettirerek yapıyor. Şöyle düşünebiliriz: AKP iktidara geldiği andan itibaren bu ahbap-çavuş kapitalizmi falan aracılığıyla kendi insanlarına, yani onu iktidara taşıyanlara hep bir şeyler verdi. Şimdi onlardan alıp kendi ortaklarına veriyor. Çünkü başkalarında pek bir şey kalmadı. Dolayısıyla ben bu dönemin, özellikle şimdi yapılan işbirliklerinin bedelinin çok ağır olduğunu düşünüyorum; çünkü 2015’ten beri yaşanan krizlerle geline geline artık son mevzilerdeler. Soylu’nun Habertürk’te olduğu akşamın sonrasında, Club House’da AKP’li gençleri dinledim mesela: Müthiş bir hayal kırklığıydı. “Ne yapıyoruz biz?” diyorlardı, “Nereye gidiyoruz biz?” diyorlardı; bunu taşıyabilecek durumda olmadıklarını söylüyorlardı. En olumlu bakan şöyle söylüyordu: “Gazeteciler terör örgütlerinin sözcüsü gibi davranıyorlardı”. Yani Soylu’yu savunamıyor, ama gazetecilere kızıyor: “Gazeteciler de terör örgütlerinin, suç örgütlerinin sözcüsü gibi davranıyorlardı, onlar da öyle davranmasalardı”. Yani “Soylu’nun dengesini bozan buydu” der gibi. Ama o akşamki performansı AKP’lileri rahatsız etti. Peki, kimi rahatlattı? Kimi kendine daha güvenli hâle getirdi? Bence öyle bir taraf da yok. Yani Soylu’nun o akşamki konuşmasında, bir taraftan Abdülhamit Gül’e, bir taraftan AKP’nin içindekilere, eski İçişleri Bakanı’na, bir taraftan Ağar’a, herkese bir tür parmak salladığı bir şey seyrettik o akşam. Kimsenin içini de rahatlatmadı. Dolayısıyla ben sorunun hâlâ devam ettiğini; ne Bahçeli’nin ne Erdoğan’ın dün ve bugün yaptıkları sahip çıkma performansının kalıcı olmadığını düşünüyorum. Daha önümüzde ortaya çıkacak şeyler, ortaya çıkacak belgeler, yapılacak konuşmalar, oralarda ortaya dökülecek bilgiler falan filan bu işin rengini yeniden değiştirebilir. Her an her şey yeniden olabilir gözüyle bakmak lâzım. Yani bir konsolidasyon falan yok ortada. İki hafta bekleyip, iki hafta sonra sahip çıkarmış gibi yapıp, aslında sahip çıktıkları şeyin kendileri olduğu çok belli olan açıklamalarla böyle bir pozisyon belirlemek bana kalıcıymış gibi gelmiyor; bu şekilde belirlenen bir pozisyon bana kalıcıymış gibi gelmiyor. Dolayısıyla ben, dediğim gibi AKP’deki rahatsızlığın bu aşamadan sonra bir miktar daha artacağını ve bunların yeniden müzakere edileceğini söylüyorum. Bir şey daha ekleyeceğim: Şimdi, “Erken seçim falan yok” diyor; “Boşuna uğraşmayın, seçim Haziran 2023’te” demiş. Muhalefet birkaç gündür seçim seçim deyip duruyordu; herhalde ona cevap bu. Ama şu elindeki kartlarla, ben 2023’teki seçimi kazanmak üzere bir plan yapabilecek durumda olduğunu da düşünmüyorum — ne Erdoğan’ın ne AKP’nin. Şu anda 2023’e kadar kendilerini kurtarabilecek, orada kalabilecekleri bir şeylerin, yani sadece yakın dönemin, yakın vadenin, yarının, öbür günün, gelecek haftanın hesabını yaparak ilerliyorlar. O yüzden de bence belirsiz bir dönemin içinde bulunuyoruz. Yalnızca Türkiye için de değil; AKP içindeki, mevcut iktidar ittifakı içindeki pozisyonlar itibariyle de.

Ruşen Çakır: Ayşe, sen şimdi gelecekten bahsettin. Şimdi ikinci tura seninle devam edeyim; bıraktığın yerden şunu sormak istiyorum, diğer arkadaşlara da soracağım: Pazar gününe randevu verdi Sedat Peker; ama arada çok önemli bir şeyler oldu. Önce Bahçeli’nin, ardından Erdoğan’ın çıkışları oldu. Ve Peker bir şekilde Erdoğan’ı ayırmaya çalışıyordu. Şimdi önümüzdeki dönemde Sedat Peker hâlâ etkili bir aktör olarak Türkiye siyasetini ve Türkiye’yi karıştırma potansiyeline hâlâ sahip mi? Ne yapabilir? Yoksa, Bahçeli’nin ve özellikle Erdoğan’ın bu çıkışından sonra kendini geri çekmeye mi yönelir? Ne dersin?

Ayşe Çavdar: Vallahi, öngörülebilir bir şey değil. O yüzden onun hakkında bir şey söylemek bana doğru gelmiyor. Ama elinde ne olduğuna dâir ortaya koyduğu örnekler, elinde neler olduğuna dâir yaptığı îmâlar ve ortaya koyduğu örnekler, o sırların dönüştürücü olabileceğini zaten gösteriyor. Ve o sırlar şu âna kadar nasıl bir rol oynadı? Az önce söylediğim şeyleri; yani AKP’nin iktidar bloku içerisindeki alanını daraltıp kendisine açtığı alanları mevcut ortaklarına devretmek zorunda kaldığı bir şeye yol açıyor. Yani AKP’nin iktidar içerisindeki gücü, iktidar bloku içerisindeki gücü aslında azalıyor. Yani biz Erdoğan falan diyoruz ama, dün İslâmî Analiz sitesinde bir haber yayınlandı mesela; Doğru Haber yazarı Mehmet Göktaş, Sedat Peker kayıtlarına dâir şeyler söylüyor, doğrudan doğruya söylüyor, onu kabul ediyor. Bir şey söyleyeceğim onunla ilgili birazdan, diyor ki: “Biz sizi sevdik de oy verdik. Çoluk çocuğunuza oy vermedik; onların ne işi var bu kadar etrafta?” diyor. Binali Yıldırım’dan dolayı söylüyor; ama esasında bu, “Kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” hikâyesi; yani biraz Erdoğan’a da söylüyor olabilir. Niye bunu söylüyorum? Sedat Peker videolarında çok ciddi bir şey vardı; sonra bir de Fethullah Gülen plakasıyla çıktı. Tayyip Erdoğan’la dolaylı tanışıklıkları İsmailağa’dan aynı hocaya gidip gelmeleri, aynı hocaya saygı duymaları dolayısıyla, onu sık sık ziyaret etmeleri dolayısıyla oldu. Şimdi bu işlerin içerisinde, AKP’nin ödediği bedel, dediğim gibi 7 Haziran 2015 seçimlerinin sonuçlarını kabul etmemesiyle ilgili. Türkiye’nin ödediği bedel, bütün bu manzara, Sedat Peker’in şimdi sayıp döktüğü manzara, Soğuk Savaş dönemi –sosyalizmle mücadele, komünizmle mücadele vs.– esnasında oluşmuş aktörlerin sonra o etkinlik sahalarını terk etmemeleriyle ilgili. Dolayısıyla bu tür ittifakların tarikat şeyhlerinin dizlerinin dibinde kurulması, onlar aracılığıyla pekiştirilmesi, pazarlığın onlar üzerinden, onların garantörlüğünde, onların kefâletinde yapılması hiç tesâdüf değil. Bir taraftan da bu hoca diyor ki: “Biz size oy verdik, bebelerinize değil”. Çünkü şimdi ortaya çıkan manzaradan o taraf memnun değil; bunu biliyoruz. Ve her seferinde –Furkan’ı konuşurken de söylemiştik–, böyle giderse o tarafa yapacağı, yani AKP’nin geleneksel klasik seçmen kitlesine vereceğe şeyler azalacak, hatta belki de onların alanını daraltmaya başlayacak. Şimdi gelecekten bahsederken, dolayısıyla bir yerde AKP’nin alanı daralıyor dediğimiz zaman neyin alanı daralıyor? Esasında AKP’ye bütün bu gücün meşruiyetini hediye eden dindarların siyasetten, hayattan, dünyadan beklentilerine verilen cevaplar daralıyor şu anda. O oluşan görüntüler, pudra şekerleri, yok bilmem neler, dediğim gibi gayet seçkin kişiler hakkında ispatlanmamış bile olsa ortaya dökülen şeyler… Çünkü şöyle de bir durum var: İddia herhangi birinden gelmiyor. İddia Sedat Peker’den geliyor. Sedat Peker’i nereden biliyoruz biz? Kendisi söylüyor zaten; bu network’lerden, az önce bahsettiğim bu cemaat network’leri bilmem ne üzerinden falan biliyoruz. Şeyi bile söylüyor, işte, Gülen Cemaati’ni bile söylüyor, “Benden o kadar bağışı, o kadar yüklü bağışı niye kabul ettiniz, madem ben kirli idiysem, pis idiysem?” diyor. Bu yalnızca Erdoğan’ın kim olduğu konusunda bir kafa karışıklığı yaratmıyor bence; ya da Erdoğan’ın bugün artık kim olduğu konusunda. Belki önceki zamanlarda kim olduğundan herkes çok emindir; ama bugün artık kim olduğu konusunda bir kafa karışıklığı yaratıyor. “Kim onun ayrıcalıklı çocuğu? Kim onun imtiyazlı çocuğu? Kim yararlanıyor onun karizmasından, bizim ona hediye ettiğimiz karizmasından ve gücünden?” sorusunu gündemde tutuyor sürekli. Bugün aktardığım haber bu. Şimdi bununla o yüzden de diyorum ki: Bununla bu şekilde seçime hazırlanılamaz. Yani Soylu, evet, milli güvenlik söylemini –Burak’ın dediği doğru– popülerleştiriyor ve bu sayede iktidarın o anlamdaki tasarruflarına bir “sevimlilik” kazandırıyor — tırnak içinde söylüyorum bunu; biraz da ironiyle “sevimli” diyorum. Ama öte yandan, bence dindar kesimlerde, “Peki bu niye?” sorusunun cevabı artık giderek cılızlaşıyor. Çünkü dediğim gibi bu şikâyetler dışarıdan, yani Kemal Kılıçdaroğlu çıkıp şunları söylese, hatta Meral Akşener çıkıp bugün Sedat Peker’in söylediği türde şeyleri söylese, kimseyi inandıramazlardı. Ama Sedat Peker söylediğinde başka bir şey oluyor; yani o yüzden de ben şu anda dediğim gibi kendi önlerini görebilir durumda olduklarını, bir geleceğe hazırlanabilir durumda olduklarını zannetmiyorum. Bir şey daha eklemek lâzım — bütün bu hikâye çok tehlikeli bir şey daha gösteriyor; çok, böyle hani, Türkiye’nin pek alışık olmadığı bir şey: Saha içi çatışmanın derinleşebileceğini gösteriyor. Çünkü denklemin iki tarafında yalnızca Millet İttifakı ve Cumhur İttifakı tarafı yok; Cumhur İttifakı’nın her parçalanmasında da çatışmacı yeni bir sağ grup ekleniyor. Yani bölünme çatışarak oluyor. Ciddi şiddet potansiyeli içererek oluyor. Hal böyleyken durumun pek parlak olmadığını söylemem lâzım; yani çatışmanın ya da hesaplaşmanın, bu koz bölüşümünün saha içinde olması, yeni bir kardeş kavgası olması, bunun bir miktar kuralsız olacağını da gösteriyor; çünkü herkes birbirinin zayıf noktasını ötekilerin bildiklerinden daha fazla biliyor. 

Ruşen Çakır: Kemal, seninle devam edelim. Senin beklentin nedir? Açıkçası ben bu açıklamalardan sonra bayağı bir merak etmeye başladım: Sedat Peker ayağı gazda devam mı eder? Yoksa frene mi basar, ya da hatta durabilir mi? Ve de tabii bunların etkisi nasıl olur? Yani Erdoğan bu hamlesiyle sanki bir çalkantıyı durdurmak istedi; ama bu çalkantı sürer mi? Ve bunun sürmesinde Sedat Peker’in bundan sonraki hamleleri nasıl etkili olur?

Kemal Can: Aslında Sedat Peker’in ilk iki videosundan sonra, hemen etkisini gördüğümüz çok somut bir stratejisi vardı; aslında temel stratejisi kendi söyledikleriyle değil söylediklerinin yarattığı etkiyle oluşacak çatışmayı hareketlendirmek ve ona start vermek, onu harekete geçirmekti — bunu iki videoda yaptı aslında. İki videonun sonunda Soylu çıkıp, kendini sıkıntıya soktuğunu düşündüğü pozisyonu açıklamak için hemen bir baraj koyma ihtiyacı duyduğu andan sonra, aslında mesele Peker meselesi olmaktan çıktı. Peker’in birileriyle hesaplaşması konusu olmaktan çıktı. Zaten kamuoyunda o yoğun ilginin devam etmesi filan, birazcık “Bu neye yol açacak? Nereye doğru gidiyor?” diye. İşte burada herkes, sahiden çatışmanın parçası olanlar, sahiden çatışmada bir rolü olanlar, ondan bir şey murat edenler, tamamen “bir şey biliyorum” havası vermek isteyenler…, herkes girdi topa. Ve sonuçta tek başına Soylu’nun kaldığı, iktidarın diğer ortaklarının –Bahçeli dâhil– Erdoğan’ın iki üç hafta sessiz kalması bu şeyi daha da büyüttü. Yani meselenin Peker dışındaki veçhesini büyüttü; hem merakını büyüttü, hem etkileri büyüttü, hem de spekülasyonlar arttı. Aslında murat edilen de buydu. Şimdi ortaya çıkan resimle birlikte tekrar hem Bahçeli hem Erdoğan’ın açıklamaları aslında şunu ifade etmiş oluyor: Peker’i kendi başına bir genel problemin parçası haline getirerek, onun yarattığı etkiyi durdurma amacını güdüyor.  Çünkü asıl hasarı Peker’in söylediklerinden değil, Peker’in söyledikleri dolayısıyla başlayan, başka aktörlerin birbiriyle gerilimi yaratıyordu; asıl hasar oradan oluşmaya başlamıştı — zaten murat edilen de buydu. Zaten bu ifşalar meselesi –sadece şimdi değil on yıllardır –aynı aslında. İfşalar birtakım kirli ilişkilerin ortaya çıkmasından dolayı sonuç doğurmuyor; o ortaya çıkan ilişkiler dolayısıyla nasıl bir çözülme olduğu ve nasıl güç kayıpları olduğunun anlaşılmasıyla oluyor. Yani şöyle bir şey yok: “Elimde kasetler var, elimde bilmem neler var”. Ya, bu memleket ne ifşalar gördü ya! Ne telefon görüşmeleri dinledi! Yani “Bundan daha fena bir ifşa ne olacak?” dediğim binlerce şeye tanık oldum. Bunların hiçbirinin bilgi olarak bir anlamı yok; bu bilgi şu an bir işe yaradığında bir anlam ifade ediyor. Susurluk’ta da böyle oldu, 17-25 Aralık’ta da böyle oldu. Bu ifşalar, sonrasında açık çatışmayı yaratıyor. Ve açık çatışma içerisinde kimin daha güçlü olduğu ve gücünü kabul ettireceğine ilişkin bir tartışmayla devam ediyor ve sonra onun netleşmesiyle finalize oluyor. Yoksa, “Kamuoyunda bilmem ne oluyor”, “Vay! İfşalar bunların sonunu getirir. Bunlar görününce çok acayip, büyük kayıplara uğrarlar” filan gibi bir korku ile yaşanmıyor. İfşaların hepsi kendi güçlerine ilişkin soru işaretleri yaratıp yaratmadığına göre sonuç alıyor; yoksa oradaki karanlığın ve kirliliğin büyüklüğüyle ilgili değil. İfşa süreci her zaman böyle yaşandı. O yıllar öncesinde de böyle yaşanıyordu; son yirmi yıl içerisinde de her seferinde böyle yaşandı. Şimdi, Ayşe ve Burak’ın konuşmalarında da var, yani bu iş kapanmış gibi görünmüyor. Çünkü oluşmasının nedenleri bitmedi ki kapansın. Yani bu sadece Peker video çıkardı diye olmuş değil ki onun videolarına Soylu’yu arkalayan cevap verildi diye bitsin. Ama bu biçim değiştirebilir. Burada bir şey eklemem lâzım: Yani burada hem Peker hem Soylu aslî unsuru olmaktan giderek uzaklaşabilirler. Çünkü bu sahiplenme aslında Soylu’yu tek başına bırakarak, onun böyle kanallara çıkıp çırpınarak tek başına bir odak haline gelmesi de istenmediği için oldu. Yani, “Tamam, biz seni harcamıyoruz; sus, fazla şey yapma”. Yani hem Peker’e hem ona da denmiş oluyor aslında. Bir de şimdi mesela Burak’ın biraz önce değindiği, şimdi bir süredir, yani o 2015 itibariyle hep konuşulan hikâyede şu var: Güvenlik politikası çok belirleyici bir hale getirildi ve her şey güvenlikleştirilerek bir iktidar altyapısı kuruldu. Ve Burak’ın söylediği, Soylu’nun da bunun en popüler temsili halinde bir yükselişi var. Fakat şunu görmek lâzım: Bu o kadar kolay ikame edilebilir bir rol ki; yani o hamâsetin, onun temsil ettiği dilin, o kalabalığa o dille o istediği ilişkiyi kurabilecek elli tane, yüz tane adam çıkartılabilir. O zor elde edilebilir bir şey değil. Aslında Soylu en kolay semboller üzerinden en kolay ve daha önce pek çok kişinin kullandığı bir dili kurarak ilişki kuruyor; dolayısıyla Soylu, hani tamam, bundan dolayı bir popülarite sağlamıştı, ama bu popülarite asla hiçbir an vazgeçilmez bir şey değildi; çünkü çok kolay yeri doldurulabilir bir şey. Ve daha önemli bir şey ve aslında yine Burak’ın işaret ettiği ve aslında hepimizin beraber bir yıl boyunca izlediğimiz: Soylu’nun popülarite kaybı, söyleminin etkisinin zayıflamasıyla ilgili, ama daha önemlisi: Becerileriyle ilgili. Yani o kendisini sadece bir fikriyatın sözcülüğünden, bir şeyi yönetebilir olan bir aktöre çevirmekte, neredeyse, hani değil memleketi idare etmek, hani iki tane iki haftalık kapatma sürecini idare etmekte zorlanan, her iki günlük kapatmayı yönetmekten ve daha önemlisi bu son süreçte de asıl olarak yönetme kabiliyetinin son derece zayıf olmasından. Çünkü iktidar gücü ya da iktidar alternatifi olabilmek, evet, geniş kesimlerle bir duygusal bağ kurmakla ilişkili; ama çok daha kuvvetli bir tarafı: Yapabilirlik ve onlar içerisinde çeşitli güç odaklarıyla bir ilişki bütünü yaratabilmesi. Bunu becerebilen biri olmadığını çok net gösterdi. Tek tek vakalar bazında da, tek tek krizler açısından da. Ve şöyle bir tablo ortaya çıktı: Mesela bu iktidar savaşlarının hepsinde, işte, güvenlik bürokrasisindeki hâkimiyet, işte Genelkurmay Başkanı, MİT, İçişleri Bakanlığı, ordu, yargı, polis filan ve MHP’nin ve vesayetin bu güvenlik söylemi etrafındaki kurduğu tahakkümden bahsediliyor; ama biliyoruz ki iktidarların asıl kombinasyonu ekonomik paylaşım modeli üzerine inşa ediliyor ve Erdoğan bütün diğer alanlarda kuşatıldığının pek çok örneği anlatılırken, ben şeyi anlatan görmedim, bütün ekonomi, yani Kanal İstanbul’undan rant paylaşımına, uluslararası ticari ilişkilerden bilmem neye kadar, bu vesâyetin, yok Bahçeli’nin, yok bilmem kimin nasıl artık her şeyi ele geçirdiğini anlatan kimseyi görmedim. Hâlâ bütün o iktisadî karar süreçleriyle ilgili iplerin ve temel kararların Erdoğan’ın elinde olduğunu, onun tarafından yönetildiğini ve aslında ortalama Türkiye insanının da bunun gayet farkında olduğunu görüyoruz. Dolayısıyla o kuşatma meselesi ve iktidar kombinasyonu içerisindeki çatışmaların hiç konuşulmayan bir tarafı var: Ekonomi cephesi. Yani ekonomik kriz dolayımıyla konuşuluyor ama; bu ittifakın kendi içindeki ekonomik güç odaklarının dengesi ve tartışması çok daha belirleyici. Hep şey üzerinden konuşuyoruz ve Süleyman Soylu orada nerdeyse yok. Yani Peker’in iddialarının içerisinde de Soylu’ya iktisaden atfedilen ya da başka meselelerde atfedilen şeyler, son derece yanda, son derece kenar, kriminel, üç beş tane vaka. Yok, FETÖ borsası bulunuyormuş da, yok, orada birilerinin kafası kopartılıyormuş da, yok bilmem ne yapılıyormuş; ama Türkiye gibi bir yerde, iktidarı ele almak, hatta Erdoğan’ı ekarte etmek gibi bir hamlenin aktörü olabilecek birinin, ülkenin ekonomik sürecindeki kontrol imkânlarının bu olması çok beklenmez. Bu şuna da getiriyor şimdi: Seçim meselesi. Biraz önce Ayşe’de öyle davrandı, ben de, yerel seçimlerden itibaren hep konuşuyoruz ya? Seninle de espri konusu oluyor bu erken seçim meselesi. Ben hep şunu iddia ettim: 2019 yerel seçiminden itibaren iktidarın girdiği temel strateji, kazanacağı bir seçimi hazırlamak değil, kaybedeceği bir seçimden kaçınmak — temel refleksi bu. Yani bütün adımlarını, kazanacağı bir seçimi –yani bu hep dendi ya? “Ayasofya’yı açıyor, onu açıyor, bunu yapıyor; işte, dış operasyon yapıyor; seçim geliyor filan, konsolidasyon monsolidasyon”– yahu, kazanacağı seçimi hazırlamıyor; –biraz önce Burak da değindi aslında bu son Meral Akşener meselesine de buradan link verebiliriz– daha önce sokak ortasında siyasetçi dövmelere, gazeteci dövmelere, hatta bugün “Biz baba raconlarını kestik” diyen Erdoğan’ın daha iki gün önce Çakıcı’nın ona buna mektup yazarak racon kesmesine bir şey dememiş olmasını da koyabiliriz. Bunların hepsini üst üste koyduğumuzda, temel strateji, bir kazanılacak seçimi kurgulamak değil, kaybedilebilir bir seçimi geciktirmek, imkânsızlaştırmak ya da mümkün olmasını engellenmek üzere kurulmuş — temel refleks bu. Hani oy konsolidasyonu yerine güç konsolidasyonu dememin nedeni bu. Bu şu anda daha da fazla geçerli. Evet, yine böyle seçim yasası değişiklikleri gibi şeyler filan hazırlanıyor; ama bunların hepsi şu andaki durumdan değişik bir zemin oluşabilmesine bağlı. 

Ruşen Çakır: Zamanımız azalıyor, onun için…

Kemal Can: Tamam, peki, sustum.

Ruşen Çakır: Varsa ekleyeceğin bir şey söyle. Burak, sana da yine “Sedat Peker’den ne bekliyorsun?” diye soracağım; geleceğe yönelik soracağım da, özel olarak bir başka ilgi alanın olan Meral Akşener’i de eklemek istiyorum. Çünkü bugün Cumhurbaşkanı, Meral Akşener’i daha önce yapmadığı kadar sert bir şekilde alenen hedef gösterdi. Artık o şey defteri kapanmışa benziyor, hani “Beraber olur muyuz?” defteri. Davet etmekten çok sert bir şekilde yaptı ve hatta “Daha bunlar daha iyi günleriniz” gibi lâflar da etti. Türkiye daha da otoriterleşecek diyebiliriz; ama burada hedefe Meral Akşener’i çıkartmış olması… daha önce “Bay Kemal, Bay Kemal” üzerinden CHP ve HDP ile sınırlamaya çalıştığı bir şey vardı. Bu bağlamda bakacak olursak, Sedat Peker’in yapacağı videolarla yine Türkiye’de siyasete bir etkisi olabilir mi? Ve önümüzdeki dönemde Erdoğan’ın Meral Akşener’i bu şekilde tam karşısına bir hedef olarak koymasının anlamı ne sence?

Burak Bilgehan Özpek: Ben bazen düşünüyorum, Adalet ve Kalkınma Partisi oyları gittikçe azalırken ve meşruluk zeminini kaybederken, bu sistem içerisinde tutunmak adına nasıl bir alternatif plan geliştirecek diye. Ve burada aklıma Cumhuriyet Halk Partisi ve İYİ Parti ile birlikte parlamenter sisteme geçmek gibi bir opsiyonu olduğu geliyor. Bu opsiyonun var olması Tayyip Bey’in bunu tercih edeceği anlamına gelmiyor tabii ki. Ancak, oyları gittikçe düşen ve meşruluğunu oylarından aldığı için kendi iktidar ortaklarına karşı da bu sayede güçlü olabilen Tayyip Erdoğan’ın, oy alamadığı durumda kendisini kurtarmak için başka bir seçeneği olmadığı kanaatindeyim ben. Dolayısıyla bence bugün Süleyman Soylu’ya veya İçişleri Bakanı’na sahip çıkması ile, Meral Akşener’e karşı gösterdiği tavır arasında bir ilişki var. Yani eğer biz demokratik bir sistem içerisinde ilerleyeceksek, eğer oy meşruluğu
Tayyip Bey’in de en az diğer aktörler kadar ihtiyacı olan bir şey ise, mevcut sistem içerisinde görülüyor ki başkanlık sistemi, vesâyet mekanizması, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin oylarını azaltıyor. Adalet ve Kalkınma Partisi kendisi gibi düşünmeyen herkese “terörist” demekten başka herhangi bir yaratıcı söylem geliştiremeyen bir parti. Ülkeyi yönetme kapasitesi çok düşmüş. Devletin altyapısal iktidarını, yani devlet kapasitesini sadece ve sadece inisiyatif kullanarak neredeyse sıfıra indirmiş durumda. Yani beş buçuk milyon devlet memuru var, iyi kötü bir bütçemiz var, orta büyüklükte bir ülkesiniz; fakat herhangi bir politikayı uygulama konusunda inanılmaz derece başarısız oluyorsunuz. Yani insan faktörünü bir şekilde inisiyatifle yönlendirdiği zaman devlet kapasitesini mahveden bir parti. Dolayısıyla ne kadar medya üzerinde baskı kurarsa kursun, ne kadar sosyal devlet imkânlarını kullanırsa kullansın, bir şekilde bu düşüşü önleyemiyor ve kendisine itiraz eden herkese de “vatan haini” veya “terörist” demek dışında da bir önerisi yok açıkçası, yaratıcı bir söylem yok. Ben herhangi bir AK Partili’den son beş sene içerisinde herhangi bir tartışmaya girdikten sonra, “vatan haini” olduğumu öğrenmeden o ortamdan ayrılmadım. Yani hepsi son olarak “vatan haini” ve “terörist” olduğumu söyleyerek tartışmayı bitiriyor. Bunun dışında bir söylem yok. Dolayısıyla şunu söylemek istiyorum: Bu bir düşüşe işaret ediyor ve eğer sistem içerisinde kalacaksa, Adalet ve Kalkınma Partisi demokratik siyasetin diğer aktörlerinin meşruluklarını kabul etmek zorunda. Yani bu, demokrasinin en temel özelliği. Sandıktan, âdil seçim şartlarından, Anayasa’dan, Anayasa Mahkemesi’nden, Parlamento’dan, bunların hepsinden daha önemli olan: Demokratik bir rekabet sürecinde her aktörün meşruluğunu kabul etmek. Şimdi bir siyasî parti liderini şiddet vesilesiyle yıldırmayı, bir ülkenin cumhurbaşkanı, yani yasaları yürüten, yasaları uygulayan kişi tasvip ederse, biz bu ülkede modern anlamda bir devletten bahsedebilir miyiz? Bu ülkenin hepimizin malı olduğundan bahsedebilir miyiz? Yani Rize, herhangi bir politikacının özel mülkiyeti değil ki, oraya gitmiş olan herhangi bir partiye, parti siyasetçisine gösterilen tepki tasvip edilsin. Yani Tayyip Bey’in Rize’deki atalarından kalan bahçeye girmiyor Meral Akşener, izinsiz bir şekilde mülkiyet hakkını ihlâl etmiyor. Bu ülkenin kamusal alanında siyaset yapmaya çalışıyor, şiddete uğruyor. Ve bu ülke eğer modern bir devletse, Cumhurbaşkanı’nın yapması gereken şey, kanunlar icabı şiddet uygulayanları eleştirmek, hatta onların ceza almasını sağlamak. Bunun yerine, bunu tasvip ediyor ve takdis ediyorsa, modern anlamda bir devletten bahsedemediğimiz gibi, hani bu devletin içerisindeki paylaşılmış rollerin de aslında bizim anladığımız anlamda roller olmadığını söyleyebiliriz. Siyaseten ise bunun karşılığı, Ruşen Abi, ben Meral Akşener’in şu açıklamadan son derece memnuniyet duyduğu kanaatindeyim. Yani bu kadar doğrudan hedef alınmak ve meşru bir eylemden dolayı bu kadar doğrudan hedef alınmak, açıkçası Meral Hanım’ın bence siyaseten çok konumlanmayı sevdiği bir pozisyon, bununla uğraşacaktır. Yani bu oyunu Tayyip Bey’le kendi arasında oynayacaktır. Biraz önce Ayşe’nin söylediği gibi, yani Türk sağının içerisinde aslında insanların fark etmesi gereken bir çatışma yaşanıyor. Türk sağının içerisinde, eylemin içindeyken o heyecanla kendisini meşrulaştıran, daha ergen, daha taşralı ekip ile, devlet kavramına ya da kanun hâkimiyeti kavramına saygılı, biraz daha şehirleşmiş insanlar arasında bir çatışma yaşanıyor. Bu çatışmanın bence Tayyip Bey farkında; yani tehlikenin nereden geleceğinin farkında. İYİ Parti’nin biraz oy oranları yükseliyor son zamanlarda; bundan da tehdit algılıyor. Özellikle bu son Netanyahu söyleminin de aslında dışarıda yaşanan olayları içeride büyük bir kahramanlığa, destana çevirmenin AK Parti için çok önemli bir pazarı var; bunun esnaflığını çok iyi yaptı. Akşener önce Doğu Türkistan meselesinde bunu çözdü fark ederseniz, “Gezi Olaylarında camide içki içirmem diyorsunuz, ama Doğu Türkistan’daki camiler tavernaya çevrildi, hiçbir şey söylemediniz; demek ki sizin derdiniz camiyle değil, camiye kimin girdiğiyle. Ve istediğiniz adam camiye girdiği zaman pek ses çıkarmıyorsunuz”. İkincisi de bu Netanyahu meselesi oldu, yani “Filistin meselesi üzerinden ikiniz de ekmek yiyorsunuz” gibi bir şeye getirdi. Bu çok can acıtıyor; çünkü dışarıdaki hikâyeyi içeride çok iyi bir şekilde satıyorlar. Türkiye’yi bir tâziye evine çevirdiler. Yani hep beraber ATV ve Yeni Şafak stüdyolarında ağlıyoruz, bir şekilde kendimizi iyi hissediyoruz; fakat İsrail’le ticaret hacmimiz artıyor, ikili ilişkilere herhangi bir halel gelmiyor, somut hiçbir adım atamıyoruz; ama çok şey yapmış gibi gözüküyoruz. Bu her meselede böyle. Mesela HDP meselesinde de benzer bir şey oldu. İYİ Parti milletvekilleri televizyona çıkıyorlar, ne olduğu belirsiz, hiçbir sorumluluğu olmayan gazeteciler, akademisyenler bu adamlara parmak sallıyor: İşte, “HDP terör örgütü mü değil mi? Söyleyin bakalım” diyor, sigaya çekmeye çalışıyor. HDP’nin kapatılmasına yönelik bir tane AK Partili milletvekili açıklama yaptı, gelen tepki üzerine geri adım atmak zorunda kaldı. AK Parti’nin de HDP’nin kapatılmasına dâir net bir pozisyonu yok. Ama ısrarla, bir şekilde İYİ Parti ya da CHP’yi sıkıştırarak, çok milliyetçiymiş gibi poz kesiyor. Şimdi bu ikiyüzlülüğü ifşa etme üzerine bir strateji izlediği için, Akşener biraz Tayyip Bey’in canını sıkıyor açıkçası ve karşısına almak zorunda hissediyor. Meral Hanım’ın da bundan çok memnuniyet duyduğu kanaatindeyim; yani Tayyip Bey’in doğrudan muhatabı olmaktan mutlu.

Ruşen Çakır: Bir iki cümle de Sedat Peker, bir diğer Rizeli olan Sedat Peker hakkında söyle ve yayını kapatalım.

Burak Bilgehan Özpek: Ben Sedat Peker’in bütün bu hikâye içerisinde böyle basit bir mafya babası ya da suç örgütü lideri olarak anılmaması gerektiği kanaatindeyim. Acı ama gerçek Ruşen Abi; Sedat Peker taşra gençliğinin, muhafazakâr-milliyetçi, mukaddesatçı taşra gençliğinin aslında duymak istediği bir ses. Ben Elazığ’da doğdum büyüdüm. Çok sağcı, muhafazakâr ve milliyetçi bir şehirdir. Ben hayatım boyunca Sedat Peker gibi konuşan insanlar gördüm ve çok etkililer. Şimdi dolayısıyla bu insanlar sadece bir şekilde illegal aktivitelerde bulunmuş ve tasfiye oldukları için bu işleri ifşa ediyor değiller; aslında toplumsal bir tabanları olduğu kanaatindeyim. Yani Kurtlar Vadisi’nin izlenme oranlarına baktığınız zaman, bu tip karakterlerin, yani orijinal tarafları olan, “vatan millet sevdalısı” olduğu söylenen, fedai karaktere sahip insanların bir toplumsal tabanı olduğunu görüyorsunuz. O yüzden, Sedat Peker’in asıl can sıkıcı tarafı, o ortaya konan milli güvenlik meselesi, beka meselesi, vatan millet meselesinin aslında pür çıkarlar meselesi olduğunu ifşa etmesi oldu. Bu açıdan, onun seslendiği Anadolu’daki, taşradaki gençler açısından da, aslında bir “wake up call” oldu; yani “Uyanın!” çağrısı gibi bir şey. Sedat Peker konuştuktan sonra, bundan sonra Süleyman Soylu görevden alınmayabilir, alınmaz; herhangi bir taş yerinden oynamayabilir, oynamaz; ancak Sedat Peker konuşmaya devam ederse Cumhur İttifakı’nın oy oranında bence önemli azalmalar olur. Meşruluk kaygısı diyoruz ya? Bu oyları bir şekilde devşirmek zorunda diyoruz ya? İşte Sedat Peker’in bundan sonra oynayacağı alan bence orası olacaktır.

Ruşen Çakır: Evet, çok sağolun. Yine adı olmayan programımızın keyifli bir bölümünü noktalamış olduk. Kemal Can’a, Ayşe Çavdar’a ve Burak Bilgehan Özpek’e çok teşekkür ediyoruz. İyi akşamlar diliyoruz, görüşmek üzere.

Bize destek olun

Medyascope sizlerin sayesinde bağımsızlığını koruyor, sizlerin desteğiyle 50’den fazla çalışanı ile, Türkiye ve dünyada olup bitenleri sizlere aktarabiliyor. 

Bilgiye erişim ücretsiz olmalı. Bilgiye erişim eşit olmalı. Haberlerimiz herkese ulaşmalı. Bu yüzden bugün, Medyascope’a destek olmak için doğru zaman. İster az ister çok, her katkınız bizim için çok değerli. Bize destek olun, sizinle güçlenelim.